27 Ekim 2012 Cumartesi

yosun kokusu


İnsanın aklını başından alan kokudur. Hele ki yaz akşamları deniz kenarındaysanız ve rüzgâr yosun kokusunu getiriyorsa gözlerinizi hemen kapatmalı ve duyularınızın sizi alıp götürdüğü yere gitmelisiniz.
Sahilde esen ılık rüzgâr getirir koyuverir önüne. Deniz tuzuyla birleşmiş o kokuyu içine çekersin bi solukta. Özgür olduğunu hissettirir. Başka dünyalara alıp götürür. Ah bide rakı ve balık olsa dedirtir.

Rüzgâr şiddetini arttırdıkça yüzümüzü yalayan yosun kokusu denizi aşıp ciğerlerimizi şenlendirir.

Yosun kokusu
Ve sahile çekilmiş dalyan direkleri
Sahilde yaşayan çocuklara
Hiçbir şey hatırlatmaz.

Orhan Veli
 
Denizin kıyısında unutulmuş bir sabah gibi kokar yosun; zamanın kendini geri çektiği, seslerin suya gömüldüğü bir eşikte. Bu koku, yalnızca burna değil, ruha siner. Yosun, dalgaların taşıdığı değil, geçmişin kıyıya vurduğu bir hatıradır. Her nefeste, çocukluğun nemli taşlarına, unutulmuş bir mektubun sararmış kenarlarına, ve belki de hiç yaşanmamış bir aşkın kıyısına sürüklenir insan.

Yosun kokusu, doğanın en eski ağıtlarından biridir. Ne tam çürümüş ne tam canlı; arada, gri bir varoluşta salınır. Bu koku, zamanın döngüsünü değil, onun duraksadığı anları anlatır. Bir kayanın gölgesinde yıllarca beklemiş bir sessizlik gibi, yosun kokusu da konuşmaz; ama sustuğu her an, insanın içindeki en derin yankıyı uyandırır.

Bir limanın unutulmuş taşlarında, yosun kokusu bazen bir vedadır. Giden gemilerin ardından kalan, ne rüzgâr ne dalgadır; en kalıcı olan, yosunun ağır ve ıslak hatırasıdır. Bu koku, ayrılıkların değil, ayrılıklardan sonra kalan boşluğun kokusudur. İnsan, o boşlukta yürürken, her adımda biraz daha içine çöker; yosun, ayak izlerini değil, içsel çöküşleri izler.

Ve nihayet, yosun kokusu bir çağrıdır. Ne bir yere ne bir zamana; sadece kendine. İnsan, bu kokuyla yüzleştiğinde, kendi unutulmuş kıyılarına iner. Orada ne bir isim ne bir hikâye vardır; sadece varoluşun en çıplak hâli. Yosun, doğanın değil, insanın içindeki en kadim denizdir. Ve o deniz, her kokuda biraz daha kabarır.

20 Ekim 2012 Cumartesi

SESSİZ KONUŞUYORUM…



Yağmur olmak var şimdi,
Usul usul toprağa karışmak sessizce…
Aslında sessizlik, en güzel sestir
duyabilene ve anlayabilene…

Artık birazda sessizliğim konuşsun
diyorum kendime…

Harfsiz bir lisanım var artık içimde,
Her cümlemde…


SESSİZ KONUŞUYORUM artık,
Sadece ANLAYABİLENLERİN
DİLİNDEN!

14 Ekim 2012 Pazar

Küçük şeyler diliyorum BÜYÜK MUTLULUKLAR İÇİN...



Küçük mutluluklar diliyorum. Sıcacık bir çay, Sıcak insanlar, sana hayran bir çift göz ve aşk, Trafikte yeşil ışık. Küçük, renkli pabuçlar, Yağmurlu havada hafif bir rüzgâr eşliğinde çıplak ayaklarla dolaşmak... Ve toprak kokusu...




Mutlu, Huzurlu Sevgi ve AŞK Dolu bir pazar günü

12 Ekim 2012 Cuma

night in istanbul



Paris güzel bir salon, Londra güzel bir park, Berlin güzel bir kışla ama İstanbul güzel bir şehir… / Zülfü Livaneli

İstanbul'u sevmemek mümkün mü? Martıların kanadında hep senin adın var… night in istanbul….
















Gece, İstanbul’a başka şehirlerde olmayan bir ağırlıkla iner. Bu ağırlık, yalnız karanlığın değil; tarihin, aşkın, kaybın ve bekleyişin yüküdür. Minarelerin gölgesi uzar, Boğaz susar, rüzgâr bile adımlarını hafifletir. İstanbul, gecede kendini saklamaz; aksine, en çıplak hâliyle görünür. Işıkların çekildiği sokaklarda, taşların arasından sızan bir geçmiş belirir—sessiz, ama hâkim.

Galata’nın yorgun taşları, gecenin ayak seslerini tanır. Her adım, bir hikâyeyi uyandırır; bir meyhanede unutulmuş bir bakış, bir vapurda yarım kalmış bir cümle, bir pencere ardında bekleyen bir göz. İstanbul’un gecesi, anlatmaz; ima eder. Bu şehir, geceyle konuşmaz; gece olur. Ve insan, o karanlıkta yürürken, şehrin değil, kendi içinin sokaklarında kaybolur.

Boğaz, geceyle birlikte bir aynaya dönüşür. Yansımalar, gerçeklikten daha derindir artık. Bir martının kanadında geçmişin izleri, bir dalganın kıyıya vuruşunda geleceğin haberi gizlidir. İstanbul’un gecesi, zamanın durduğu değil, zamanın kendini yeniden yazdığı bir andır. Her ışık, bir hatırayı yakar; her gölge, bir ihtimali örter.

Ve nihayet, gece İstanbul’a yalnızlık değil, anlam getirir. Bu şehir, gündüz kalabalıkların, gece ise düşüncelerin mekânıdır. “Night in Istanbul” dediğimiz o zaman dilimi, ne uykuya ne uyanışa aittir; sadece varoluşun en derin kıyısına. İstanbul, gecede bir şehir olmaktan çıkar; bir ruh hâline dönüşür. Ve o ruh, her gece yeniden doğar, yeniden susar, yeniden anlatır.