15 Nisan 2017 Cumartesi

MEHMET YAŞİN - UZAKNAME


Kitabın Adı    : Uzakname

Yazarı             : Mehmet Yaşin

Yayınevi         : Doğan Egmont Yayıncılık

Sayfa Sayısı  : 419

Türü               : Gezi

Okuduğum Tarih: 13.09.2014 – Cumartesi – 26.09.2014 – Cuma

Kitabın Beğendiğim Bölümlerinden Alıntı:

Dünyayı Bulan Gezginler
Listeyi okurken göreceksiniz ki, binyılın başlarında yollara dökülenlerin çoğu dinsel kökenli. Onların amacı, inandıkları dinleri geniş kitlelere yaymak. Bu amaçla yola çıkıp, dünyanın birçok bilinmedik yerini keşfettikleri için onlar, “kâşif” olarak adlandırıldılar. Bunlara bir de istilacılar eklendi. Onların niyeti de, yeni yerler keşfetmek ve buraları sömürgeleştirmekti. Bir de yola gerçekten keşfetmek için çıkanlar vardı. Amaçları ne olursa olsun bu insanlar sayesinde, dünyanın bilinmezliği çözüldü. Bu yolculukların günümüzden yüzlerce yıl önce yapıldığını ve o zamanki ulaşım ve konaklama şartlarını göz önüne getirirseniz, bu insanların ne kadar cesur, ne kadar inanmış, ne kadar maceraperest olduklarını görürsünüz. Bütün zorluklara ve tehlikelere rağmen dünyayı keşfetmekten vazgeçmeyen bu gezginleri sizlere tanıtmak ve bu vesileyle bir kez daha anmak istiyorum.
EL-İDRİSİ Faslı gezgin Kuzey Afrika’yı, İspanya’yı, Avrupa’yı adım adım gezdi. Daha sonra Anadolu’ya geldi. Sicilya’nın Norman Kralı II. Ruggero’nun danışmanlığını yaptı. Bazı keşif gezilerine krallık adına çıktı. Gümüş tabaka üzerine, 70 bölümden oluşan bir dünya haritası çizdi. 1154 yılında yazdığı, Dünyayı Görmek İsteyenler İçin Keyif Gezileri adlı kitabında gezi anıları topladı.
GIOVANNI DEL CARPINE Papa’nın elçisi olarak 1246 yılında Moğolistan’a giden altmış üç yaşındaki gezginin amacı, Moğolları Hıristiyan dinine inanmaları için ikna etmekti. Carpine bu görevini başaramadı, ama Orta Asya, Baykal Gölü ve Aral Denizi civarına ayak basan ilk Avrupalı unvanını kazandı. İtalyan gezgin bu gezilerini Tatarların Kitabı’nda anlattı.
MARCO POLO 1271 yılında babası ve amcasıyla Venedik’ten çıkıp, İpek Yolu’nu izleyerek Çin’e ulaştı. Moğolistan’da Kubilay Han’a danışmanlık yaptı. Ünlü gezginin bu yolculuğu tam 14 yıl sürdü.
İBNİ BATTUTA Tanca’da doğan ve 1325 yılında hacı olmak için Mekke’ye doğru yola çıkan Ortaçağ’ın en ünlü Arap gezgini, “hiçbir yoldan iki kez geçmeme” kuralını benimseyerek dünyanın olabildiğince çok yerini gezmeye karar verdi. Bu kararının sonucunda, 30 yılda tam 120.000 kilometre kat etti. Akıl verdiği sultan, hükümdar, vali ve görevlilerden aldığı yardımlarla gezilerini sürdürdü. Arabistan’a, Afrika’ya, Hindistan’a, Kırım’a, İstanbul’a, Orta Asya’ya, Maldivler’e ve Çin’e gitti. Gezi anılarını Rahle adlı eserde topladı.
KRİSTOF KOLOMB İspanyol bayraklı üç gemiyle 1492’de denize açıldı. Önce Bahama Adaları’na vardı. Daha sonraki seferlerde Jamaika, Honduras, Trinidad ve Küba’ya ulaştı. Gittiği yerleri hep Hindistan sandı. Yeni bir kıta keşfettiğini öğrenemeden öldü.
VASCO DA GAMA 1497’de Portekiz’den yola çıkıp, Ümit Burnu’nu dolaşarak Hindistan’a doğru dümen kırdı. 1498 yılında Kaliküt kentine vardı. Bu zorlu yolculuk onu dünya gezginleri arasına soktu.
AMERIGO VESPUCCI 1499 ve 1502 yılları arasında Güney Amerika sahillerine iki sefer düzenledi. Bu toprakların Asya değil de yeni bir kıta olduğunu anladı. Buraları ilk keşfeden Vespucci olmamasına rağmen bu yeni kıtaya onun adı verildi.
HERNAN CORTES 1519 yılında yola çıkan İspanyol komutan Cortes’in amacı, Meksika’daki Aztek İmparatorluğu’nu ele geçirmekti. Cortes 1521 yılında kanlı bir şekilde bu emeline ulaştı.
MACELLAN 1519 yılında Arjantin’in en güney ucundaki Tierra del Fuego’yu, Güney Amerika’dan ayıran boğazı keşfetti. Boğaza onun adı verildi. Gezmeye bir türlü doyamayan Macellan Filipinler’de öldürüldü.
FRANCISCO DE JASO Katolik misyoner, Doğu’da Hıristiyanlığı yaymak için 1542’de Roma’dan ayrıldı. Hindistan’a ve Doğu Hint Adaları’na gitti. Japonya’ya ilk ayak basan Avrupalı oldu.
FRANCISCO DE ORELLANA 1540’ta İnkaların başkenti Cuzco’dan (Peru) yola çıkan gezgin, Ekvador’daki Quito kentine gitti. Oradan Napo Nehri aracılığıyla önce Amazon Nehri’ne, ardından da Atlantik Okyanusu’na ulaştı. Daha sonra kıyıyı izleyerek Trinidad’a vardı.
SIR FRANCIS DRAKE İngiliz denizci, 1577-1580 yılları arasında yaptığı seferlerle, dünyanın etrafında dolaşan ilk kaptan unvanını kazandı. Kaptan Drake sayesinde İngiltere’de dünya keşiflerine damgasını vurmuş oldu.
WILLEM BARENTS Kuzey Kutbu’na yapılan yolculukların öncüsü olan Barents, 1595’te Spitzberg Adası’nı buldu. 1596’da yaptırdığı buzda gidebilen gemisi sayesinde, kimsenin gidemediği yerlere kadar uzandı. 1597’de bir buzul üstünde can verdi.
EVLİYA ÇELEBİ 1611 yılında İstanbul’da doğan ünlü gezgin, yaşamının elli yıla yakın bir zamanını yollarda geçirdi. Bu süre içinde Orta Avrupa, Balkanlar, Anadolu, Kafkasya, Kırım, Arabistan ve Mısır’ı dolaştı. Daha sonra yazdığı Seyahatname, önemli bir tarihsel coğrafya ve kültür atlası niteliğini taşıdı.
ABEL JANSZOON TASMAN Hollandalı kâşif 1642-1643 yılları arasında çıktığı yolculuk sonunda Tasmanya, Yeni Zellanda ve Fiji’yi keşfetti.
KAPTAN COOK 1768 yılında çıktığı ilk gezisinden 1779’da çıktığı üçüncü seferindeki ölümüne kadar neredeyse bütün dünyayı gezdi. Güney Georgia, Hawaii, Yeni Kaledonya adalarını keşfetti. Bering Boğazı’na kadar çıktı.
CHARLES DARWIN 1831 ve 1836 yılları arasında dünyanın en uzun süreli bilimsel gezisini yaptı. Galapagos Adaları’na ve Güney Amerika pampalarına yaptığı yolculuklar, “evrim teorisi”nin temellerini oluşturdu.
HEINRICH BARTH Alman gezgin, 1847-1855 tarihleri arasında tam 16.000 kilometre yol kat etti. Bu süre içinde Büyük Sahra, Nijer, Tombuktu, Çad Gölü ve Libya’yı gezdi. Yazdığı beş ciltlik Kuzey ve Orta Afrika’da Geziler ve Keşifler adlı kitabı, günümüzde bile gezginler için önemli kaynaklardandır.
DAVID LIVINGSTONE 1849 yılında yola çıkan İskoçyalı din adamı, Afrika’nın birçok bölgesini gezdi. Başta Victoria çağlayanları ve Malavi Gölü olmak üzere birçok bölgeyi keşfetti. Bu keşif gezileri sırasında bir aslanın saldırısına uğrayıp ağır yaralandı. 1 mayıs 1873 tarihinde öldüğünde, Nil Nehri’nin kaynağını araştırıyordu.
SIR RICHARD BURTON Etnolog, jeolog ve aynı zamanda asker olan Burton, tam tamına 25 dil biliyordu. Arap kılığına bürünerek Mekke’ye girmeyi başaran bu maceraperest gezgin, 1858 yılında, Nil Nehri’nin kaynağını araştırırken Tanganyika Gölü’nü keşfetti. Burton ayrıca, Binbir Gece Masalları ile Kamasutra kitaplarını da İngiliz diline tercüme etti.
KICHEN ve NAIN SINGH İngiliz hükümeti tarafından Himalaya bölgesinin haritasının çıkarılması için görevlendirilen bu iki bilgin, bütün bölgeyi adımlarını sayarak ölçtüler. 1865 ile 1872 yılları arasında tamamlanan bu çalışma sonunda, Güney Çin, Nepal, Hindistan, Taklamakan Çölü ve Kaşgar bölgesi gibi geniş bir alanın detaylı haritası yapılmış oldu.
HENRY MORTON STANLEY Yurttaşı Livingstone’u aramak için Afrika’ya giden gazeteci Stanley, Victoria Gölü’nün Nil Nehri’nin kaynağı olduğunu buldu. Kendi yaptığı 12 metrelik bir kayıkla Lualaba Nehri’nden Kongo’ya doğru yola çıktı. Bu zorlu yolculuk tam 999 gün sürdü ve 114 kişinin ölmesine neden oldu. Stanley, 1888 yılında aynı yolculuğu bir kez daha yaptı.
AMELIA EARHART Bu cesur, yürekli kadın, Honolulu’dan Kaliforniya’ya Pasifik Okyanusu’nu geçen ilk insan unvanını kazandı. Earhart bununla yetinmedi. 1932’de yalnız başına Atlantik’i uçarak geçen ilk kadın unvanını da aldı. Gezmeye doymayan Amelia, 2 temmuz 1937’de öldüğünde dünya çevresinde atmaya başladığı turun 35.400 kilometresine varmıştı.
THOR HEYERDAHL 27 nisan 1947’de, balsa ağacından yaptığı Kon-tiki adlı tekneyle Peru’daki Callao’dan yola çıkıp, 97 gün sonra Polinezya’daki Tuamotu Takımadaları’na vardı. Böylelikle İnkaların Pasifik aşırı gezilere çıkabileceklerini kanıtladı. Heyerdahl yine kamıştan yaptığı teknelerle, 1970 ve 1977 yıllarında çıktığı yolculuklarla harita, pusula ve diğer yol gösterici aletler yapılmadan önce dünyanın nasıl keşfedildiğini gösterdi.
BEN CARLIN 1951-1958 yılları arasında, hem karada hem de denizde giden arabasıyla dünyanın çevresini dolaştı. Avustralyalı Carlin bu gezisinde, karada 62.765, denizde ise 15.450 kilometre yol kat etti.
JACQUES PICCARD 1960 yılının ocak ayında, Pasifik Okyanus’ndaki Mariana Çukuruna daldı. Böylelikle dünyanın en derin noktasına inen adam unvanını kazandı. Bu zorlu dalışı, yine kendisi gibi gezgin olan babası August Piccard’ın geliştirdiği bir denizaltı sayesinde yaptı.
YURIY GAGARIN 12 nisan 1961’de uzaya çıkan ilk insan oldu. Sovyet kozmonot uzayda kaldığı sürede tam 40.868 kilometre kat etti.
NEIL AMSTRONG 21 temmuz 1969’da Ay’a ayak basan ilk insan oldu. Onun bu tarihi yürüyüşünü, bütün dünya, televizyonlarının başında naklen izlediler.
RANULPH FIENNES 2 eylül 19797da teknesiyle İngiltere’nin Greenwich kasabasından yola çıkan İngiliz gezgin, 15 aralık 1980’de Güney Kutbu’na, 10 nisan 1982’de de Kuzey Kutbu’na vararak, dünyayı boylamasına dolaşan ilk insan oldu. Fiennes 56.000 kilometre yol yaptıktan sonra, 29 ağustos 1982’de yeniden Greenwich’e döndü.
EMILIO SCOTTO 17 ocak 1985’te motosikletiyle Buenos Aires’ten yola çıkan Arjantinli gezgin, dünyanın çevresinde 735.000 kilometre yol kat ettikten sonra, 2 nisan 1995’te ülkesinde döndü.
BARTNARD PICCARD VE BRIAN JONES Dedesi ve babası da birer gezgin olan Piccard, arkadaşı Brian Jones’le birlikte balonla dünya gezisine çıktı. 20 mart 1999’da başarıyla sonuçlanan bu gezide iki gezgin, tam 42.810 kilometre uçuş gerçekleştirdiler.
Aydınlık gece, karanlık gün
Uç noktalar beni çok heyecanlandırır. Oralara gitmek, benim için vazgeçilmez bir tutku haline geldi. Oralardaki yaşamlara tanıklık edebilmek, yaşamımın temel hedefini oluşturur. Merakımı en çok, güneşin batmadığı veya doğmadığı ülkeler çeker. Oraları düşleyerek, bir türlü aydınlanmayan günlerde zamanı karıştırmayı arzularım. Veya bir türlü kararmayan gecelerde, gecenin neye benzediğini merak ederim.
Örneğin, İzlanda adasına gittiğimde, karanlık günler başlamıştı. Ne zaman sabah, ne zaman öğle, ne zaman akşam olduğunu ayırt edemez hale gelmiştim. Güneş hiç doğmuyordu. Bitmeyen bir geceyi yaşıyormuş gibi hissediyordum kendimi… Bu zamansızlık ve sürekli karanlık, önceleri hoşuma gitmişti. Güneşsiz günler, gerçekdışı bir oyun gibi gelmişti bana. Sanki başka bir boyutta yaşıyordum… Ama aradan bir hafta geçince, ışığı özler olmuştum. Ne sabah mahmurluğunun keyfi kalmıştı, ne de içkiye başlayabilmek için güneşin batmasını beklemenin heyecanı… Süre geçtikçe kendimi, karanlık bir mağaranın içine hapsolmuş gibi hissetmeye başlamıştım. Gezi güncemin o günlerini anlatan bir sayfasına, büyük harflerle şu notu düşmüştüm: “Işığı ölesiye özledim…”
Daha sonraları kararmayan günlerle tanıştım. İngiltere’nin en kuzeyindeki Shetland Adası’na vardığımda aydınlık geceler başlamıştı. Bitmek bilmeyen günlerdi.
Washington Post gazetesinden DeNeen L.Brown’ın mektubu
Bulunduğum yer, Kanada’nın Nunavut bölgesinde, Resolute adlı küçük bir köy. Burası dünyanın en uç noktası kabul ediliyor. Yaz güneşi bir kez yüzünü gösterdi mi, altı ay boyunca bir daha gitmek bilmiyor. 1 mayısta başlayan aydınlık, hakimiyetini 11 ağustosta karanlığa terk ediyor. Yerliler kendilerine, dillerinde “halk” anlamına gelen “İnuit” diyorlar.
Romanlardaki kentler
Karlı bir kış günüydü… Trenle Viyana’dan Prag’a gidiyordum… Elimde, Kafka’nın Milena’ya Mektuplar adlı kitabı vardı. Kâh buğulu pencerenin ardından karın beyaza boyadığı ovayı seyrediyor, kah kitaptan birkaç satır okuyor, kah karşımda oturan kızıl saçlı kıza bakıyordum. Kitabı okudukça Viyana’yı gözümün önüne getiriyor, Prag’ı ise düşlüyordum. Bunlar kitabın kahramanı iki kentti.
Kızıl saçlı kızı bazen Milena’ya, bazen de Kundera’nın, Prag’ın arka sokaklarındaki bir bodrum katında seviştiği kadınlara benzetiyordum. Kompartımanda, dilini bilmediğim insanların arasında otururken oynadığım bir düş oyunuydu bu… Yanımda yine Kafka’nın Metamorfoz adlı kitabı ile Kundera’nın Gülünesi Aşklar’ı vardı… Bu, son yıllarda geliştirdiğim bir keyfimdi. Gittiğim kentleri anlatan romanları, geçtiği yerlerde okumak müthiş haz veriyordu bana.
Nitekim, Metamorfoz’u Kafka’nın evinin bulunduğu yere yakın bir kahvede okumuş, daha sonra romanda geçen evi ve o korkunç böceği görebilmek umuduyla saatlerce pencerelere bakmıştım… Kundera’nın kitabını okuduktan sonra da, metroda, arka sokaklarda kadınların peşine takılıp, kendimi kitabın kahramanının yerine koymuştum… Bu oyunum sayesinde, kentleri daha çok seviyordum.
Günün birinde de Los Angeles’ta Sunset Bulvarı’nda, elimde kitaplar, ünlü yazar Charles Bukowski’nin peşine düşmüştüm. Yüzyılın serserisinin, onca rezilliği yaptığı barları araştırmıştım. Sorup soruşturmuş, gösterilen bir barda oturup, onun gibi ucuz bir bira ısmarladıktan sonra, yazdıklarını okumaya başlamıştım:
Bir başka tarihte, karlı fırtınalı bir havada, İzlanda’nın kuzeyindeki bir balıkçı kasabasında, Kuzey Denizi’nin koyu lacivert sularına bakarak, Pierre Loti’nin İzlanda Balıkçısı’nı okumuştum.
Pierre Loti’nin anlattığı deniz biraz ötemdeydi ve ben, kitaptaki bütün tanımlamaları gözlerimle görebiliyordum. O kitabı okuduktan sonra da, bir balıkçı gemisinde balina avcısı olmak geçmişti aklımdan.
Bir seferinde de Kenya’da, Hemingway’in peşine takılmıştım. Bir yandan, Kilimancaro’nun Karları adlı kitabı okuyor, bir yandan da kafamı satırlardan kaldırıp dağa bakıyordum. Hatta kitaba kendimi öylesine kaptırmıştım ki, dağın eteklerinde, en büyük boynuzlu yabankeçisini avlamaya bile niyetlenmiştim. Nairobi’de ise, Hemingway’in şimdi adını hatırlamadığım bir kitabında (Afrika’nın Yeşil Tepeleri olabilir mi?) anlattı kahveyi bulmuş, öyküyü orada okumuştum… Kitapta, kahvenin bahçesindeki bir ağaçtan bahsediliyordu. Birbirlerine haber vermek isteyenler, bu ağacın gövdesine mesaj kâğıtlarını yapıştırıyorlardı. Ben de Hemingway’e bir not yazıp, ağacın gövdesine iliştirmiştim.
Roma’da, İspanyol Merdivenleri’nde oturup Goethe’nin, İtalya Seyahati adlı kitabını okumuştum.
Güney Afrika’da, Cape Town kentinde ise Ömer Lütfi’nin, Ümit Burnu Seyahatnamesi adlı kitabıyla baş başa kalmıştım.
İngiltere’nin Reading kentine giderken de yanıma Oscar Wilde’ın Reading Hapishanesi Baladı’nı almıştım.
Sadece romanları, geçtikleri kentte okumakla yetinmedim, daha önce okuduğum romanlardaki yerlerin de peşine düştüm…
Bunlardan en önemlisi, İsa Bu Köyden Geçmedi adlı romandı. Kitabın yazarı Carlo Levi adlı bir İtalyan’dı. Mussolini yönetimi, aynı zamanda bir doktor olan antifaşist yazar Levi’yi, Güney İtalya’nın en ücra köşesine,  o dönemde ancak katır sırtında ulaşılabilen bir köye sürgün göndermişti. Kitabı okuduktan sonra, Carlo Levi’nin izini sürme duygusu bir tutkuya dönüştü. Ve günün birinde, yanımda yazar arkadaşım Nedim Gürsel olduğu halde, İtalya’nın bu en fakir bölgesinin yolunu tutmuştum…
İlk durağımız, çizmenin tabanında yer alan Matera kenti olmuştu. Taş yapıları, çoğu terk edilmiş eski evleri, merdivenli dar sokaklarıyla gizemli bir yerdi. Bir akşam, kente tepeden bakan bir lokantanın terasında oturup, nefis İtalyan şarapları eşliğinde, çan kulelerini, kimsenin yaşamadığı sokakları seyretmiş, kitabın buralarını anlatan bölümünü bir kez daha okumuştum.
Carlo Levi’nin sürgüne gönderildiği Aliano köyü ise Matera’nın güneyinde, kayalık bir tepenin üstüne kurulmuştu. Evler, romanda anlatıldığı gibi derme çatmaydı. Sokaklar uçuruma açılıyor, köyün alanında siyah şapkalı, kısa boylu erkekler, sırtlarını kilisenin duvarına dayamış güneşleniyorlardı. Kadınlar, yaşlı ve çirkindiler. Yazarın kaldığı ev müze olmuştu. Köyün her şeyi tanıdık geliyordu bana…
Kitaplarla gezileri eşleştirmek çok keyif veriyor bana. Elimden geldiğince, “romanlardaki kentler” gezilerime devam edeceğim. Şimdilerde birkaç kitap var. Örneğin Gerald Messadie’nin Mısır Prensi Musa’sı ile Christian Jacq’ın Katledilen Piramit’ini Mısır’a, Amin Malouf’un Semerkand’ını Semerkand’a, Hasan Sabbah’ın gizemli dünyasına girebilmek için Alamut Kalesi’ni Kafkasya’ya saklıyorum. Bir de peşine düşeceğim kitaplar var. Onların da sayısı arttı.
Böyle bir alışkanlığı sizlere de öneririm. O zaman gezmenin, kent sokaklarını arşınlamanın, kendinizi roman kahramanlarının yerine koymanın tadı bambaşka oluyor.
Dünyanın sığınakları
İzlanda’da, bir fiyordun dibindeki küçük balıkçı köyünü, Finlandiya’da Bin Göller’deki kulübeyi, Kuzey Atlantik Okyanusu’nda Danimarka’ya bağlı Faroe adalarındaki kırmızı damlı evi, Kanada’nın en doğusundaki New Foundland’ı düşününce de içimde aynı huzuru buluyorum.
Hele İskoçya’nın en kuzeyindeki yeşil tepeler, otların üstüne uzanıp seyrettiği vahşi koyunlar, üstümden geçen yumak yumak bulutlarda gördüğümü sandığım resimlerin beni nasıl arındırdığını hiç unutamıyorum. Yine İngiltere’nin en kuzeyindeki Orkney ve Shetland adalarında, kendimi dünyadan soyutlanmış hissediyorum. Beni bu uzak köşelerde, kimsenin bulamayacağını bilmenin rahatlığıyla şimdiki zamandan uzaklaşıyordum. Ben istemezsem hiçbir haber bana ulaşamıyordu. Habersiz kalmanın keyfini sürüyordum.
Düşündükçe, dünyada gözlerden uzak ne kadar çok mekan olduğunu görüp hayrete düşüyordum. Örneğin Orta Amerika’da Belize’in hemen ötesinde, Karayip Denizi’nin ortasındaki St.Georges adlı küçük mercan adasını unutup gitmiştim.
Yıllar önce bir süreliğine orada unutturmuştum kendimi. Ağaçlardan topladığım hindistancevizlerinin sularını kana kana içmiş, muz ağaçlarının arasına gerdiğim hamaklarda uyumuş, turkuvaz renkli sularda yüzmüştüm. Bu minik ada da, gözlerden ve haberlerden çok uzaklardaydı.
Patagonya’da, And Dağları’nın eteklerinde, Esquel kentinin yakınındaki Kara Göl’ün kıyısında bulunan derme çatma kulübede aynı kaybolma duygularını yaşamıştım. And Dağları’nın karlı zirvelerine bakarak sessizliğin ve yalnızlığın tadını çıkarmıştım.
Grönland kıyılarındaki küçük kentlerde, Norveç’in kuzeyindeki fiyortlara sığınmış köylerde, Pasifik Okyanusu’ndaki Mikronezya adalarında, Kanada’nın kuzeyindeki Baffin ve Cumberland bölgelerindeki ıssız köşelerde de kaybolmanın keyfine varmak mümkün.
Tek boyutlu dünya
Sizi bilmem ama ben haritaları çok severim. Odamın duvarında büyükçe bir dünya haritası durur. Üstünde kırmızı başlıklı raptiyeler sokuludur. Bunlar gezdiğim yerleri gösterir. Bazı yerlerde yan yana dizilen raptiyeler, o bölgeyi gelincik tarlasına çevirir.
Sizi bilmem ama ben haritalara tutkunumdur. En keyifli yolculuklarımı haritanın karşısında, oturduğum koltukta yaparım. Sizin için fazla anlam taşımayan noktalar, bana çok şeyler anlatır. O noktaların simgelediği kentler gözümün önünde canlanır. Caddeler, sokaklar, binalar, dükkânlar, işyerleri, lokantalar, barlar, mağazalar ayan beyan görünür. İnsanlar koşuşturmaya başlar, klakson sesleri havada uçuşur, güzel kızlar salına salına yürür. Mutfaklardan yayılan kokular haritadan çıkıp odama yayılır. Şık insanlar pejmürdeler, avare avare yürüyenler, bir telaş koşturanlar, siren sesleri, kahkahalar, gözyaşları… Bunların hepsini bir bakışta görürüm, duyarım, koklarım…
Siz Arjantin’in Şili sınırına yakın bölgesinde, minik bir noktayla işaretlenmiş “Salta” sözcüğünü gördüğünüzde neler düşünürsünüz?... Bu küçücük kent size bir şey anlatır mı? Ben Salta’ya baktığımda, bunaltıcı sıcakta girdiğim barı görürüm. Biraya İspanyolca’da “cerveza” dendiğini, soğuğunu anlatmak için barmene buz resmini gösterdiğimi hatırlarım. Sonra bu küçük kentin sokaklarında, koka yaprağı çiğneyerek uykusuz kalmaya çalıştığım geceler aklıma gelir.
Alaska’da, kıvrım kıvrım uzanan bir çizginin üstündeki ‘Susitna’ yazısını görünce adrenalim yükselir. Akıntılı sularda, küçük bir kayığın içinde yaptığım on üç saatlik zorlu yolculuk aklıma gelir. Yalnız kartallar, sessiz taygalar, asırlar öncesinin izlerini taşıyan buzullar gözlerimin önünden akıp gider.
Kuzey Denizi’ndeki küçücük bir adanın üstünde, beş puntoyla yazılmış, çok zor okunan “Kirkwall” sözcüğü dikkatinizi hiç çekmemiş olabilir. Ama ben o noktaya bakınca, bitmek bilmeyen günleri, sabaha karşı mora boyanan suların oynaştığı körfezi, şişeden yudumladığım kadifemsi içimli malt viskinin tadını hatırlarım. Kendimi ıssız barlarda, siyah biranın yoğun köpüğüne parmağımla şekil çizerken yakalarım.
Siz Portekiz’in güney ucunda yer alan “Portimao” yazısını görmeden geçebilirsiniz. Ama benim bakışlarım o yazıya takılır kalır. Sardalye yerken dinlediğim, yanık ve boğuk sesli şarkıcıların söyledikleri “fado”lar kulaklarımda çınlar. Anlamını bilmediğim şarkılara döktüğüm gözyaşları aklıma gelir.
Roman kahramanı keşiş Fra Mauros gibi bir haritacı olmayı arzularım. Bu da kim derseniz anlatayım. Bu keşiş, Amerikalı yazar James Cowan’ın, A Mapmaker’s Dream adlı romanının kahramanıdır. Venedik’te, San Michele di Murano Manastırı’nda yaşamaktadır. Hücresinden ziyaretçi eksik olmaz. Elçiler, gezginler, tüccarlar, din adamları, çeşitli görevliler, geziden dönünce soluğu Fra Mauros’un yanında alırlar ve gördüklerini anlatırlar. Keşiş, bu anlatılanlarla bir dünya haritası oluşturur. Bu haritada sadece kentler, yollar, sınırlar yer almaz. Tutkular, istekler, inançlar, rüyalar, aşklar da görüntüye girer. Yani Keşiş Fra, hücresinden hiç çıkmadan, benim hep yapmayı hayal ettiğim dünya haritasını çizer.
Yürüyerek keşfetmek
Kentleri nasıl gezmeli? Yanıtı pek zor olmayan bir soru… Tabii ki yürüyerek.
Kentleri daha iyi tanımak istiyorsanız yürüyün. Ben öyle yapıyorum. Yüzleri, caddeleri, sokakları sindire sindire keşfediyorum. Amaçsız ve telaşsız yürüyüşleri çok seviyorum. Düşünce üretmeden, kendimi unutarak yürümeyi… İnsanlar, binalar, arabalar, balkonlar, iplerde uçuşan çamaşırlar, vitrinler, ağaçlar, çiçekler, çocuklar… Onlara bakıp kenti anlamaya çalışıyorum. Özetle kentte aylak aylak dolaşmayı seviyorum.
Ünlü yazar Hermann Hesse de, gezilerinde hep yürümeyi tercih ettiğini belirtir. Yürürken mümkün olduğunca arka sokakları tercih edin. Oralar, ülke hakkında daha çok bilgi verecektir sizlere. Ben, ilginç görüntüleri hep arka sokaklarda yakaladım. Eğer gittiğiniz kentte metro varsa mutlaka birkaç duraklığına binin. Yeraltındaki yollar, o kentin başka bir yüzünü anlatacaktır.
Kapsül otelin tabut odaları
Otelleri severim… Lezzetli bir kırmızı şarap ısmarlarım. Şarapta üzümün Cabarnet Sauvignon, Shiraz veya Merlot olmasına dikkat ederim. Bu üzümlerden yapılan şarapların tadına doyum olmadığını bilirim. Yerli yapımlara pek rağbet etmem. Şarap yoksa iyi bir viski isterim. Hele Spey Irmağı’nın suyuyla damıtılmış, İskoçya adalarının turbolarıyla islendirilmiş malt bulursam keyiften ölürüm. Kokusunu salıvermesi için viskiye, sadece bir parmak soğuk su koyduktan sonra uzaklara dalarım. Bu anlar yaşamımın en güzel anlarıdır. Sessiz, dingin, yorgunluğun bile haz verdiği sihirli anlar… Birkaç sıkı yudumdan sonra, o gün ne yaptım ne ettim yazmaya başlarım.
Ne de olsa her deneyim yaşamın başka bir yüzünü gösteriyor.
Uzaklarda
Sadece dört sözcük.
Tundra, tayga, Parana, pampa…
Tundra sözcüğü, onu görmeden önce bende hep yalnızlığı çağrıştırırdı. Sözlükteki karşılığının, “bir başınalık, mutlak sessizlik” olmasını isterdim. Gördükten sonra da bu yargılarım değişmedi. Tundralarla, Alaska’nın, Kuzey Kutbu’na yakın bölgelerinde tanıştım. Göz alabildiğine uzanıp giden hayalet topraklardı. Üzerinden yosunların sarktığı, çam benzeri yapraksız, çelimsiz ağaçlar bu hayalet toprakları yuva bellemişti. Dallarında ne bir kanat sesi ne de hışırtılı bir esiş vardı. Öylesine yapayalnız ve sessiz topraklardı ki.
Uçsuz bucaksız topraklarda bir tek ben vardım. Dünya üstünde, yapayalnız kalmış gibi hissettim kendimi. Ürktüm. Kıyısında oturduğum bataklığın hemen yanında gördüğüm koca pençe izleri, hüznümü korkuya döndürdü. Koca bir ayı, biraz önce burada kana kana su içmişti. Onu göremiyordum, ama buralardaydı.
Her an karşıma çıkabilecek dev boz ayının korkusu, Kutup’tan kopup gelen kuzey rüzgârının soğuğuyla birleşince, soluğu karavanımda aldım. Kapılarımı kilitleyip, dünyanın tepesinde bir başına kalmanın keyfini, bir süre daha yaşadım. Daha sonra, tundraları boz ayıya emanet edip, Alaska’nın Kuzey Buz Denizi kıyısındaki Barrow kentine gittim.
Taygayı duyduğumda, iliklerime kadar üşürüm. Sibirya gelir aklıma, bembeyaz karlar gelir. Kulaklarıma dondurucu rüzgârın uğultusu dolar.
Parana’yı duyduğum da ise terlerim. Kalabalıkların arasına sıkışıp kalırım. Parana Nehri’ni, Yukon kadar, Amazon kadara, Çoruh kadar, Zap Suyu kadar severim. Parana’dan önce, onun yavrusu İguaçu’yla tanışmıştım. Brezilya’daydım. Mutlak, görkemli ve ürkütücü İguaçu çağlayanlarının karşısında, üç nehrin, birbirine çarpıp, yükseklerden aşağıya oluk oluk dökülüşüne şahit oldum.
Parana’yla Brezilya’dan Paraguay’a geçerken tanıştım.
Pampa’yı duyduğumda, karışık duygulara kapıldım. Uçsuz bucaksız düzlükleri, sığır çobanı goşoları, Darwin’in gezilerini düşünürüm. Pampalar ülkesi Arjantin’e gittim ama, geniş düzlükleri hiç görmedim. Sıcak tuz çöllerini aştım, Salta kentinden, “Bulutlara Giden Tren”e binip, And Dağları’na tırmandım. Ara istasyonlardaki kısa duruşlarda lamaları sevdim, etrafımı çeviren çekik gözlü, esmer tenli sümüklü çocuklardan, And Dağları’ndan toplanmış taşlar satın aldım. Fötr şapkalı kadınların, sırtlarına bağladıkları bebekleri öptüm. Yükseklik beş bin metreyi geçince, kompartımanın koltuğuna ceset gibi yığılıp kaldım. Nefes alamadım, midemin bulantısını bastıramadım. Karşımda oturan Arjantinli köylünün verdiği koka yaprakları bile canıma can katamadı.
Trenden, And Dağları’nın eteğindeki, dünyanın en kurak çölü Atacama’da indim. On gün boyunca bu çölde, gündüzleri cehennem sıcağıyla, geceleri ise dondurucu soğukla boğuştum, yeşili özledim. Düşlerimde hep soğuk pınarlar gördüm. Bu kadar zahmet çektim ama, pampalara bir türlü ulaşamadım.
Dünyanın tepesine yolculuk
Dünyanın en uç noktaları ile sınır bölgeleri hep ilgimi çekmiştir. Afrika’nın en güney noktası “Ümit Burnu”nda, Arjantin’de “dünyanın bittiği yer” Ushuaia’da, Portekiz’de Avrupa’nın batıdaki son noktasında yer alan kayalıklarda değişik duygular yaşamışımdır. Bir yerlerin en güneyine, en kuzeyine, en doğusuna, en batısına, en sıcağına, en soğuğuna, en kurağına gidebilmek için hep çareler ararım. Gezi defterlerimdeki “en” sayısını ne kadar arttırırsam, o kadar mutlu olacağıma inanırım.
Alaska hala vahşi
Alaska denen sert, hırçın ve uzaklardaki kara parçası beni hep kendine çekti. Düşlerimi süsledi. Orada olma arzularımı kamçıladı. Ona kavuştuğumda, onu düşlediğim gibi buldum.  Vahşiydi, ulaşılmazdı ve hala bakirdi.
Alaska güzelliklerini göstermekte dirençliydi. Tıpkı sürmeli gözlerinin dışındaki tüm güzelliklerini örtüler ardına gizleyen Tuareg kadınına benziyordu. O örtülüre aralayıp güzelliklere ulaşabilmek için nasıl ölümü göze almak gerekiyorsa, Alaska’nın güzelliklerini görebilmek için de böylesine bir tehlike söz konusuydu.
Susitna Nehri’nde
Her yıl Anchorage kentinden başlayıp, Bering Boğazı’nın güneyindeki Nome kentinde sona eren, 1.800 kilometrelik zorlu yarışı, bu yıl kendi köpeklerinin kazanacağını söylüyordu. Alaska’nın Yukon’dan sonraki en uzun ve en vahşi nehri Susitna’nın sularına binip, Mike’ın çiftliğine gidecektik.
McKinley Kuzey Amerika’nın en yüksek dağı olmanın verdiği gururla, tüm kıtaya tepelerden bakıyordu. Her daim beyaz olan zirvesinin etrafını, pembe-mor arası bulutlar süslemişti. Erişilmez, sessiz ve görkemliydi. Gördüğüm zirveler nedense hep yalnızlığı çağrıştırıyordu bana. Aslında tüm Alaska’da bu çağrışım vardı. Tundralarda, taygalarda, uçsuz bucaksız ovalarda, Yukon Nehri’nin üstündeki bulutlarda, Susitna’da süzülen kartallarda… Koca ülkede sanki mutlak bir sessizlik, yalnızlık hüküm sürüyordu. Gezgin olmak, bu zorluklara katlanmakla gerçekleşiyordu. Esas keyfin, arka sokaklarda, sarp yamaçlarda, kızgın kumlarda, geçit vermez ormanlarda olduğunu öğrenmiştim artık.
Evinizin gazına basın
Hedefte, vahşi yaşamın en güzel örneklerini barındıran Kenai Ulusal Parkı vardı.
Yağmur Ormanlarında
Orta Amerika’da, Meksika ile Guatemala’nın arasına sıkışmış eski bir İngiliz sömürgesine, Belize’e gidiyordum.
Gündüzleri yerlilerin palalarla açtıkları yollardan ilerleyip, kah yarışmayı izliyor, kah Maya medeniyetinin kalıntıları arasında dolaşıyorduk. Bu arada, ağaçlardan hindistancevizi düşürüp, onun içindeki lezzetli suyu içecek kadar orman tecrübemi geliştirdim. Geceleri ise yemekten sonra iskeleye çekilip, şarap içerek yıldızlı gökyüzünü seyrediyor, ormanın derinliklerinden gelen vahşi sesleri dinliyordum. İşte bu anlar içimi korkuyla karışık bir keyif sarıyordu.
St. George’s Cay, tipik bir tropikal adacıktı. Beyaz kumları, turkuvaz renkli denizi, hindistancevizi ağaçları, hortumlar yüzünden her yıl yıkılıp yeninde yapılan ahşap evleri, her şeye razı olmuş sıcakkanlı, güleç insanlarıyla cennetin bir köşesine benziyordu.
Jamaika’da boş verin
Reggea, rom ve ganja otu… Jamaika’nın vazgeçilmez üçlüsü. Bob Marley’i tanımayanınız var mı? Dread denen lüle lüle saçları omuzlarına kadar dökülen tipik bir Jameikalı. Bu saçlar, moda olsun diye bırakılmamıştı. Dread türü saçlar, kişisel itinaların, çıkarların, hırsların bir kenara itildiğinin sembolüydü.
“No women, no cry…” Bu şarkıyı bilir misiniz? Bob Marley’in en ünlü şarkılarından biriydi. Reggea, öyle sıradan bir müzik değildi… Bir başkaldırı, toplumsal hoşnutsuzluğu ifade eden, Afrika’ya dönüş özlemini dillendiren ve ganja otunun dinsel amaçlı kullanılabileceğini savunan bir müzik türüydü. Bu türün bir numarası da Bob Marley’di.
Karayip Denizi’nin en büyük adalarından biri olan Jamaika, şekerkamışı tarlaları, muz ağaçları ve diğer tropikal ağaçlarla kaplı bir “orman ada”ydı. Adada iki kent var: Montego Bay ve Kingston. Diğer yerleşim yerleri, ormanların arasında kaybolmuş, çoğu İngiliz ismi taşıyan küçük kasabalardı. Gündüz saatlerinde, beyaz renkli turistler için pek tehlike yoktu. Ama karanlık bastırdıktan sonra, başta başkent Kingston olmak üzere, kentler ve kasabalar gezginler için oldukça riskliydi.
1655 yılında adayı işgal eden İngilizlerin, ağır işlerde çalıştırmak üzere Afrika’dan getirdikleri köleler, bugünkü Jamaikalıların atalarıydı. 1838 yılında özgür bir halka dönüşen bu insanlar, bugünlerde de atalarından farklı bir yaşam sürdürmüyorlardı.
Jamaika, sihirli, neşeli, şaşırtıcı ve çok güzel bir adaydı. Bir olanak bulursanız, bu dünyanın cennetinde günahkâr olmanızı öneririm.
Bulutlara giden tren
Salta’dayım…
Dünyanın taa diğer ucunda. Arjantin’in, sırtını And Dağları’na yaslamış küçük kentlerinden biri. Bir sınır kenti. Dağları, çölleri aştıktan sonra karşıda Şili var.
Ne işim vardı Salta’da? Belirgin bir amacım yoktu. Bu küçük kentte bir gece kalacak, oradan “Bulutlara Giden Tren”e binecek, And Dağları’nın zirvelerinden birinde, beni Atacama Çölü’nü geçirecek kamyonla buluşacaktım.
Tango’nun Başkenti
Müze, Arjantin’in Patagonya bölgesinde, Esquel kenti yakınlarındaki Leleque adlı bölgede. Buenos Aires kenti, Rio de la Plata’nın kıyısında kurulmuştu. Dalgın dalgın akan dünyanın bu en geniş nehrinin çamurlu sularına bakınca, kendimi bir an deniz kıyısında sandım. Çünkü karşı kıyı görünmüyordu. Oysa kentin, denizden 240 kilometre uzakta olduğunu biliyordum. Buranın adını, Güney Amerika’ya “bir vatan getiren” İspanyol gemiciler koymuşlardı: “St.Maria del Buen Aire” (Güzel Hava Azizi Maria). Anladığım kadarıyla burada “güzel hava” demekle, “fırtınasız, dingin” bir hava kastedilmişti.
San Telmo semtinde ise “orijinal” Buenos Aires’le karşılaştım. Daracık sokaklardaki iki katlı evler, kentin ilk zamanlarını gözler önüne seriyordu. Antikacıların, sokak satıcılarının, lokantaların bulunduğu bu sokaklarda, yaşlı müzisyenler, keman ve bandoneonla tango çalıyorlardı. Onların müziklerine ise çok giyilmekten parlamış siyah elbiseli, siyah fötr şapkalı adamlarla, file çorapları yer yer kaçmış, derin yırtmaçlı, kırmızı kadife elbiseli kadınlar danslarıyla eşlik ediyorlardı. Kentin her köşesinde rastlayabileceğiniz bu sokak tangocuları, kendilerini izleyen turistlere, birkaç kuruş karşılığında öfkenin, kıskançlığın, intikamın, ölesiye aşkın tarihini anlatmaya çalışıyorlardı. Hareketleri öylesine sert, öylesine kesin, birbirinden ayrılmayan bakışları öylesine öfke doluydu ki, tangonun danstan çok bir hesaplaşma, bir meydan okuma olduğu görülüyordu.
Buenos Aires’te beni şaşırtan görüntülerden biri de, yuvarlak bir kabın içinden, kalınca bir çubukla bir şeyler içenler oldu. Hangi tarafa baksam bunu içen insanları gördüm. Daha sonra bu tutkunun adının “mate” olduğunu öğrendim. Paraguay’da biten bu ot, Arjantinli’nin en büyük tutkusu haline gelmişti. Ağzı açık top gibi bir kabın içine bu ottan bir iki tutam konuyor, üstüne sıcak su dolduruluyordu. Bir süre demlendikten sonra bu içecek, ucu çay süzgeci gibi delikli bir çubukla içiliyordu. Kabın cinsi, bağlı olunan sınıfa göre değişiyordu. Zenginler gümüşten, yoksullar ise küçük balkabağından yapılma kapta matelerini demlendiriyorlardı. Bu içeceği ben de tattım. Buruk-acı bir tadı olan mateye, bu kadar düşkün olmalarına bir anlam veremedim.
Dünyanın bittiği yer
Arjantin’in güneyinde, Antarktika’ya kadar uzanan toprak parçasının adı Patagonya’ydı. Arjantin’in başkenti Buenos Aires’ten bindiğim küçük uçak, pampaları, o uçsuz bucaksız düzlükleri, tuz göllerini, ünlü sığır çobanları goşoları topraklarını aşıp, iki saat sonra Patagonya’nın kuzey kentlerinden biri olan Bariloche’ye indi. Piste ayak bastığımda beni ilk karşılayan soğuk bir rüzgâr oldu.
İçlere doğru girdikçe cennete yaklaştığımı sandım. Gözümün önünde inişli çıkışlı platolar, hayret verici renkler ve formlar panoraması uzanıyordu. Sonbaharın son günleri, doğayı renk cümbüşüne döndürmüştü. Ağaçların yaprakları vişneçürüğüne boyanmış, yerlerdeki çalı topları, kekik otları asit sarısına dönmüştü. Gözün görebildiği her santimetrekarede bir başka bitki ve onun taşıdığı bir başka renk vardı. Sağımda uzanan ve ardında Şili topraklarının bulunduğu And Dağları, zirvelerini şimdiden karla örtmüştü. Dağların ağaçsız bölümlerinde küf yeşili, çinko mavisi, kök kırmızısı hâkimdi. Bu renklerden sonra başlayan ormanlarda ise bir başka “renkahenk” vardı.
Portekizli kâşif Fernao de Macellan, 1520 yılında Patagonya’ya ayak basan ilk Avrupalı olmuştu.
Patagoya yeme içme
Patagonya’da ve tüm Arjantin’de yemek denince akla ilk gelen şey et. Bizdeki kebapçılar gibi, her köşe başında bir ızgaracıya rastlamanız olası. Dünyanın en büyük otlaklarına sahip bu ülke, et konusunda haklı bir şöhrete sahip. Asado denen ızgara biçimi ise en tercih edilenlerin başında geliyor. Burada, orta yerde yanan ateşin etrafına, şişlere geçirilmiş bütün kuzular, bonfileler, pirzolalar diziliyor. Ateşe doğru meyilli bir şekilde dizilen bu etler, döndürülerek ızgara ediliyor. Yani bizdeki yatık kebabın bir benzeri. Siz ne kadar “iyi pişsin” deseniz de Arjantin’de kansız et yiyemezsiniz. Izgara ustaları, çok pişirmeyi, ete yapılan en büyük hakaret olarak algılıyorlar. Ülkede etin dışında bir de İtalyan lokantaları rağbet görüyor. Belki de dünyada en iyi İtalyan yemeklerini burada yiyebilirsiniz.
Et olur da şarap olmaz mı! 346.000 hektar bağ alanına sahip olan Arjantin, şarapçılıkta da iddialı üretimler yapıyor. Arjantin’in Bordeaux’su denilen Mendoza bölgesinde yetiştirilen Malbec üzümü, kırmızı şarapta olağanüstü sonuçlar veriyor. Cabarnet Sauvignon, Shiraz, Pino Noir ve Tempranillo diğer önemli kırmızı sepajların arasında sayılabilir.
Günahkâr kent Rio
Jamaika’da reggae müziği ne kadar kutsalsa, burada da samba o kadar kutsaldı. Yazarın dediği gibi, Samba, Brezilya halkının kanında dolaşan, sevda ateşini tutuşturan bir ezgi değildi yalnızca. Yaşamın ta kendisiydi. Buralılar için sambasız bir yaşam asla düşünülemezdi.
Daha sonraki günler, Ipanema, Flamengo, Botafogo, Leblon ve bara plajlarını geride bırakıp, tepelere doğru tırmanmıştım. Küçük bir trenle, Corcovado Dağı’nın zirvesine çıkmış, 38 metre boyunda ve 145 ton ağırlığındaki İsa heykelinin ayaklarının dibinden Rio’yu kuşbakışı seyretmiştim. Kollarını iki yana açmış olan heykel, sanki, dağın eteklerinde, akla hayale gelmeyecek her türlü günahı işleyen Rioluları kötülüklere karşı koruyordu. Kenti simgeleyen diğer bir yükselti de Şeker Dağı’ydı. Teleferikle çıktığım bu dağın tepesinden kentin uçurumlarını, dantel gibi sahillerini, plajlardaki çıplak vücutların dalgalanışını, havaalanına inip kalkan uçakları, şişik yelkenlileriyle süzülüp giden tekneleri tek bir fotoğraf karesinde görebiliyordum.
Mini rehber – Brezilya
Bardaktaki lezzet
Brezilya’nın en ünlü içkisinin adı “kayprinha”. Sıcak yaz günleri için ideal bir içecek. Bu içkinin hazırlanışı şöyle:
Sekiz parçaya bölünen limon genişçe bir bardağa konuyor. Limonun üstüne bir çorba kaşığı dolusu pudraşeker ilave ediliyor. Bu karışım tahta havan döveceğiyle suyu iyice çıkıncaya kadar eziliyor. Daha sonra bardak ağzına kadar buzla, en sonunda da şekerkamışından damıtılmış rakıyla (kasaşa) dolduruluyor. Eğer bu içkiyi yapayı siz de denemek isterseniz, şekerkamışı rakısı yerine cin veya votka kullanabilirsiniz.
Damakta tanıdık tatlar kalıyor
Brezilya mutfağı damağımıza hiç de yabancı değil. Örneğin, “pastel de camaro”, bizim çiğböreğin karideslisi… Etlisini ve peynirlisinin tadı da yabana atılacak gibi değil. Güveçte paçayla pişirilen “fejuda”nın (siyah kuru fasulye), manyoka unu eşliğinde yenmesine doyum olmuyor. Bildiğimiz tandırın adı Rio’da “cupim” olmuş. “Ovos de codorna” (kartal yumurtası), herkese önerebileceğim enfes bir meze. “Pao com alho” dedikleri ekmek ise lezzetin doruklarında dolaşıyor. Sarımsak sosuyla yağda kızartılmış tavuk kanatları, şarapta karamelize edilmiş soğanlarla örtülü sosisler, insana parmaklarını yediriyor. Barbekü ise lezzetin finali. Barbekü servisi başlayınca, masaya bir tarafı yeşil, diğer tarafı kırmızı renkli bir zar bırakılıyor. Siz zarın kırmızı tarafını çevirinceye kadar sürekli et servisi yapılıyor. Et o kadar lezzetli ki, eliniz zarın rengini değiştirmeye bir türlü gitmiyor. Ben ancak çatlamak üzereyken son bir gayretle kırmızı tarafı çevirdim.
Asya’da
Doğu’nun Batılısı Pekin
Çinlilerin, MÖ 1000’lerde bronz endüstrisini geliştirdiğini; MÖ. II yüzyılda kâğıda yazı yazdıklarını; MS VI. Yüzyılda çaylarını porselenden içtiklerini; VII. Yüzyılda; Avrupalı’dan yedi yüz yıl önce matbaayı icat ettiklerini; X.yüzyılda barut ve ateşli silah yaptıklarını…
Her kentin bir, “mutlak görülmesi gereken yerler” listesi vardır. Pekin’de bu listenin başında Yasak Kent yer alıyor. Burası ünlü Tienanmen Meydanı’nın tam karşısında. Adını beş yüz yıllık yasaklığından almış. Ülkenin en eski ve en iyi korunmuş imparatorluk ikametgâhının inşaatında, bir milyondan fazla usta ve amele çalışmış. 1406 yılında İmparator Yongli’nin emriyle başlayan inşaat on dört yıl sürmüş. İkametgah için ayrılan alana 800 saray ve saray yavrusu ile 9000 oda inşa edilmiş.
Öneri: Ödağacından yapılmış yelpaze, tütsü, küçük heykelcikler, porselen çaydanlık, yeşil çay, uçurtma, ağrı giderici Çin kremi almadan dönmemenizi öneririm.
Yeme İçme: Pekin’e gidince ördek yenmeden olmaz. Ünlü Pekin ördeği, üç aşamada servise sunuluyor. Önce, ördeğin derisi, buharda pişmiş bazlamanın (lotus çöreği) içinde, tatlı-ekşi sos, pırasa veya yeşil soğan dilimleriyle dürüm yapılıp sunuluyor. Daha sonra et, sebzeyle birlikte servis ediliyor. Yemeğin sonunda da kereviz sapıyla pişirilmiş çorbası geliyor. Ördek ziyafeti, içinde ördek ayağı ve ciğerinin de bulunduğu bir yemekle sürüyor. Ama benim tavsiyem, ördeği bir güzel ayıklatıp, bazlamaların içine dürüm yaparak yiyin. Eğer Pekin’e yolunuz sonbahar ve kış aylarında düşerse, koyun pirzolası güvecini (şuanyang ru) mutlaka yiyin.
Pekin’de benim en favori mekânlarım ise Uygur lokantaları. Gözünüzün önünde açılan taze erişte, buharda pişen etli mantı ve bizim şişkebabına benzeyen şaşlık kebabı, her öğün yiyeceğim yemeklerin başında geliyor.
Çubuk kullanmayı beceremiyorsanız çatal kaşık isteyebilirsiniz. Çin geziniz sırasında ekmeği ve tuzu unutmanız gerekecek.
Uzakdoğu yolunda macera
Sıra sıra dizili dükkânlarda her türlü canlının kurusunun satıldığına şahit oldum. Kurutulmuş gıdaların başında deniz mahsulleri geliyordu. Örneğin balık kılçığı, balık derisi, balık yüzgeci, denizyıldızı, denizatı, denizanası, midye, yosun ve adını bilemediğim yüzlerce deniz ürünü, ya ipe dizilmiş olarak ya çuvalların içinde satışa sunulmuştu.
Vietnam: gülen insanların ülkesi
Vietnam’da geçerli ikinci dil Fransızca’ydı. Programımızda Saygon Nehri’nde tur atmak vardı. Bindiğimiz küçük motor, çamur renkli suları yararak ilerledikçe, insanı şaşırtan manzaralarla karşılaşıyordum. Nehrin iki kıyısında kazıklar üstüne kondurulmuş derme çatma evler yer alıyordu. Etrafı tenekelerle, damları ise palmiye yapraklarıyla örtülü bu evler, birer sefalet abidesi gibiydi.
“Dünyanın damı”na yolculuk
Katmandu, aşkın, barışın ve esrarın merkeziydi. Bu uzak kent, dünya hippilerinin başkentiydi. Vitrinler bitince dükkânların içine girip, detay çalışmalarına başladım. Şarap markalarına göz attım, parfümleri kokladım, sonra insanlara baktım: tenlerde koyu renk hâkimdi. Doğdukları günden beri kesmedikleri saçlarını, renkli sarıklarının altında toplayan Sihler çoğunluktaydı.
Hindistan – Mini Rehber
Hindistan’ın acısı terletiyor
Hindistan’da yediğim yemeklerin lezzetlerinin, gerek Türkiye’de gerekse Amerika’da yediğim Hint yemeklerinin lezzetlerine hiç benzemediğini gördüm. Hint yemekleri, sunuldukları ülkenin damak zevkine göre lezzet değişikliğine uğratılmıştı. Örneğin Amerika’da garson, yemeğinizi ne kadar acı istediğinizi sorar. Hindistan’da ise yemeklerin hemen tümü acı. Bu acı öyle sıradan bir acı da değil. Benim gibi bol acı yemekle övünen birisini bile terletecek düzeyde.
Hint yemekleri için, “dünyanın en girift yemekleri” tanımını kullanmak yanlış olmaz. Her eyaletin ayrı bir mutfağı var. Bu mutfakların karışımı Hint mutfağını oluşturuyor. Hint mutfağının diğer önemli özelliği de bol baharat kullanılması. Baharat sadece acı biberle sınırlı değil. Biberden sonra en çok kullanılan baharatların başında safran geliyor. Zerdeçal, zencefil, kişniş, kakule, kimyon, karanfil ve karabiber de yemeklerin vazgeçilmez baharatları arasında yer alıyor.
Hint mutfağında kırmızı et kullanılmıyor. Onun için tavuk başköşeyi işgal ediyor. Ayrıca baklagiller de Hint mutfağının gözdeleri, Mercimek, pirinç ve buğday üçlüsüyle yapılan ve “dal” adı verilen yemek, sofraların en rağbet gören gıdası. Diğer bir vazgeçilmez de, Basmati pirinciyle buharda pişirilen safranlı pilav.
Hint mutfağında benim favorim ekmekler. Bizim pideyi andıran, içine sebze ve patates konan ekmekler başlı başına birer lezzet harikası.
Tapınaklar kenti Katmandu
Yeni Delhi’den havalandıktan bir saat sonra Himalayalar tüm haşmetiyle görüntüye girdi. Başımı uçağın penceresine yapıştırıp “dağların imparatoru”nu seyretmeye başladım. Bütün zirveler istinasız bembeyazdı. Bulutları delip gökyüzüne doğru uzanmışlardı. Dünyanın en yüce dağlarını bu kadar yakından görmek beni heyecanlandırdı.
Haritama bakıp, beni Durbar Meydanı’na götürecek dar sokakları işaretledim. Turistik bölgeden uzaklaştıkça, Katmandu’nun gerçek yüzünü görmeye başladım. Neredeyse her köşe başında bir tapınak vardı. Sokakta yürüyenler bu tapınakların önünde kısa bir süre duraklıyor, bir iki dua ediyor, varsa çanı çalıp günahları uzaklaştırıyorlar, en sonunda da küçük heykelin üstüne parmağıyla dokunup, aldığı kırmızı boyayı alnına sürüyordu. Eğer heykelin önünde çiçek varsa, ondan birkaç yaprak koparıp, saçlarının üstüne koyuyordu.
Paşupatinat, Hindu inanışının en kutsal tapınak komplekslerinden biriydi. Çiçekten kolyeler satan kadın satıcıların önünden geçip, kompleksin damı altın kaplı Paşupati Tapınağı’nın önüne geldik. İçeri Hindu olmayanlar alınmadığı için kapıdan bakmakla yetindim. İçeriye deri sokmak yasaktı. Onun için ayakkabı, kemer, çanta, cüzdan gibi deriden yapılmış eşyalarla girilemiyordu.
Saşi anlamakta zorlandığım aksanıyla bana Indra’yı, Krişna’yı, Rudra-Şiva’yı, onların farklı bedenlere dönüşümlerini, sahip oldukları güçleri ve sonsuza dek yinelenen doğuş ve batışlarını, erkek ve kadın cinsel organlarından oluşan heykellerin ne anlak taşıdığını anlatıyordu.
Arabaya doğru giderken, kutsal Bagmati Nehri’ne baktım. Bir yandan ona emanet edilen günahları, bir yandan da küle dönüşmüş ruhları yüklenmiş, sorumluluğunun bilincinde yavaş yavaş akıp gidiyordu.
Katmandu’dan çıkıp, Himalayalar’ın en güzel göründüğü Nagarkot’a doğru yola koyulduk.
Önce yol üstündeki Banape kentine saptık. Kısa bir duraklama olacaktı. Rehberimi de yanıma alıp, vakit geçirmeden dar sokaklardaki yaşam manzaralarının peşine düştüm. Zirvedeki tapınaktan kenti seyrettim. Kiremit kaplı damların estetiğine hayran kaldım. Sonra, güneşin bile girmekte zorlandığı daracık sokaklarda, çeşme başlarında yıkanan, bulaşık yıkayan kadınların en güzel pozlarını yakalamaya çalıştım. Nepal evlerinde banyo, tuvalet ve mutfak olmadığı için, çeşme başlarının önemli buluşma noktaları olduğunu öğrendim.
Objektifimi sonra, camsız pencerelerden etrafı seyreden çocuklara, buğdayları savuran kadınlara, sokak kerevetlerine oturup sohbet eden insanlara çevirdim. Saşi, bu kerevetlere ülkenin her sokağında rastlandığını, buraların hamalların yüklerini koyup dinlenmeleri için yapıldığını anlattı. Kerevetler bizim kahve işlevini görüyordu. Mahalleli burada bir araya gelip dertleşiyordu. Bana dostça, sempatiyle ve anlayışla bakan bu insanlara veda edip yoluma devam ettim.
Himalayar’a, uzaklardaki Everest’in zirvesine baktıkça iç dünyamın resmini görüyordum sanki… Bu yüce dağlar çok uzaklardaydı ama, oradan kopup gelen soğuk, sert rüzgarın içime işlediğini hissediyordum. Boğuk, vınlayan, soğuk dağ rüzgarı, teraslardaki sarı çiçekleri dalgalandırıyordu. Olağanüstü bir ışık vardı ve dağlar sarı dalgalı bir denize benziyordu. Himalayalar, kirli sarı, mavi, beyaz bulutlarla çevrilmişti. Koca kartallar, kanat çırpmadan süzülüp duruyorlardı. Birden kartal olmayı istedim. Tanrılar mutlaka o zirvelerde oturuyordu ve görüntü cenneti andırıyordu.
Batan güneş, zirveleri önce pembeye, sonra kırmızıya boyadı. Sonra mavimsi bir alacakaranlık bastı. Yüce dağlar sonsuz huzur ve sessizliğe daldı.
Bhaktapur parayla girilen bir müze kentti. Biletimi alıp kale kapısını andırır bir kapıdan girince kendimi Durbar Meydanı’nda buldum. Nepal’de kraliyet sarayı bulunan tüm meydanlara “Durbar” adı veriliyordu. Meydanı daha önce görmediğim halde biliyordum. Ünlü yönetmen Bertolucci, 1994 yılında Küçük Buda adlı filmi burada çekmişti. Aradan onca yıl geçmesine rağmen, bazı sahneleri hayal meyal hatırlıyordum. Küçük Buda’nın koşturduğu meydanın bir köşesine oturup etrafı seyrettim. Dediğim gibi detayların yerine, bütünü gözlemek niyetindeydim. Detaylara dalarsam işin içinden çıkamayacağımın, zamanı yetiştiremeyeceğimin farkındaydım.
1700’lü yıllarda yapılan, “Elli Beş Pencereli Saray”ın altın kapısından içeri girdim. İç kapının alınlığındaki tahta oymaların karşısında büyülenip kaldım.
Ertesi gün erkeden, ülkenin en eski Buda tapınaklarından biri olan Svayambhunath’a gittim. İki bin yıllık bu tapınak, bir tepenin zirvesinde yer alıyordu. Yaklaşık dört yüz basamakla çıkılıyordu.
Oradan “güzellikler kenti” Patan’a geçtim. Artistlerin, entelektüellerin, bohemlerin yaşadığı kalabalık sokaklarda gayesiz dolaşıp durdum.
Beni önce Tuşa Hiti denen, dünyanın en büyük banyo küvetine götürdü. XVII. Yüzyılda yapılmış bu açık hava banyosunda, kraliyet ailesinin yıkandığını anlattı. Sonra “Altın Tapınak”ta, tanrı heykellerinin çevresinde cirit atan kedi iriliğindeki fareleri gösterdi. Onların tanrı Ganeşa’nın dostları olduğunu söyledi.
Patan’dan Tibetli göçmenlerin kümeleştiği Budanat’a doğru giderken, görüntüler kadar trafiği de kanıksadığımı fark ettim.
En tepede Buda’nın mavi gözleri dört bir yanı gözlüyordu. İzin verilen en yüksek noktaya kadar çıkıp, ben de Buda’nın gözlemine eşlik ettim. Nirvana’ya doğru tırmanan on üç basamaklı altın merdivenin ilk basamaklarına yüz süren inananları seyrettim.
Nepal – Mini Rehber
Katmandu’da sokakların adları ve binaların numaraları yok. Haberleşme posta kutuları aracılığıyla yapılıyor. Bu nedenle, bir adresi aramak için boşuna zaman harcamayın.
Taksilerde taksimetre var ama çoğu sürücü bunu açmak istemiyor. Bu konuda ısrarcı olun. Yoksa birkaç misli para ödeyebilirsiniz.
Kent dışına çıkacaksanız yanınıza sandviç ve su almayı ihmal etmeyin. Kesinlikle açık su içmeyin.
Ne Zaman Gidilir
Nepal’e gitmek için en uygun dönem ekim ve kasım aylarıdır. Bu iki ayda hava ne çok sıcak ne de çok soğuktur. Yağmur ve sis olmadığı için bu aylar trekking yapmak isteyenler içen idealdir. Aralık ve ocak aylarında dondurucu soğuk olmaz ama karanlık erken basar, rutubetli ve dumanlı hava görüşü engeller. Şubat ve nisan ayları arasında hava ısınmaya başlar. Bu aylar da Nepal’e gitmek için uygundur. Ama sis yüzünden Himalayalar’ı görmek olanaksızlaşır. Mayıs ve haziran aylarında sıcak rahatsız edici boyutlara ulaşır. Toz fırtınaları gezginleri tedirgin eder. Haziran ve eylül ayları arası meşhur muson yağmurları başlar. Dağlar bulutların arkasında görünmez olur. Seller yüzünden yollar kapanır, uçak seferleri iptal edilir ve salgın hastalıklar artar.
Alışveriş
Katmandu öncelikle bir takı cenneti. Kıymetli veya yarı kıymetli taşlardan yapılmış takılar çok göz alıcı. Ayrıca ufak tefek onlarca hediyelik eşya da bulmak mümkün. “Khukuri” denen Gurha kaması ülkenin simgelerinden. Tahtadan oyulmuş masklar ve tanrı heykelleri de alışverişin gözdelerinden. Tabii ki peşmine dene kaşmirden dokunmuş atkı ve şallar çok ünlü. Gerçek peşminenin yanmış kıl koktuğunu hatırlatmakta yarar var. Pazarlık her yerde geçerli.
Nepal’de Yemek
Nepallilerin yemek yeme alışkanlığı içinde kahvaltı yer almıyor. Kahvaltı bir bardak çayla geçiştiriliyor. Öğle yemeği saat 10.00 civarında yeniyor. Akşam yemeği için ise güneş batmadan sofraya oturuluyor. Mercimek, pirinç ve baharatlı sebzeyle yapılan “daal baat tarkari” Nepallilerin tek yemeği. Her öğünde bu yemek yeniyor.
Arada bir bu yemeğin yanında, yağda kızartıldıktan sonra yoğurtla marine edilen baharatlı et (maasu) yeniyor. Daal baat tarkari iki gözlü kaplarda servis ediliyor. Bir göze konan mercimekli pirinç, elle topak haline getirilip yeniyor. İkinci göze konan yemeği yemek için de parmaklar kullanılıyor.
Nevari mutfağı ise oldukça karmaşık ama çok lezzetli. En sevilen Nevari yemeklerinin başında, yak etiyle doldurulmuş hamur topaklarından oluşan momoşa geliyor. Palula denen zencefil soslu biftek de sevilen yemeklerin başında yer alıyor.
Nepal restoranlarında ayrıca Hint yemeklerini de bulmak olası. Tanduri adı verilen baharatlı tavuk eti, çapati ve nan denen ekmekler en favorilerin başında geliyor.
Nepal’e gitmişken Tibet yemeklerinin tadına bakmadan dönmek olmaz. Momo en rağbet edilen Tibet yemeği. Momo, et ve sebzeyle yapılmış bir tür mantı. Kızartılmış momoya ise kote deniyor. Ev yapımı erişte, sebze ve et suyuyla pişirilen tukpa adlı çorbanın tadı ise enfes. Tüm bu yemeklerin yanında, tencere kapağı şeklindeki Tibet ekmeğini ihmal etmemek gerek.
Eğer yerel tatlarla aranız iyi değilse, Katmandu’da Batı mutfaklarından da örnekler bulabilirsiniz. Ama ben, büyükçe bir restorana gidip Nepal yemeklerinin tadına bakmanızı öneririm. Damağınızın, hiç bilmediğiniz enfes tatlarla tanışacağından emin olabilirsiniz.
Bir de Nepal’de açık su içmemeniz konusunda sizi uyarmak isterim. Mutlaka kapalı su için ve şişinen kapağını siz açın.

Kuzey’in güzellikleri
Vikinglerin “buz ülkesi”
Uçak Keflavik kenti havaalanına indiğinde, aylardan kasımdı ve kara bulutlar adeta yere yapışmıştı. Tipiden göz gözü görmüyordu. Gezginleri ürkütecek kadar uzak bir kara parçasındaydım. Iceland, İsland veya İzlanda… Ne derseniz deyin aynı anlamı taşıyordu: buz ülkesi. Yanardağlar, buzullar, turbalar, uçurumlar diyarı.
Ataları, Vikingler ve Keltler olan İzlandalılar, Kuzey insanının tüm özelliklerini taşıyordu.
Tarıma elverişli toprak oranı yüzde 20’ydi. Buralarda da, yünlerinden ünlü İzlanda kazaklarının örüldüğü koyunlar otlatılıyordu. Yazar Halldor Laxness, 1955 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştı. Dünyada seçimle işbaşına gelen ilk kadın cumhurbaşkanı İzlandalı’ydı. (Vigdis Finnbogadottir). Alkolizme neden olduğu için ülkede bira satışı yasaktı. İçki fiyatlarının çok pahalı olması nedeniyle herkes içkisini evinde damıtıyordu.
Küçük bir kent olan Reykjavik’te görmediğim sokak kalmamıştı. Hatta bu gezilerimde Türklerle ilgili bir efsane de öğrenmiştim. Kentin en büyük kiliselerinden birinin adı “Türk Kadını Gudda’nın Kilisesi”ydi. Merak ettim. Sordum soruşturdum, hikâyeyi öğrendim.
Yüz yıllar önce, Osmanlı hesabına uzak denizlerde fetihlere girişen Cezayirli korsanlar İzlanda’ya bir baskın düzenlemişler. Geri dönerken yanlarında ülkenin en güzle kızlarından biri olan Gudda’yı da götürmüşler. Korsan başının gözdesi olan genç kız Cezayir’de uzun yıllar yaşamış. Sonra onu azat edip tekrar İzlanda’ya götürmüşler. Gudda burada ülkenin en zengin adamıyla evlenmiş. Ama bir türlü mutlu olamamış. Onun aklı fikri Cezayir’deymiş. Bir süre sonra bu hasrete dayanamamış, fırtınalı bir günde bir gemiye binip Cezayir’e gitmek için denize açılmış. Ama azgın dalgalar kıyıdan biraz uzakta tekneyi batırıp Gudda’nın ölümüne sebep olmuş. Kocası da güzel karısının anısını yatmak için kente büyük bir kilise yaptırmış. Kilise halk arasında “Türk Kadını Gudda’nın Kilisesi” olarak anılmış.
Bir fiyordun kıyısındaki köyüne, Eskifjördur’a götürecekti. İşte kutup ışığını ilk kez o gece görmüştüm. Gökyüzünde gecenin bir saatinde uzun mavi, sarı, kırmızıçizgiler belirmişti. Durmadan yanıp yanıp sönüyordu.
Ringa balığının peşinde
Kutuplardan, buzulların soğuğunu yüklenerek kopup gelen rüzgar, değdiği yeri bıçak gibi kesiyordu. Dünyanın ilk yaratıldığı gündeki gibi tertemiz olan hava, tuzlu bir soluk gibi doluyordu içime. Ringa karanlıktan korkar. Onun için geceyi bekleyeceğiz. İzlanda’da hiçbir balıkçı mehtaplı gecelerde ava çıkmaz. Çünkü ay ışığı, su yüzeyinde güneş gibi yansır, bu nedenle balık toplanmaz, dağınık yüzer…
Uzak denizlerde balığa çıkmak yıllardan beri düşlerimi süslerdi. Ama sallantı, soğuk ve nemli rüzgar, denizden gelen ürpertici gürültüler ve biraz kuzeydeki kutup buzullarını döven koyu lacivert denizin görüntüsü, gerçeğin düşlerimdeki balık avı kadar romantik olmadığını kanıtlar gibiydi. Örneğin düşlerimde hiç üşümüyordum. Nedense, deniz hep çarşaf gibiydi. Güneş her zaman tepedeydi. En önemlisi batmak, boğulmak gibi korkuların hiçbiri yoktu. Şimdi gerçek balık avının tam ortasındaydım ve bir yandan üşüyor, bir yandan da korkuyordum.
Cd çalarımdan yükselen Leslie Carol’un kadife sesini ninni yapıp uykuya daldım.
Dünyanın uzak bir ucunda ufacık, sıradan, basit şeylerden mutlu olmayı bir kez daha becerebilmiştim. Tıpkı Alaska’da kartallara bakarken, tıpkı Patagonya düzlüklerinde sığır çobanlarıyla konuşurken, tıpkı Atacama Çölü’nde bir yudum soğuk su içerken yaşadığım doyumsuz mutluluklar gibi.
Orkney’de gece yarısı güneşi
Orkney Adaları’nın en büyüğü olan Mainland’deydim. Yetmiş adadan oluşan Orkney, İskoçya’nın 32 kilometre uzaklığındaydı. Oraya varmak için, Pentland Boğazı’nı aşmak gerekiyordu. Adalardan sadece yirmisinde yaşam vardı. En büyük yerleşim birimleri Mainland Adası’ndaydı. Buradaki Kirkwall ve Stromness adlı iki kasabada, 7.500 huzurlu insan yaşıyordu.
Yolun bir yanında masmavi bir deniz, diğer yanında ise uçsuz bucaksız yeşil otlaklar uzanıyordu. Zaten adayı tanımlarken, denizle çevrili, yeşilin her tonunun görülebileceği, ağaçsız büyük biri otlak demek yeterli olabilirdi. Yeşillik öylesine yoğundu ki, ağaçsızlık fark edilmiyordu bile. Koca adada beş on ağaçtan fazlasını sayamadım. Kuzey Denizi’ni yalayıp gelen tuzlu soğuk rüzgâr, ağaca hayat hakkı tanımıyordu. 100.000 baş sığır ve bir o kadar da koyun, gölgesi olmayan bu yeşilliklerin içinde siyah, kahverengi ve beyaz noktalar halinde yavaş yavaş yer değiştiriyorlar.
Hayvanlar adanın en önemli gelir kaynağıydı. Sığırların eti, koyunların yünü iyi para ediyordu. Hem de pek emek sarf etmeden. Uçsuz bucaksız otlaklardaki hayvanların başında, ne bir çoban ne bir çoban köpeği vardı. Kendi başlarına, karışanları görüşenleri olmadan özgürce otluyorlardı. Sadece, dayanılmaz soğukların hüküm sürdüğü kış günlerinde içeriye alınıyorlardı. Bir de Kuzey Denizi’nin bereketli ve hırçın sularında avlanan balıkçıları unutmamak gerekti. Kırmızı, sarı, yeşil, turuncu renkli tekneler, limana her seferinde ağlarında bol balık, sepetlerinde büyük ıstakozlar ve yengeçlerle dönüyorlardı.
Jimy’nin gösterdiği yerde, bir alanı çevreleyen birçok dikilitaş vardı. Bunlar binlerce yıl öncesinden kalan Stennes dikilitaşlarıydı. Yerdeki süpürgeotlarına basmamaya özen gösterip, taşlara elimi sürdüm, dilek diledim.
Oradan Skara Brae’ye gittik. Geç Neolitik Çağ’ın en iyi korunmuş yerleşim yerlerinden biri olan beş bin yıllık Skara Brae, Jimmy’nin gurur kaynağıydı.
Karanlık köşedeki sohbete kulak kabartınca, hayatımda duymadığım bir sporla tanıştım. Yazılmış kuralı olmayan, oyuncu sayısı ve süresi belirsiz bu karşılaşmanın adı “ba”ydı. Her biten bardak arkasından bir yenisini sürüklüyordu. Kasabalılar beni ortalarına almış “ba”yı anlatıyorlardı.
Karşılaşmada kullanılan top, sadece bir oyunluktu. Bu bildiğimiz futbol topundan biraz daha ağırdı. Karşılaşma, kasabanın aşağı ve yukarı mahallesi arasında yapılıyordu. Aşağı ve yukarı mahalle sakinleri, kasabanın ortasındaki Aziz Magnus Katedrali’nin önünde buluşuyordu. Kalabalığın ortasında, yüksekçe bir yere çıkan hakem topu havaya fırlatıyordu. İşte bu andan sonra kıyamet kopuyordu. Eğer topu aşağı mahalle kapmışsa, hemen limana doğru koşuyorlardı. Yok yukarı mahalle topa sahip olmuşsa, onlar da kasabanın diğer ucuna saldırıyorlardı. İki tarafın amacı da, karşı tarafın oyuncularına geçit vermemekti. Bu karşılaşmaya, kasabanın neredeyse bütün sakinleri katılıyordu. Yaklaşık on saat süren bu itiş kakış sırasında küçük sıyrıklar, yaralanmalar oluyordu. Maçın sonunda top, kazanan takımın en gayretli oyuncusuna veriliyordu.
Ertesi gün kararlaştırdığımız saatte, kumtaşından yapılmış olan Aziz Magnus Katedrali’nin önüne gittim. Jimy yine ortalarda yoktu. İçeri girdim. Bembeyaz tenli kasabalı kızlarla birlikte, şeytanın, Adem ile Havva’yı kandırıp, yasak elmayı yedirmesini izledim.
Mainland Adası – Mini Rehber
Yemek: Dünyanın diğer ucunda olan bu adada, lezzetli yemekler yeme olanağına sahipsiniz. Örneğin St. Margaret’s Hope köyündeki Creel adlı restoranın birçok madalyası var. Ayrıca bu köy lokantasında, şarap mönüsü bir ansiklopedi kadar kalın. Yani dünyanın dört bir yanında üretilmiş şarapları bulmanız mümkün. Yemek olarak Kuzey Denizi’nden çıkan balıklar, ıstakoz ve yengeç liste başı. Eğer deniz mahsulleriyle aranız iyi değilse, ada otlaklarında beslenmiş kuzu pirzolasını da öneririm.
Gezilecek Yerler: İskoçya’nın en güzel Rönesans dönemi binalarından Earl’s Palace, İngiltere’nin en etkileyici mezar odası Maes Howe, Stennes dikilitaşları, beş bin yıllık yerleşim yeri Skara Brae, kumtaşından yapılmış Aziz Magnus Katedrali. Ayrıca viskiye meraklıysanız, İskoçya’nın ünlü Highland Park malt viskisinin damıtımevini ziyaret edip, viski yapımının her aşamasına şahit olabilirsiniz.
Viski Düşkünlerine: İskoçya demek, malt viski cenneti demek. Viskinin bu topraklardaki tarihi beş yüz yıl öncesine dayanıyor. Bu viskilerin en ünlülerinden biri olan Highland Park, Orkney Adaları’nda damıtılıyor. Bu damıtımevini ziyaret edenlere, bir tadım seansı düzenleniyor. On iki, on sekiz ve yirmi beş yıllı viskilerden tatma olanağı buldum. Damağımda kalanlara göre viskinin hafif isli bir kokusu var. On sekiz yıllıkta bu kokuya, sherry ve meşe fıçılarından gelen koku da karışıyor. Tadı dolgun, damakta kalma süresi oldukça uzun. Yirmi beş yıllık ise damakta tam bir lezzet patlaması yapıyor. Ama alkol derecesi oldukça yüksek. Ben size on sekiz yıllığı öneririm. İdeal bir yemek sonrası maltı.
Kuzeyde aydınlık günler
Öğrendiğime göre Helsinki, dört mevsimi yaşayabilen ender kuzey kentlerinden biriydi; çok sıcak olmayan aydınlık bir yaz, soğuk ve karanlık bir kış, yarı aydınlık ılık bir ilkbahar, gri karanlık serin bir sonbahar. XIV. Yüzyılda İsveçliler Finlandiya’yı imparatorluk topraklarına kattıklarında bu ıssız topraklarda birkaç köy dışında pek yerleşim yeri yoktu. İsveç Kralı Gustav Vasa, karşı kıyıdaki Estonya’nın görkemli limanı Tallinn’den çok daha güzel bir kent yaratmayı aklına koymuştu. Kentin ilk temelleri 1550 yılında Vantaa Nehri’nin kıyısında atıldı. 90 yıl sonra da bugünkü yerine taşındı. Helsinki XIX. Yüzyılın başında Rus çarının emriyle yeniden inşa edildi. Kentin planını John Albrecht Ehrenström çizdi. İnşaatlar bitince de Helsinki Finlandiya’nın başkenti oldu.
Finlandiya aslında göller ve adalar ülkesi. Ülkede irili ufaklı tam 180.000 göl ve 188.000 ada bulunuyor. Limanın iki yanında dev yolcu gemileri bağlanmıştı. Bütün kuzeyde meşhur olan gemilerden biri Stockholm’e, diğeri ise Tallinn’e gidiyordu. Cuma akşamından gemilere binenler, pazartesi sabahı dönünceye kadar sürekli içki içiyorlar. Çünkü uluslar arası sularda gemiler vergi almıyor, içki fiyatları yarı yarıya ucuzluyor. Adada, Finlandiya tarihinde önemli bir yer tutan kaleyi gezip geri döndük.
Hem Fince hem de İsveççe yazılmış sokak tabelaları dikkatimi çekti. Paula’ya sordum; Nüfusun ancak yüzde 7’si İsveççe konuştuğu halde bu dil okullarda zorunlu ders olarak okutuluyormuş. Onun için tabelaları Fince ve İsveççe yazmak şartmış. İşgaller bu ülke insanını çok dilli yapmıştı. Hemen herkes Fince ve İngilizenin yanı sıra İsveççe ve Rusça da konuşabiliyor.
Yeme içme faslına gelirsek… Finlandiya mutfağı, yıllarca boyunduruğu altında yaşadığı İsveç ve Rus mutfaklarından oldukça etkilenmiş. Kuzeyin en şişman insanlarının yaşadığı Finlandiya’da, mutfağın başköşesinde hamur işleri ve ekmek oturuyor. Çavdar ekmeğinin içine, balık ve domuz eti doldurularak yapılan kalakukko, en sevilen ve en çok tüketilen yemeklerin başında geliyor. Ekşi mayayla yapılan çavdar ekmeği ise sofraların vazgeçilmez gıdası. Finlandiya’da ekmeğin tatlısından tuzlusuna onlarca çeşidini bulmak mümkün. Yine çavdar ekmeğinin içine, sütlaca benzer bir pirinç muhallebisi doldurularak yapılan karjalanpiirakka, ülkenin en sevilen tatlılarının başında yer alıyor. Bu tatlıdan iki çatal yedikten sonra, Finlandiyalıların karanlık ve soğuk kış günleriyle nalsı baş ettiklerini daha iyi anladım.
Ben ekmek çeşitlerinin, balıklarını yanı sıra ayı bifteğini, ayı etinden yapılmış sucuğu, Ren geyiği bonfilesini, geyik salam ve sosisini de denedim. Böylelikle damağımı kuzeyin değişik tatlarıyla tanıştırmış oldum. Dünyaca ünlü Fin votkasına bir iki kadeh dışında pek yüz vermedim. Biraz pahalı olmakla birlikte yemeklerde şarap içmeyi tercih ettim.
Yüzen kent Stockholm
Önce Skeppsholmen Adası’na geçip, Modern Sanatlar Müzesi’ni gezdim.
Sonra önünde küt burunlu, karpuz kıçlı kuzeyli teknelerin bağlandığı kuzeyli evlerin önünden yürüyüp ünlülerin ve zengin tabakanın ikamet ettiği Djurgarden Adası’na geçtim. Adanın hemen girişindeki Vasa Müzesi’ndeki eski bir batığı görmek istiyordum. Müzeyle aynı adı taşıyan 68 metre uzunluğundaki gemi, 1628 yılında yapılmıştı. Bu muhteşem gemi, tek bir gülle atamadan, tek bir ilk kılıç sallamadan seferinde, adanın bir mil uzağında batmıştı. 1990 yılında çıkarılan gemi, tersaneden yeni çıkmış görüntüsüyle ziyaretçileri (beni de) büyülüyordu. 400 yaşındaki bir gemiye bu kadar yaklaşmak nedense heyecanlandırmıştı beni.
Lezzet durakları
Eğer siz de lezzet keşiflerine meraklıysanız, öncelikle iki alışveriş merkezi önereceğim. Bunlardan bir tanesi, Hötorget Meydanı’ndaki Hötorgshallen adlı etnik bir marketti. Yüzlerce küçük dükkanda yok yoktu. Timsah etinden ayı etine, akla gelmedik çeşit çeşit balıklara, sebzelere kadar her şeyi bulmak mümkündü. Ayrıca burada yemek yemek de mümkündü. Döner kebap gördüğüm kadarıyla, balıktan sonra en rağbet edilen yemeklerin başında geliyordu.
Diğer bir alışveriş merkezi de, Ostermalmstorg Meydanı’ndaki Ostermalms Saluhall’di. Burada da akla hayale gelmeyecek gıda maddeleri satılıyordu.
Akşam yemekleri için daha çok yerel mönüler sunan restoranları tercih ettim. Bunlardan en ünlüsü, 1722 yılında kurulan Den Gyldene Freden adlı restorandı. Lokantanın bulunduğu bina daha önce İsveç Akademisi’ne aitmiş ve birçok Nobel Ödülü bu binada verilmiş. Burada yanında tatlı patatesle servis edilen, Maderia şarap sosuyla pişirilmiş rengeyiği etinin tadına doyamadım.
Tüm kuzey ülkelerinde olduğu gibi, Stockholm’de de deniz mahsulleri, mönülerin baş köşesinde yer alıyordu. Tabii ki baş köşede, soğuk Kuzey Denizi’nde tutulan ringa balığı oturuyordu. Genellikle turşu olarak çiğ tüketilen bu balığın kızartması da, özel salça soslusu da damak çatlatan cinstendi. Kral yengeçler, iri karidesler, ıstakozlar, uskumrular, dilbalıkları, midyeler, somonlar, kalkanlar, istiridyeler, deniz levrekleri mönülerin vazgeçilmezleri arasında yer alıyorlardı.
Caz Kulübü Stampen’in adını Demir Özlü’nün bir öyküsünden not etmiştim.
“Cesur yürekler”in yeşil denizi
Alışveriş: İskoç kumaşı “tartan”dan yapılan giyecek, kilim ve atkılar. Tweed adlı yünlü kumaştan yapılan elbiseler. Shetland kazakları. Kelt dizaynlarının kullanıldığı gümüş takılar. Tereyağlı bisküvi. Dundee kek, viskili kek. Malt viski. Füme sombalığı ve füme geyik eti. Portakal kabuğu reçeli.
Etkinlikler: Edinburgh Festivali: 16 ağustos-5 eylül; Fringe Festivali: 9-31 ağustos; Braemar Royal Highland Gathering: 5 eylül.
Yemek: Bol bol ıstakoz ve yengeç yiyebilirsiniz. Kuzey Denizi’nden yakalanan balıklar da oldukça lezzetli. Aberdeen kentinin “angus beef”i ve kırmızı geyik etinden yapılan “venison”u mutlaka tadılması gereken yemekler. İskoçya’nın en ünlü yemeği ise “haggis”e övgüler düzülüyor, şiirler söyleniyor. Daha sonra, gayda eşliğinde masaya gelen birisi elindeki bıçakla yemeği parçalalıyor. Haggis, üstüne viski dökülerek yeniyor.
Tadım Notları: İskoçya’ya gidip de malt viski içmeden dönülür mü? Sizlere The Macalan damıtımevinde yapılan tadımın notlarını sunacağım:
Macalan on iki yıllık: Bal çağrışımlı çarpıcı bir kokusu var. İpeksi kayganlıktaki tadı damakta uzun süre kalıyor.
Macalan on sekiz yıllık: Yoğun sherry çağrışımlı kokusu var. Karmaşık ve dolgun bir lezzete sahip.
Macalan yirmi beş yıllık: İs ve ağaçsı koku hakim. Ağızda hafif bibersi bir tat bırakıyor. Fıçı ve is tadı viskiye eşsiz bir karmaşık lezzet kazandırmış.
Grand Reserva: Geçen yıl piyasaya sürülen bu viski Malt Advocate dergisi tarafından yılın viskisi seçildi. Tatlımsı, karmaşık ve zengin bir karaktere sahip.
Macalan 1946: 1998 yılında el yapımı maun kutularda satışa sunulan bu viskiyi Türkiye’de North Shield publarda bulabilirsiniz.
Highland Park on sekiz yıllık: Sherry, meşe ve hafif isli bir kokusu var. Zengin, dolgun bal ve turba lezzetli.
Not: Tüm bu viskilerin gerçek kokusunu ve tadını alabilmeniz için bardağınıza viskinin üçte biri kadar, soğutulmuş iyi su koymanız gerekiyor.
“Hayat suyu”nun peşinde
Viski bu topraklarda beş yüz yıldan beri içiliyor. Belki de daha fazla. “Viski” adına ilk kez papaz John Corr’un cenaze defterinde rastlanmış. Papaz cenaze masraflarını yazdığı listeye, viski yapılmak için kullanılan 508 kilo maltı da yazmış. Ölüm kokan bir listede, “hayat suyu”nun ne işi var? Bunun yanıtı yok. Viski sözcüğü, İskoçların eskiden konuştuğu Gaelce’de “hayat suyu” anlamına gelen “uisge beatha” sözcüklerinden türemiş. Uisge beatha öne “uisge” diye kısaltılmış, geçen yıllarla birlikte bu sözcük de “whisky”ye dönüşmüş.
Dublin: roman kent
Renginin gri olduğunu, gökyüzünde inatçı bulutların dolaştığını, bu nedenle yağmurunun hiç eksik olmadığını biliyordum.
İrlanda dilindeki adı “Dubh Linn” (Kara Havuz) veya “Baile Atha Cliath” (Çitli Irmak Geçidindeki Kent) olan Dublin’de üç gün boyunca sokak sokak dolaştım. Neden Dublin’den birçok ünlü yazın adamı çıkmıştı?
Ara sokakları gezerken dikkatimi evlerin kapıları çekti. Çoğu kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, maviye boyanmıştı. Bunun nedenini de yaşamının büyük bir bölümünü burada geçiren Teoman Hünalp anlattı: Kraliçe Victoria 1901 yılında ölünce, üzerinde güneşin batmadığı imparatorluğun merkezi Londra’dan, dünyanın dört bir yanına haber salınıp, yas nedeniyle bütün evlerin kapılarının siyaha boyanması istenmişti. Bu emre bir tek “yaramaz çocuk” İrlanda karşı çıkmıştı. “Biz İngiltere’nin kraliçesi için yas tutmayız” diyerek inadına tüm kapıları rengarenk boyamışlardı.
Çağdaş edebiyatın en önemli yazarı James Joyce, düzyazı ve şiir ustası Oscar Wilde, tüm yaşamını edebiyata ve şiire adayan Yeats, Drakula’yı yaratan Bram Stoker, şair, yazar, besteci ve kahraman Thomas Moore, Godot’un yaratıcısı Samuel Beckett, isyankar yazar Brendan Behan, Nobelli aforizma ustası Bernard Shaw, tüm dünyayı Gullıver’in peşine takan Jonathan Swift, kitapları Türkiye’de de kapış kapış satılan Maeve Binchy ve Glenn Meade, adını unuttuğum veya bilmediğim diğerleri. Hepsi Dublinli’ydi. Bu kentin bir sırrı olmalıydı ve ben bu sırrın peşine düşmüştüm. Dünyanın ruhsatlı en eski damıtımevinin Kuzey İrlanda’da, 1608 yılında yapılan Old Bushmills olması, ibreyi İrlanda’ya çeviriyordu.
Ünlü viski yazarı Michael Jackson İrlanda viskisi için, “tadını tarif etmek çok zor” tabirini kullanıyordu. Gerçekten de Tullamore’un tadını anlatmak zordu. Burbon ve şeri fıçılarında üç yıl dinlenen viskiyi tattıktan sonra, not defterime ilk izlenimlerim için şu cümleleri yazmıştım: “Dolgun, gövdeli, bal çağrışımları olan, tatlı limonu anımsatan ince bir tadı var. Kadınımsı bir viski. Yumuşak, çiçeksi aromalar hissediliyor. Tadı damakta uzun süre kalıyor…” Viskide is kokusunu ve is tadını sevmeyenler için, İrlanda viskileri daha çekici olabilirdi. İrlandalılar arpayı turba ateşi yerine, fırınlarda, kömür ateşiyle kurutuyorlardı. Onun için is kokusu olmuyordu. İrlandalılar tahıl viskisi yapımında İskoçyalılardan farklı olarak çavdar ve yulaf da kullanıyorlardı.
Dublin gezginlerinin ziyaret ettiği mekanların başında, Guinness biralarının fabrikası bulunuyordu. Karamelize oluncaya kadar kavrulan arpadan damıtıldığı için siyah renkli olan biranın ilk yapım tarihi, 1759’a kadar dayanıyordu.
İrlandalıların milli yemeği “İrish stew”. Kuzu etiyle pişen yemeğin ana maddesini patates oluşturuyordu. “Patates yahnisi” diyebileceğimiz bu yemek, basit malzemelerle ne kadar lezzetli yemek pişirileceğinin en iyi örneklerinden birini oluşturuyordu.
Sıcak Afrika
“Dünyanın anası” Kahire
Keops, Kefren ve cüce Mikerinos üç ünlü piramit.
Kasım ayının sonuydu. Sabahın erken saatleriydi. Çiğ, sarı bir ışık vardı. Sabahın serinliği ürpertiyordu. Biliyordum ki giydiğim ince ceket, öğleye doğru fazla gelecekti.
Mühendisyen semtiyle birlikte, şık binalar da görüntüye girdi. Bu semtin bitiminde, Nil Nehri karşıma çıktı. Ülkeler, çöller, kentler aşıp geldiği halde hiçbir yorgunluk belirtesi yoktu. Suları hala “gürül gürül” akıyordu. Bu ulu nehir Mısır için “hayat suyu”ydu. Ve Nil’in öte yanında, Mısırlıların “dünyanın anası” diye övündükleri başkent Kahire duruyordu.
Kahire’yi gezmeye Kahire Müzesi’nden başladım. Girişteki havuzda, lotus çiçekleriyle papirus bitkisi yan yana duruyordu. Aşağı ve Yukarı Mısır’ı simgeleyen bu iki kutsal bitkinin figürüyle gezim boyunca sık sık karşılaşacaktım.
Müzenin gözdesi, Tutankhamon’un hazineleriydi. Özel bir bölümde sergilenen bu hazine için “göz kamaştırıcı” tanımı yetersiz kalıyordu. Mumyanın içinde saklandığı, altın kaplamalı iç içe geçen dört mezar, altın maske, som altından yapılmış tabut, altın ve değerli taşlarla bezenmiş iskemle, takılar, altın levhadan yapılmış tokyolar, altın saplı deve tüyü yelpaze ve diğerleri.
Her yerde resmini gördüğüm bokböceğinin değeri nereden geliyordu? Benim bildiğim bu böceğin bütün işi hayvan dışkılarından toplar yapmak ve onları yuvarlayarak yuvasına götürmekti. Eski Mısır’da ise bu böcek, güneşin doğumundan sorumlu olan Khepri adındaki tanrıyı temsil ediyordu. Yani kutsal bir böcekti. Ayrıca Mısır kozmogonisinin de simgesiydi. Böceğin üç çift bacağındaki otuz bölütün, ayın otuz gününü belirttiği kabul ediliyordu. Mısır gezim sırasında bu bokböceğiyle sık sık karşılaştım. Her hiyeroglifin bir köşesinde mutlaka ona rastladım. Hele Tutankhamon’un hazineleri arasında, som altından yapılma bir mücevher olarak karşıma çıkınca iyice şaşırdım kaldım.
Müzede ilgimi çeken diğer bir şey de duvara asılı boy boy bumerang oldu. Bunların altındaki yazıda, firavunların ve diğer Saray mensuplarının bunları yaklaşık 4500 yıl önce, çölde avlanmak ve oynamak için kullandıkları yazıyordu. Halbuki ben bumerangı Avusturalya’nın icadı sayıyordum. Kim kimden ilham almıştı?
Tahrir Meydanı’ndan bir arabaya binip, “Ölüler Kenti” dene eski Memluk mezarlığına gittim.
Bir sonraki gün, ünlü Han el-Halil çarşısının yolunu tuttum. İslami Kahire’deki çarşı bildik görüntüleri barındırıyordu. 1382 yılında Memluk Sultanı Berkuk’un at bakıcısı tarafından kervansaray olara inşa ettirilen bu yapı, Osmanlı döneminde bir ticaret merkezine dönüştürülmüştü. Benzerlerini İstanbul, Edirne ve Bursa Kapalıçarşılarında görebileceğiniz dar sokaklardaki küçük dükkanlarda, her türlü hediyelik eşyayı bulmak mümkündü. Labirent benzeri sokakları arşınlamaktan yorulunca, yine çarşı kadar ünlü El Fis Havi adlı kahveye oturdum. İçi büyük boy aynalarla kaplı bu asırlık kahvede, naneli çayımı yudumlarken, Nobel ödüllü Mısırlı yazar Necib Mahfuz’un, bunca gürültüye kafasını takmadan, kelimeleri peş peşe nasıl dizdiğini düşündüm.
Gize piramitlerine gittim. Dünyanın en önemli üç yapısıyla karşı karşıya geldim. Bir taşın üstüne oturup elimdeki kitaptan, 4600 yaşındaki en büyük piramit Keops’un 146 metre yüksekliğinde olduğunu, Sultanahmet Camii’nin rahatlıkla içine sığabileceğini okudum. Her biri yaklaşık bir ton ağırlığında olan bunca taşın, insan gücüyle böylesine düzgün bir şekilde üst üste nasıl konduğunu düşündüm. Yanıt bulamadım. Daha sonra kalabalıkların peşine takılıp, piramitlerin koruyucusu, “dehşetin babası” sfenksin yanına gittim. 22 metre yüksekliğinde, 50 metre boyunda, tanrı yüzlü, aslan bedenli bu şaheserin aşınmış yüzünü uzun uzun seyrettim. Ve durduğum yerin, Sahra’nın başlangıcı olduğunu öğrenince, hayal dünyasına iyice daldım. Ayaklarımın ucundan başlayan bu çölün, Afrika’nın tüm kuzeyini geçip, okyanusta sona erdiğini düşündüm. Böylesine büyük bir kum okyanusunun başlangıcında durmanın heyecanını yaşadım.
Nil’in kıyısındaki tanrılar
Mısırlılar Nil’in doğduğu güney kesime “Yukarı Mısır”, denize döküldüğü kuzeydeki delta bölgesine de “Aşağı Mısır” diyorlardı. Hafif bir esinti çıktı.
Nehrin iki yanı sebze bahçeleri, muz ve hurma ağaçlarıyla kaplıydı. Yeşilliğin bitiminde kum tepeleri yükseliyordu. Çölün yansıması, he ışığı sarartıyordu.
Kabus’un düşü Umman
Yeme İçme: Dünyanın hemen her mutfağını bulmak olası. Ama Hint yemeklerini seviyorsanız tam yerine gittiniz demektir. Her otelde birkaç restoran var. İçki serbest. Deniz mahsullerini, sebzeli pilavları, humusu ve cevizli patlıcan salatasını hararetle öneririm.
Alışveriş: Birçok alışveriş merkezi var. Bunlardan en ünlüsü Korniş’teki kapalı çarşı. Gümüş işleri oldukça pahalı.
Çölün ortasındaki lüks
Yeme İçme: Arap mutfağının baş yemekleri bizim pek yabancımız değil: etli pilav, krem peynirli humus ve yufkayla dürüm yapılan tavuk döner. Otellerdeki barlarda ve restoranlarda dilediğiniz içkiyi bulmanız mümkün.
Çölde safari
Dubai’deki en ilginç etkinlik, ciplerle çölde yapılan safari. Kumda ustalaşmış şoförlerin kullandığı ciplerle çölün derinliklerine gitmek, kum tepelerini aşarken devrilme korkusun yaşamak, tekerlekler kuma gömülünce, “Buradan nasıl kurtulacağız?...” endişesini duymak insanı epey keyiflendiriyor. Eğer cipi tehlikeli buluyorsanız, deve üstünde de çöl yolculuğuna çıkabilirsiniz. Biraz sallantılı olan bu yolculukta, deveye binerken ve inerken çok dikkatli olmak gerekiyor. Çöl gezileri sonunda, genellikle günbatımına doğru, çölde kurulmuş bir kamp yerine varmak, orada kristal kadehlerde sunulan buz gibi beyaz şarabı yudumlarken, batan güneşin kumları kırmızıya boyamasını seyretmek, daha sonra mangalların üstünde ızgara olan etleri ve diğer yemekleri yemek, yemeğin üstüne dansözün kıvrak figürlerini izlemek, en sonunda da nargile içerek, çölün sessizliğini dinlemek ve gökyüzündeki yıldız tarlasını seyretmek insanı başka boyutlara taşıyor. Ayrıca teknelerle açılacağınız Körfez’de, balık avlama ve dalma zevkini de yaşayabilirsiniz.
Çölde naneli çay
Çanatma Paul Bowles ile Faslı yazar Driss Chraibi’nin kitaplarını atmıştım. İki kitapta anlatılan öyküler, Fas’ın çeşitli kentlerinde geçiyordu. O öykülerde ülkeyle ilgili ipuçları yakalamaya çalışıyordum. Anlatılanların kurmaca olduğunu biliyordum, ama benim derdim öykü kahramanlarından çok, fondaki kentler, sokaklar, mekanlardı.
Kulağıma çalınanlara göre, bugünkü kentin yerinde XII. Yüzyılda Anfa adında bir Berberi köyü varmış. Burası bir korsan yatağıymış. Köyün limanına saklanan korsan gemileri, Hıristiyan tüccarlarına soluk aldırmıyorlarmış. Sonunda Portekiz donanması, Anfa köyünü 1468 yılında yerle bir etmiş. Tüm korsanları hurma ağaçlarında sallandırmış. 1515 yılında bölgeye dönen Portekizliler, burada Casa Branca (Beyaz Ev) adında yeni bir köy kurmuşlar. Köy büyümüş, önce İspanyol tüccarları, sonra Fransız bohemleri ve diğer Avrupalı maceraperestleri konuk etmiş geçmişi böylesine Avrupalı olan Kazablanka, bugün Fas’ın en önemli liman kentlerinden biri.
Akşam yemeğinde Fas’ın milli yemekleri tajin ve kuskusla tanıştık.
İlk molayı büyükçe bir vaha olan Agdz’de verdik. Yol kenarındaki bir kahvede, Faslıların en gözde içeceği olan nane çayı içtim. Yeşil çay ve taze naneyle yapılan bu çayın hazmettirici, ferahlatıcı olduğunu o kahvede öğrendim. Fas’ta geçerli dil Fransızca olduğu için anlaşmakta zorlanıyordum. En büyük kentten, çölde yaşayan Bedevilere kadar çoluk çocuk herkes akıcı bir Fransızca konuşuyordu.
Masal şehir: Marakeş
Bütün bu karmaşa beni kentin kalbi olan “Camiü’l-Fena” “Ölü Canlar” meydanına sürükledi. Bir zamanlar mahkumların idam edildiği meydana gelince önce şaşırdım. Bir başka zamana geçtiğimi, bir masalın içine düştüğümü sandım. Ben böyle bir manzarayı hiçbir kentte, hiçbir ülkede, hiçbir filmde görmemiştim. Akıl almaz görüntülerin tam ortasında kalmıştım.
Yılan oynatanlar, diş çekenler, saç kesenler, yanık sesli şarkıcılar, çalgıcılar, tefçiler, maymununu sırtınıza koymaya çalışanlar, dans edenler, ortaoyunu oynayanlar, sihirbazlar, cambazlar, ateş yiyicileri, sokak kumarbazları, dövmeciler, falcılar, masal anlatanlar, kına yakanlar, satıcılar, dilenciler, rengarenk çarşaflarıyla kadınlar, cellabilerine sarılmış erkekler. Bu kargaşanın içinde dolaşırken kendimi bir masal kahramanı gibi hissettim. Meydanın bir köşesine de uzun masalar e sıralar konmuştu. Burası duman altı olmuş bir yerdi. Izgaralarda şiş kebaplar sıralanmıştı. Kuyruğa girenlerin kimi tajin, kimi kuskus, kimi humus, falafel alıyordu. En uzun kuyruk ise haşlanmış salyangoz satan tezgahın önündeydi.
Yaşasın Akdeniz
Roma için dilek diledim
Oluklarından kaynak suyunun aktığı bu muhteşem çeşmenin önündeki havuza, bir dilek dileyip bozuk para atarsan dileğin gerçekleşiyormuş. Ben, üçüncü kez gelmeyi diledim.
Akşam güneş batmaya yakın Navona Meydanı’na varmıştık. Tam ortada yer alan Bernini’nin yaptığı “Dört Irmak Çeşmesi” ilk bakışta büyülemişti beni. Tuna, Nil, Ganj ve Rio de la Plata’nın sularının akışını simgeleyen dört şaheser heykeli görünce, Nedim’in çeşmelere olan aşkına hak vermiştim. Daha sonra bir kahveye oturup, “campari”lerimizin eşliğinde meydandaki şenliği izlemeye koyulmuştuk.
Akşam yemeğini anlatmadan geçemeyeceğim sayın üstat. Hatırladığım kadarıyla küçük bir lokantaya gitmiştik. Önden manda sütüyle yapılmış mozzarella peyniri yemiştim. Ardından Güney İtalya’nın tütsülenmiş ünlü “proşitto”sunu, finalde de “spagetti alle vongole con pesto leggero”yu mideye indirmiştim. Kırmızı şarabı ise Toscana bölgesinden seçmiştim: “Cabreo İl Borgo”, Tenimenti Ruffino-1994” Büyük bir olasılıkla senin Roma’da olduğun zamanlarda böyle lezzetli yemekler, hele hele böylesine enfes şaraplar yoktu.
Ortaçağlı Floransa
Kendime yeni bir rota çizdim: Floransa, Pisa, Siena ve Roma.
Manzarayı göz ucuyla izleyip, zeytinyağını, yakut kırmızısı şarabı, kalın kabuklu köy ekmeğini, Toscana’nın ünlü salamlarını, jambonlarını, sucuklarını, peynirlerini düşleyip ağzımı sulandırdım.
Kentin sokakları diğer İtalya kentlerinde olduğu gibi daracıktı. Labirente benzeyen gizemli geçitleri, küçük meydanları, taş duvarlı evleriyle Ortaçağlı bir görünüm sunuyordu. Önce Duomo”yu (Floransa Katedrali) gezdim.
Signoria Meydanı’nda, Cellini’nin bronz Perseus heykelini, Giambologna’nın tek bir mermer blokundan yonttuğu Sabine kadınlarına Tecavüz adlı şaheserini, Ammannati’nin su perileriyle çevrilmiş Neptün Çeşmesi’ni seyrederken kendimden geçtim. Mermerin böylesine nasıl kıvrılıp büküldüğüne akıl sır erdiremedim. Sanatçılar mermeri sanki ateşte ısıtmış, yumuşatmış, ondan sonra şekillendirmişlerdi. Heykellerin canlı olduğuna yemin edebilirdim.
Vecchio Sarayı’nın geniş salonlarında, gizli geçitlerinde dolaşırken, duvarlardaki resimlere, fresklere, heykellere bakarken asırlar öncesi yaşamları canlandırmaya çalıştım.
Dante Alighieri’nin evi, dar bir sokakta karşıma çıktı. Evden çok buğday ambarını andırıyordu. Soğuğa aldırmadan evlerden birinin merdivenlerine oturdum. Batı edebiyatının en büyük ustalarından biri olan Dante bu sokakta büyümüş, imparatorluk yanlısı Ghilbellinolara karşı bu sokakta mücadele geliştirmiş, ünlü baladlarından bazılarını bu sokağa bakarak yazmış, en önemlisi güzeller güzeli ilham perisi Beatrice’i burada tanımıştı.
Eski hükümet binası Bargello’da, Michelangelo, Donatello, Giambologna ve Cellini’ye ayrılmış salonlardaki heykel koleksiyonunu görmeden gitmek olmazdı. Veya Santa Croce Kilisesi’nde Michelangelo ve Galilei’nin lahitlerini nasıl “es” geçebilirdim. Galeria dell’Accademia’da, Michelangelo’nun ünlü Davud heykeline bu kadar yaklaşmışken onu görmeden gidebilir miydim?
Floransa’da beni en çok etkileyen eserlerden biri de Vecchio Köprüsü oldu. 1345 tarihinde yapılan bu köprü.
Köprüyü geçip, Pitti Sarayı’na gittim. Banker Luca Pitti tarafından 1457 yılında Medicileri alt etmek için yaptırılan bu devasa sarayın salonlarında yarım günümü harcadım. Daha sonra sarayın arkasında yer alan Boboli Bahçesi’nde, Rönesans dönemi bahçe süslemesinin en güzel örnekleri arasında dolaşıp durdum.
Floransa – Mini Rehber
Toscana’nın tadı
Toscana mutfağının baş malzemeleri zeytinyağı, domates, jambon, kuru fasulye ve salam. Turistik restoranların dışında, gerçek Floransalıların yemek yediği yerlerde klasik pizza ve makarna çeşitlerine rastlamak zor.
Ben en çok kuru fasulye, lahana, çeşitli sebzeler ve otlarla yapılan bölgenin ünlü çorbası “ribollita” yı sevdim. Eğer yolunuz Toscana’ya düşerse bu çorbanın tadına bakmanızı hararetle öneririm. Damağımda iz bırakan diğer tatları şöyle sıralayabilirim: “Pappardelle alla lepre” adı verilen tavşan etiyle yapılan kalın erişte, enginar parçalarıyla pişirilmiş kemiksiz kuzu fırın, baharatlı kalamar, şişte kızartılmış scarmorza peyniri, kırmızı şarapta pişirilmiş sığır yahnisi, tereyağında sote edilmiş porçini mantarı, domates soslu tuzlu morina balığı, taze domates, bol sarımsak ve ince kıyılmış enginarla tatlandırılmış “spagetti alla cecco” aynı sosun içine kum midyesi katarak yapılan “spagetti con le vongole” bütün bu yemeklerin üstüne “panforte” denen karanfil ve tarçınla yapılan baharatlı keki veya badem ezmesi, portakal kabuğu rendesi ve balla yapılan “ricciarelli”yi mutlaka yemek gerekiyor.
Yörenin bağlarından damıtılan Chianti şaraplarıyla yıldızım bir türlü barışmadı. Asitidesini yüksek bulurum. Damağımı tırmalamasından rahatsız olurum. Ama yine bölge şaraplarından olan Brunello di Montalcino veya Vino Nobile di Montepulciano’nun enfs tadını da inkar edemem.
Floransa’ya gidecek olan yeme içme düşkünlerine ayrıca, San Lorenzo Sokağı’ndaki “Mercato Centrale”e mutlaka uğramalarını, buranın birinci katındaki dükkanlarda satılan peynirleri, şarküteri malzemelerini, etleri, av hayvanlarını görmelerini ve tipik Toscana yemeği satan tezgahların arasında dolaşmalarını öneririm.
Dere tepe Toscana
Fransa’nın yetiştirdiği ünlü edebiyatçı Charles Baudelaire, yaşamı boyunca hep bir yerlere gitmek istedi. Onda önüne geçilemez bir uzaklaşma tutkusu vardı. Bu tutkusunu şöyle dillendirdi. “Neresi olursa olsun!... Yeter ki bu dünyanın dışında bir yer olsun!... Baudelaire’e göre seyahat edenler birer “şair”di ve soylu bir arayış içindeydiler. Onlar evlerinin dar sınırlarıyla yetinmiyor, başka diyarların sınırlarını keşfetmek istiyor, duyguları bir umuda, oradan umutsuzluğa, bir çocuksu idealizme, oradan da şüpheciliğe gidip geliyordu.
Baudelaire hareket etme tutkusunu şu benzetmeyle anlatır. “Şu anda bulunmadğıım bir yerde bulunursam daha iyi olacağım yanılsamasını yaşamışımdır hep; bu hareket etme tutkusunu sonsuza dek ruhumda taşıyacağım…” Ben Baudelaire’in seyahat etme, yer değiştirme tutksunu, mekanlar arasında mekik dokurken yaptığım okumalar sırasında öğrendim. Onu tanıdıkça, “yer değiştirme, sabırsızlık, terk etme” konularında onunla aynı duyguları paylaştığımı gördüm. “Kaçış nedenleri”min çoğunun yanıtını, onun yaşamöyküsünde buldum. Onun rıhtımlara, limanlara, tren istasyonlarına, trenlere, gemilere ve otel odalarına tıpkı benim gibi büyük bir ilgi duyduğunu, bu mekanlarda kendini evindeymiş gibi rahat hissettiğini öğrenmek bana huzur verdi.
Pisa’ya, ünlü eğik kuleyi görmeye gidiyordum ama, önce Leonardo da Vinci’nin doğduğu Vinci köyüne uğrayacaktım. Empoli’den otoyolu terk edip, okları takip etmeye başladım. Kışın ortası olmasına rağmen etraf yeşermişti.
Leonardo, 15 nisan 1452’de köyün iki kilometre uzağındaki Anchiano’da, küçük bir evde doğmuştu. Okları izleyip evi buldum. Yeşilliklerin (yazın gelincik tarlasının) ortasındaki ev, taş duvarları ve birkaç küçük penceresiyle evden çok bir depoyu andırıyordu.
Daha sonra köyün merkezinde, XIII. Yüzyıldan kalma bir şatoda kurulan “Leonardo Müzesi’ni gezdim. Bu müzede Leonardo’nun buluşlarının maketleri sergileniyordu. Maketler sanatçının defterindeki çizimlerden yola çıkılıyorak yapılmıştı. Neler yoktu ki; suüstünde yürümek için kayaklar, uçmak için kanatlar, makineli tüfekler, kaldıraçlar, dokuma tezgahları, dalgıç giysileri, zırhlı bir tank. Hele bir bisiklet maketi vardı ki, karşısından uzun süre ayrılamadım. Leonardo bundan yaklaşık beş yüz yıl önce, bugünkü bisikletin aynısını tasarlamıştı. Bütün maketler çalışır durumdaydı.
Duomo’yu gezdikten sonra, ara sokakları arşınlayıp, yelpaze formunda yapılmış olan Piazza del Campo’ya vardım.
Etrafı saraylala çevrili olan meydanda, kimsesiz kahvelerden birine oturup, “Buralara keşke ağustos ayında gelseydim” diye hayıflandım. Bir belgeselde bu meydanda düzenlenen bir at yarışını izlemiştim. 16 ağustosta başlayan Palio Festivali’nde yapılan bu yarışın kökeni 1283 yılına dayanıyordu. Toscana’nın on yedi bölgesini temsil eden jokeyler, eyersiz atlarla meydanda yarışıyorlardı. Bu festival sırasında Siena, tam bir Ortaçağ görünümüne bürünüyordu.
Toscana – Mini Rehber
Ribollita tarifi
Ribolita, bir çeşit ekmekli sebze çorbası. Toscana mutfağının en ünlü ve vazgeçilmez bir yemeği. Hem sağlıklı hem de besleyici. Gittiğim bir lokantanın aşçısından aldığım tarifi sizinle paylaşıyorum. Afiyet olsun.
Malzemeler (6 kişilik)
1 adet büyükçe kırmızı soğan, 2 adet havuç, 1 adet kereviz sapı, 4 adet orta büyüklükte patates, 10 adet küçük boy kabak, 300 gram kuru fasulye, 4 yaprak karalahana, 1 adet pırasa, domates püresi, iki dilim bayat ekmek.
Yapılışı:
Bir gece önceden suya koyduğunuz fasulyeyi kısık ateşte haşlayın. Derince ve geniş bir tavanın içinde soğanları öldürün. Daha sonra lahana dışındaki sebzeleri ekleyin. Sebzeler yeterince kavrulunca, üstlerini kapatacak kadar su koyun. İnce ince doğradığınız karalahanayı da bu karışıma ekleyin. Tavanın kapağını kapatıp, kısık ateşte bir saat pişirin. Daha sonra haşlanmış fasulyeleri koyup, yeterli miktarda tuz ve biberi serpin, ara sıra karıştırarak yirmi dakika daha kaynatın. Ateşin altını söndürünce, domates püresini ekleyip iyice karıştırın. Derince bir güveç tenceresinin dibine bayat ekmek dilimlerini yerleştirin. Pişirdiğiniz çorbayı bu ekmeklerin üstüne dökün. Yemeği bir gün dinlenmeye bırakın. Ertesi gün yiyeceğiniz kadar miktarı başka bir tencerede ısıtıp servis yapın.
Roma’da avare günler
İtalya gezimin son durağı olan Roma’ya doğru giderken, aklımda fikrimde hala Siena vardı. İnsan neden başka bir ülkede gördüğü daracık sokaklardan böylesine etkilenirdi? İnsan neden bir kente, sokakları kaldırım taşlı, evlerinin pencereleri tahta kepenkli diye aşık olurdu? Küçük ve önemsiz ayrıntılar bende hep böylesine derin duygulara yol açıyordu.
Via Condotti üstündeki “Cafe Greco”ya girdim. Masaya oturmadan önce, 1760 yılında yapılan bu kafenin müzeyi anımsatan duvarlarındaki resimlere baktım. Bir masaya ilişip kahvemi içerken, buraya gelen ünlüleri düşündüm. Kimler burada kahve içip pasta yememişti ki: Keats, Byron, Goethe gibi yazarlar, Wagner, Listz gibi bestekarlar, Casanova gibi aşk avcıları.
Roma’daki en çok vaktimi Sistina Şapeli’nde geçirdim. Dev duvarları Michelangelo, Perugaino, Botticelli gibi XV. Ve XVI.yüzyılların en ünlü sanatçıları tarafından süslenen şapeldeki eserleri seyretmeye yine doyamadım. Özellikle Michelangelo’nun son yapıtlarından biri olan Kıyamet Günü tablosunun karşısından, her seferinde olduğu gibi yine ayrılamadım.
Aşkın bulunduğu liman
Öğle yemeğimizi yiyeceğimiz da evine tırmanıyorduk. (Mönü: krema soslu taze lazanya, şarap soslu dağ tavşanı yahnisi, beş çeşit peynir, konyaklı meyve tatlısı.) Yemek koyu bir espresso kahve ve oldukça sert “grappa”yla sona ermişti.
Fesleğen ve sarımsak kokan dağ evini terk ettiğimizde, hazzın doruk noktalarında dolaştığımı hissetmiştim.
Akşam yemeği için yine deniz kıyısında, küçük bir lokantaya gitmiştik. Burada da tüm İtalyan lokantalarında olduğu gibi etrafa fesleğen, sarımsak ve zeytinyağı kokusu sinmişti. Yaşlıca bir müzisyen, bir köşede napoliten çalıyordu. Yemek için önden “pesto genovese” ısmarlamıştım. (Tarif: servis tabağı büyüklüğünde iki dilim taze lazanya suda haşlanıyor. Üstüne, fesleğen, dövülmüş dolmalık fıstık ve ceviz, rendelenmiş koyun peyniri, parmesan, zeytinyağı, sarımsak ve karabiber karışımından oluşan sos dökülüyordu.) ikinci yemek olarak peynirli patlıcan istemiştim. (Tarif: uzunlamasına dilimlenmiş bostan patlıcanları zeytinyağında hafifçe kızartıldıktan sonra bir tepsiye diziliyor. Patlıcanların üstüne dilim dilim rakle peyniri konuyor. Onun üstü yine patlıcan dilimleriyle kapatılıyor. Bu peynirli patlıcan böreği, üstüne sarımsak soslu rende domates döküldükten sonra fırında yarım saat pişiriliyor.) Bu yemeklerin yanında leziz kırmızı şaraplar içip, geceyi yine grappayla noktalamıştık. Nedense ben de bütün İtalyanlar gibi, bu sert içkinin hazımda mideme yardımcı olacağına inanmıştım.
Akşam yemeği için iskelenin üstündeki bir lokantaya gitmiştik. (Deniz mahsulleri soslu kuşkonmaz, midyeli rizotto ve meyve salatası) San Margherita’ya dönmeden önce elime bir kadeh armanyak alıp, koya bakarak son kez Ifound my love in Portofino dizelerini mırıldanmıştım.
Nice’te avare günler
Lavanta, zeytinyağı, kekik, fesleğen, şebboy ve diğer kokuları koklaya koklaya çevrede dolaştım. Bir iki kare fotoğraf çektim. Sonra biraz ilerideki küçük meydanda bir kahveye oturup, kalabalığı uzaktan izledim.
Yağmur kenti yıkadıktan sonra alıp başını gitmişti. Espresso kahvenin yanına bir tek konyak ısmarladım. Konyağın da yardımıyla önce bakışlarıma çekidüzen verdim, sonra dudaklarıma bir gülümseme oturttum. Keyif eğrim iyice yükselmeye başlayınca da, melodisi belli olmayan bir ıslık tutturdum.
Önden beyaz şarap eşliğinde iki adet sardalye dolması yedim. Ardından güveçte morina balığı istedim. Ev yapımı ekmeği, balığın porto şarabıyla tatlandırılmış olağanüstü lezzetli suyuna bana bana yemeği bitirdim. Kahveyi güzel bir armanyakla taçlandırdıktan sonra dudaklarımda bir ıslık, yalpa vura vura otele doğru yürümeye başladım.
Lavanta, yasemin, mimoza ve gül bahçeleriyle çevrili parfüm dünyasının merkezi Grasse’e gittim.
Ve kendime nefis bir ziyafet çektim: kremalı denizkestanesi, ançuez soslu barbunya tava, küçük bir porsiyon mürekkepbalıklı pilav, finalde balda kızarmış şeftali. Tabii birkaç bardak da Bordeaux bağlarından elde edilmiş kırmızı şarap.
Krallar Vadisi’nin şatoları
Fransa denince çoğu gezginin aklına önce Paris gelir. Sonra biraz Nice, biraz Marsilya hatırlanır. Yeme içme düşkünleri için ise listeye Perigord, Bordeaux ve Lyon girer. Aslında Fransa’nın gezilmesi, bilinmesi gereken bir başka yüzü de Loire Nehri’nin suladığı bereketli bölgedir. Fransızlar buraya “Krallar Vadisi” adını takmış ve Fransa tarihi burada yazılmış, en görkemli şatolar burada yapılmış. En güzel, en temiz, en mükemmel Fransızcanın burada konuşulduğu söylenir. Onun için birçok masal buradan doğmuş, birçok ünlü yazar önemli eserlerini burada yaratmış.
Rönesans mimarisinin en önemli örneklerinden biri olan şato, gerçekten de görkemliydi. Salonun tam ortasından terasa kadar yükselen spiral merdiveni, Kral I.François’nın davetlisi olarak bölgeye gelen Leonardo da Vinci tasarlamış. Şatonun 440 odası var, her odada da dev bir şömine bulunuyor.
Chambord’dan sonra yine ormanların, tarlaların, bahçelerin aralarından döne dolaşa Cheverny Şatosu’na vardık. Ağaçların arasına gizlenmiş şatonun beni en çok etkileyen yeri, iki bin geyik boynuzunun sergilendiği av odası oldu.
Çizgi roman kahramanı Tenten’in yaratıcısı Belçikalı Georges Remi Herge, bölgese yaptığı bir gezi sırasında Cheverny Şatosu’na hayran kalmış, zaten bazı maceralarında da çizgi kahramanlarını bu şatoda koşturup durmuştu.
Akşam yemeği için gittiğimiz “Au Plaisir Gourmand”da, öne birer şampanyayla midemizin isyanını bastırdık. Sonra da mönüden lezzetli seçimler yaptık. Benim o akşam ne yediğimi merak ederseniz: başlangıç olarak, yeşil sebzeler eşliğinde kaz ciğeriyle doldurulmuş yavru dişi ördek rulosu; ana yemekte, yanında bütün olarak sote edilmiş maydanozlu küçük patatesler eşliğinde elmalı sülün göğsü. Tatlı olarak altüst edilmiş elmalı tart. Finalde de taze ve yıllanmış keçi peyniri. Bu lezzetli yemekler, bölge bağlarından damıtılmış kırmızı şarabın eşlik ettiğni söylememe gerek var mı! Söz şaraptan açılmışken; Loire Vadisi’nde üretilen Cabarnet Frac üzümünden yapılan şaraplar, daha güneydeki Bordeaux bölgesi şarapları gibi gövdeli değildi. Daha az tanenli, daha hafifti. Av ve kümes hayvanlarıyla iyi uyum sağlıyordu.
Vilaine ve Loire nehirlerinin kucaklaştığı köşede, kasabaya tepeden bakan bir başka şatoya tırmandık. XV.yüzyılda inşa edilen Montsoreau Şatosu da Fransız edebiyatına konu olmuştu. Ünlü yazar Alexandre Dumas Monsoreaulu Kadın adlı romanında, bu şatonun kontesi güzel Fronçoise’nin hazin aşk hikayesini anlatır.
Öğle yemeğini yol üstündeki bir kasaba lokantasında geçiştirdik: Patatesli ısırganotu çorbası, ayva marmeladı eşliğinde yabanördeği, armutlu tart ve peynir tabağı.
Az gittik uz gittik sonunda günün son durağı Fontevraud Manastırı’na vardık. Burası ülkenin en kutsal sığınaklarından biriydi. Keşişler, rahibeler, hastalar, cüzamlılar, pişmanlık duyan günahkarlar burada dertlerine çare arıyorlardı. Kral XV.Louis kurtulmak istediği dört kızını buraya kapatmış. Kral II.Henry ile Aslan Yürekli Richard’ın mezarları da buradaydı.
Akşam yemeğini ısmarladım: kaz ciğeri, kestane çorbası, enginar, yabanihavuç, lahana, şalgam ve pırasayla yapılmış IV.Henry’nin tavuklu türlüsü, Markiz de Goulaine’in cheescake’i.
Köylerni, tarlaların arasından geçip Lerne Köyü’ne vardık. İçin için heyecanlanıyordum. Çünkü XV.yüzyılın önemli yazarlarından biri olan Rebalais’in doğduğu ve ünlü eseri Gargantua’yı yazdığı evi görecektim.
Bu kişi ünlü Honore de Balzac’dı. Yazarın en verimli dömenide yaşadığı Sache Şatosu, diğerlerine nazaran oldukça küçüktü. Balzac, bu şatodaki en manzaralı odayı kendisine ayırmıştı. Çalışırken keşişleri andıran beyaz bir gecelik giyen Balzac, pencere kıyısındaki masasına oturuyor, kaz tüyü kalemiyle hiç ara vermeden 14-16 saat yazı yazıyordu. Bu süre içinde de durmadan kahve içiyordu. Daha sonra da iki tekerlekli arabasına binip, çevrede tur atıyordu. Balzac, ünlü romanları Goriot Baba ile Vadideki Zambak’ı burada yazmıştı. Çevrenin görüntüsünü ise birçok romanında kullanmıştı.
Sırada bu sefer “Azay le Rideau” Şatosu vardı. Burası Loire Vadisi’ndeki en çekici ve en kadınsı şatoydu. Indre Nehri’ne yansıyan görüntü, oda ve salonlardaki muhteşem şömineleriyle insanı kedine aşık ediyordu. Duvarları süsleyen dev tapesterilerin (duvar halıları) üstündeki tablo benzeri görüntülerde, o dönemin yaşantısı hakkında birçok ipucu yakalamak mümkündü.
Döndük, dolaştık, sorduk soruşturduk ve yemek yiyeceğimiz yeri bulduk: “L’etape Gourmande”. Burası küçük bir çiftlikti. Şömine yemek salonun ısıtmıştı. Yemekleri beklerken önden birer kadeh soğuk “Sancerre” istedim. Bölgede üretilen bu şarap, dünyanın en lezzetli beyazları arasında yer alıyordu. Yemekte başlangıç için, pesto ve pancar soslu taze keçi peyniri ısmarladım. Bölgenin mantarlarını tadına bakmak için küçük bir porsiyon Galipettes’i de (kömürde mantar) ihmal etmedim. Ana yemket ise Chinon’un hafif, berrak, meyvemsi ve serin kırmızı şarabı eşliğinde ilikli sığır eti yedim. Frenküzümlü tartla da yemeğe noktayı koydum.
Sırada Jardins de Villandry vardı. XVI.yüzyıl mimarisinin en güzel örneği olan Villandry, vadide yapılan son büyük Rönesans şatosuydu. Bahçe, mutfak bahçesi, süslü bahçe ve su bahçesi olmak üzere üç kattan oluşuyordu. Sebze bahçesinde, her bitkinin tarihi ve neye iyi geldiği levhalara yazılmıştı. Örneğin kabağın sarhoşluğa, yenibaharın ise sindirime iyi geldiğini ben orada öğrendim.
Kısa moladan sonra önce Uyuyan Güzel masalına esin kaynağı olan Usse Şatosu’na gittik. Şatonun küf kokan odalarındaki “Uyuyan Güzel” düzenlemesini görünce hayal kırıklığına uğradım.
Vadideki son akşam yemeğimi deniz mahsullerine ayırdım: marul, suteresi, pırasayla yapılmış tarak salatası, harcına yılanbalığı ve ançuez eklenmiş sazan balığı köftesi, dondurma eşliğinde taze çilek. Yemeğin yanına ise bölgenin ünlü beyaz şaraplarından istedim: başlangıç için Sancerre, sonra Pouilly Füme ve Muscadet.
İlk olarak romantik bir zevk sarayı olan Chenoncea’ya gittik. Cher Nehri’nin iki yakası arasında uzanan şato, bir dizi kemerin üstüne inşa edilmişti. Şato hep kadınların elinde biçimlenmişti. İlk sahibesi Catherine Briçonnet ilk bölümü yaptırmıştı. II.Henri’nin güzeller güzeli metresi Diane de Poitiers bahçeler ile nehrin üstündeki kemerleri ekletmişti. Kralın karısı Catherine de Medici köprüyü galeriye çevirtmişti. III.Henri’nin yaslı karısı Louise de Larine, tavanı matem rengi olan siyaha boyatmıştı. Madam Duphin yıkılmaktan kurtarmış, son sahibesi Madam Pelouze ise restore ettirmişti. Şato böylesine kadınların gözbebeği olan bir şatoydu. Daha sonra Amboise kentine gidip Leonardo da Vinci’nin üç yıl yaşadığı ve öldüğü Le Clos Luce’yi gezdik. Vinci Müzesi’ne dönüştürülen evin duvarlarına ünlü sanatçının özdeyişleri asılmıştı. Bunlardan bir tanesi, sanki bu güler yüzlü vadinin sırrını ele veriyordu: “İnanıyorum ki insandaki mutluluk, iyi şarabın bulunduğu yerde başlar.” Sonra kralların konutu Amboise Şatosu’na gidip Vinci’nin mezarını ziyaret ettik.
Venedik: Avrupa’nın misafir odası
Gondoldan San Marco Meydanı’nda indim. İskeyele koşturup Lido Adası’na giden vapura bindim. Niyetim bu son günde, ünlü adanın kumsalında bir banka oturup, Venedik’te Ölüm’ü bir kez daha okumak, o müthiş, imkansız aşkı anımsamak ve veba salgınını düşünüp hüzünlenmekti. Her zaman yaptığım gibi, romanda anlatılan mekanlarda dolaşıp, romanı yaşamanın hazzını bir kez daha tattım.
Venedik, labirent sokakları, yeşil sulu kanalları, gondolları vaporettaları, pastel renkli evleri, muhteşem sarayları, ünlü karnavalı, film festivaliyle büyüleyici bir kentti. Ondaki kadınsı çekicilik, görenleri kendisine hemen aşık ediyordu. İnsan Venedik’in perdeye yansıtılmış bir fantezi olmadığına, bir gerçek olduğuna kolay kolay inanamıyordu.
Yemeli içmeli İspanya
Lerma kasabası, daracık sokakları, ferforje korkuluklu balkonları, tahta kepenkli pencereleri, yosun tutmuş oluklu kiremitle kaplı damlarıyla bana İtalya’nın Siena kentini hatırlattı. Bir yokuş indim, bir yokuş çıktım, iki ara sokağa saptım ve kasabayı bitirdim.
Ertesi gün daha kuzeye, İspanya’nın ünlü şarap bölgesi Rioja’ya doğru yol aldık. Logrono kentinde Casa Chuchi adlı bir restoranın önünde durduk. Jambon tabağı, haşlanıp zeytinyağına yatırılmış taze kuşkonmaz, jambonlu küçük enginar, haşlandıktan sonra zeytinyağıyla tatlandırılan nohutlu taze fasulye, mürekkepbalığı mürekkebiyle yapılmış sosun içine kalamarlı kabak kalye, kuzu uykuluğu tavası, mezgit türü bir balık.
Del Castello alanına çıktım. Niyetim Hemingway’in Güneş de Doğar adlı kitabını onun oturduğu kahvede okumaktı. Boğa güreşlerini seyretmek için Pamplona’ya gelen ünlü yazar, burayı ballandıra ballandıra anlatmıştı. Meydanın bir köşesindeki kahveye oturdum. Karşımda pembe badanalı Hotel La Perla duruyordu. Burası ünlülerin uğrak yeriydi. Hemingway’den başka Orson Welles, Ava Gardner, Charlton Heston, Deborah Kerr, Arthur Miller burada kalmış, bu meydanda dolaşmış, bu kahvelerden birinde oturup içkilerini yudumlamıştı.
Bir kültür merkezinin üst katındaki modern bir restorana –Summa- gidip, modern mutfağın küçültülmüş porsiyonlarıyla karnımı doyurdum: mantar aromalı dana krep, deniz mahsulleriyle kuşkonmaz, kremalı deniz midyesi, saçta deniz levreği filetosu, sıcak çikolatalı dondurma. Oradan bir koşu son şaraphane olan Senorio De Sarria’ya gidip bölge şaraplarının tadına baktık.
Kaşiflerin kenti Lizbon
Portekizli ünlü yazar Saramago’nun İsa’ya Göre İncil adlı kitabını okumaya koyuldum. Önce, Portekiz’in denizler hakimi soylu bir ulus olduğunu söyledi. Sonra Bartolomeu Dias’tan bahsetti. Ümit Burnu’nu ilk kez gemiyle dolaşan bu cesur gemiciyi tanıyıp tanımadığını sordu. Yanıtımı beklemeden Hindistan’ı bulan Vasco da Gama’nın da Portekizli olduğunu belirtti. Sonra diğer kaşiflerden bahsetti. Yaşlı şoför, benimle konuşmuyor, ülkesinin sanını Avrupa’ya ve bütün dünyaya haykırıyordu sanki. Beni kalacağım Hotel Mundial’ın önünde indirirken, “Bütün okyanuslarda Portekizli cesur denizcilerin ruhlarının dolaştığını sakın aklından çıkarma” dedi ve mutlu bir şekilde uzaklaştı.
Lizbon da tıpkı İstanbul gibi tam yedi tepenin üstüne kurulmuştu. Onun için kenti keşfetmek biraz yoruyordu insanı.
Lizbon’da en sevdiğim semtlerden biri de, Baixa’ya tepeden bakan ve tarihi XVI. Yüzyıla dayanan Bairro Alto oldu. Buranın kaldırım taşlarıyla kaplı sokakları, iki insanın kol kola yürümekte zorlanacağı kadar dardı. Evlerin çoğu eskiydi. Seramik kaplamaları dökülmüş duvarlara yazılar yazılmıştı. Balkonlarda rengarenk çamaşırlar, okyanustan gelen rüzgarla oynaşıyorlardı. Her evin altında küçük bir işyeri vardı. Bunlar ya bir bakkal, ya bir butik, hediyelik eşya satan dükkan, kahve, bar, fado kulübü veya üç beş masalı küçük bir lokantaydı. Aslında kentin en önemli lokantaları buradaydı. Onun için çoğu akşamlarımı, bu semtin daracık sokaklarında adres aramakla geçirdim.
Baixa’ya yukarıdan bakan bir başka tepede de Alfama semti yer alıyordu. Oraya çıkmak için yürümeyi göze alamadım. Tek vagonlu, eski, kırmızı bir tramvayın tıkırtısıyla tırmandım. Tepenin zirvesindeki Sao Jorge Kalesi’nin burçlarınan Lizbon’u seyrettim. Buradan kentin büyük bir bölümünü görmek mümkündü. Lizbon’un kırmızı kiremitli çatıları, fotoğrafçılara en güzel pozlarını buradan veriyorlardı.
Sonra dolambaçlı dar sokaklardan, döne döne aşağıya doğru inmeye başladım. Sokakların arasına daldıkça, Lizbon’un geçmişine doğru gittiğimi sandım. Yorgun denizcilerin, sarhoş balıkçıların, tüccarların bu evlerde yaşadığı yıllarda geziniyordum sanki. Ön duvarları çiçek desenli seramiklerle kaplı evlerin pencere kıyılarına sıralanmış sardunyalarıyla, pencere demirlerine sarılmış begonvilleriyle, iki balkon arasına gerilmiş iplerde sallanan çamaşırlarıyla, duvarlardaki kutulara hapsedilmiş aziz heykelcikleriyle Alfama sokakları, gerçek Lizbon’u gözler önüne seriyordu.
İber Yarımadası’nda, İspanya ile okyanus arasına sıkışıp kaldığı için her fırsatta denize açılıp kendine (ve dünyaya) yeni topraklar keşfetmiş olan Portekiz’in başkenti Lizbon bir solukta bitecek kentlerden değil. Onu anlayabilmek için, yaşamak, tatmak, solumak ve hazmetmek gerekiyor.
Tajo Irmağı’na yaslanmış olan Belem, kentin, belki de dünyanın en önemli semtlerinden biriydi. Çünkü dünyanın birçok yeri, bu limandan yola çıkan cesur denizciler tarafından bulunmuştu. Onun için bu semt, beni Portekiz’in en gururlu günlerine götürdü.
XV.yüzyılın ortasından XVI. Yüzyılın sonuna kadar Portekiz, okyanusları aşan cesur ve öncü bir ülkeydi. Portekizliler, Atlas Okyanusu’na açılan ilk Avrupalılardı. Ekvatoru geçen, Ümit Burnu’nu dolanan, Hindistan’a denizyoluyla Batı’dan ilk ulaşanlar da onlardı. Çin’le ticarete girişen ilk Batılılar ve Kaptan Cook’tan iki yüzyıl önce Avustralya’yı ilk görenler yine onlardı. Güney Amerika kıtasına ilk ayak basan Batılılar Portekizliler oldu. Brezilya’yı da onlar keşfetti.
Fernando de Magallenes adlı bir Portekizli, 1519-1522 yılları arasında dünyanın etrafını denizden dolaştı. Labradr Yarımadası, yine Portekizli bir çiftçi yani “lavrador” Joao Fernandes tarafından bulundu. Newfoundland ve Greenland’de önce Portekiz bayrağı dalgalandı. Adam Smith, Amerika’nın keşfini ve Ümit Burnu’nun geçilerek Doğu Hindistan’a ulaşılmasını, “insanlık tarihinin kaydettiği en büyük ve en önemli olay” diye nitelemişti. Bu büyük tutkuların acısı da bir o kadar büyük olmuştu. XVII. Yüzyılda bir rahip denizin yuttuğu yüzlerce Portekizliyi kastederek, “Tanrı Portekizlilere küçük bir ülke verdi ama bütün dünyayı onlara mezar yaptı” demişti. Şair Miranda da bir şiirinde, “Bir kimyon kokusu için halkını yitirdi kralık” diye yazmıştı.
Belem’de önce Jeronimos Manastırı’na uğradım. Yapımına 1501 yılında başlanan görkemli manastır, ülkesinin üç gurur kaynağın bağrına basmıştı. Ünlü kaşif Vasco da Gamma, ünlü şairler Luis de Camos ve Fernando Pesseoa’nın mezarları bu manastırdaydı.
Sonra parkın güneşli patikalarından geçip kıyıdaki “Keşiifler Anıtı”na gittim. 1960 yılında Gemici Henrique’in 500.ölüm yılı dolayısıyla yaptırılan anıt, bir yelkenli gemiyi (karavela) andırıyordu. Teknenin ucunda, elinde küçük bir yelkenliye Gemici Henrique duruyordu. Gözlerini okyanusun uzaklarına dikmişti. Arkasında ise V.Alfanso, Gaspar Corta Real, Diogo de Silves, Gil Eanes, Diogo Gomes, Pedro Alveres Cabral, Diogo Cao, Bartolomeu Dias, Macellan ve Vasco da Gamma ile din ve bilim adamları sıralanmıştı. Dünyayı keşfeden bu ünlü denizciler, taştan tekneni pruvasında buluşmuş, rüzgarın yelkenleri şişirmesini bekliyorlardı sanki.
Lizbon’un kaşifleri, sokakları, meydanları kadar anlatılması gerekli bir başka değeri de fadoydu. Gecelerimin çoğunda, bir fado kulübünde oturup kedere ve alın yazısına ağıtlar döken o yanık sesleri dinledim. Hüznümü daha da köpürtmek için, masamda Porto şarabının tatlı-sert tadıyla dolu kadehi hiç eksik etmedim. Kimine göre fado, sevgililerini veya eşlerini denize uğurlayan kadınların, onların geri dönmemesi üzerine rıhtımda, denize karşı yaktıkları ağıttı. Bu nedenle fadoda acı, hüzün, özlem, aşk vardı. Kimine göre bu yanık şarkılar Brezilya, kimine göreyse Afrika kaynaklıydı. Kimileri ise fadonun gemilerde, aylarca süren seferlerde ortaya çıktığını öne sürüyorlardı. Kim ne derse desin, gecenin ilerleyen saatlerinde kah Chiado’nun, kah Bairro Alto’nun, kah Alfama’nın daracık, geçmişten gelen sokaklarındaki fado kulüplerinde, kayıp denizcilerin ruhlarıyla birlikte, fado sanatçılarına kadeh kaldırmaktan çok hoşlandım.
Kentin lezzeti
Öğünlerdeki yeme alışkanlıklarını şöyle özetlemek mümkün: Kahvaltının değişmez malzemeleri kahve, tereyağlı ekmek, peynir ve salam. Kırsal kesimde ise kalınca bir dilim ekmek ile çorba, en rağbet edilen kahvaltı türü. Biraz varlıklılar kahvaltıda bir iki bardak şarap içmeyi ihmal etmiyorlar. Öğleye doğru bir pastanede, bir kahve ve küçük bir tatlıyla midenin isyanı bastırılıyor. Öğle yemeği günün en önemli öğününü oluşturuyor. En az 1,5 saat süren bu öğün, kalın dilimlenmiş kalın kabuklu ekmek, birkaç dilim peynir ve zeytinle başlıyor. Ardından çorba içiliyor, sonra ana yemeğe geçiliyor. Ana yemek genellikle yanında patates veya pilavla servis edilen balık veya etten oluşuyor. Tabii ki bu yemeğe bol miktarda şarap eşlik ediyor. Tüm bunları hazmedebilmek için de birkaç küçük kadeh, boğazı alev alev yakan sert hazmettirci ihmal edilmiyor. Akşam yemeklerinde de aynı şeyler yeniyor. Sadece başlangıçta peynir ve zeytinin yanına, kurutulmuş et ve kurutulmuş morina balığı ilave ediliyor.
Eğer günün birinde Lizbon’a giderseniz, şu yemekleri tatmadan dönmemenizi öneririm: Bacalhau (kurutulmuş tuzlu morina balığı, tam 365 çeşit yemeği yapılıyor), ızgara sardalye, caldo verde (lahana ve patatesle yapılan yeşil çorba), sucuk ve kırmızı şarapla pişmiş kuru fasulye ve nohut (yanında pilavla), caldeirada de peixe (balık yahnisi), javeli presunto (yabandomuzlu proşüttosu), arroz de linguiça (sosisli pilav), sopa de caçao (ekmekli köpekbalığı çorbası), ızgara bifes de atum (tuna bonfile). Sadece yumurta sarısıyla yapılan Encharcada adlı tatlıyı da mutlaka tatmalısınız.
Lizbon bir pastaneler kenti. Lizbonlular günün herhangi bir saatinde bu pastanelere girip ortadaki tezgahın etrafında, ayakta bir fincan kahve eşliğinde mutlaka ülkenin ulusal tatlısı “pastais de nata”yı yiyorlar.
Lizbon’dan dönerken güzel bir Porto şarabı (en az 25 yıllık) ve Portekiz’in ünlü peyniri Rabaçal’dan küçük bir tekerlek almanızı öneririm.
Avrupa’dan
İsviçre: kurallı güzel
Sonra bir hızla Friburg Kantonu’nun güneyinde, Bern Alpleri’nin arasına sıkışmış olan peynir diyarı Gruyere’e gittik. Yani bildiğiniz Gravyer peynirinin doğum yerine. Burası bir tepenin zirvesinde küçük bir köydü.
Eve doğru dönerken, kar Alpler’in zirvelerine beyaz örtülerini sermeye başlamıştı. İsviçre gezim, tam Erhan’ın dediği gibi gerçekleşmişti: Çikolata, şarap, şarküteri, fondü, rakle ve tablo benzeri manzaralar.
Bir solukta Almanya
Bremen deyince benim aklıma hemen “Bremen Mızıkacıları” geliyordu. Kent bundan yaklaşık bin iki yüz yıl önce kurulmuştu. Kurucusu ise Roma-Germen İmparatoru Charlemagne’dı. Weser Nehri’nin kıyısında yer alan Bremen, Kuzey Denizi’nde 70 kilometre içeride olmasına rağmen Almanya’nın en önemli limanıydı. Her ne kadar Hamburglular bu özelliğinden dolayı küçümsese de Bremen, derinleştirilmiş Weser Nehri’nin kıyısındaki limanından, ülkenin genel mal trafiğinin yüzde 35’ini gerçekleştirmekle övünç duyuyordu.
Tarihi bu kadar eskilere dayanan bu kenti, bir öğleden sonraya sıkıştıramazdım. Altbstadt’ta (eski şehir) daracık sokakları gezinmekle yetindim. Pitoresk evleri, XI.yüzyıldan kalma katedrali, cephesi Rönesans üslubunda yapılmış gotik belediye binasını, ikinci Dünya Savaş’nda, İngiliz uçaklarının attığı bombalarla yerle bir olan, daha sonra eski görünümünde inşa edilen yapıların çevresinde dolaştım durdum. Bir koşu gittiğim Bürgenpark’ta, ormangüllerinin ateş kırmızısı çiçeklerin seyrettim.
Eski şehirde en çok ilgimi Viktualien Market çekti. Yan yana sıralanmış küçücük dükkanlarda, Bavyera’nın tüm lezzetlerini tatmak mümkündü.
Chiemsee kentinin istasyonunda yüz yıllık bir trene binip, göl kıyısına gittim. Göl üstünde sefer yapan 1926 yapımı bir vapurla, önce Herreninsel Adası’na (Erkekler Adası) geçtim. Rehberim adanın, bir zamanlar piskoposluk merkezi olduğunu, Benedikten manastırındaki rahipler nedeniyle buraya “Erkekler Adası” adı verildiğini anlattı. Fransa’daki ünlü Versailles Sarayı’na öykünerek yapılmış olan Bavyera Kraliyet Şatosu’nu ve ucu bucağı görülmeyen bahçeleri gezdim.
Gölün üstündeki ikinci adanın adı Fraueninsel’di (Kadınlar Adası). Bir zamanlar burada bulunan Benedikten rahibe manastırı nedeniyle, bu adada sadece kadınlar yaşamıştı. Birkaç kulaç ötedeki erkekler adası ile kadınlar adası arasında neler olup bittiğini, gizli kapaklı kalmış maceraları düşlemeye çalıştım. Şimdi her iki cinse de açık olan adanın çiçeklerle süslenmiş evlerine hayran kaldım. Öğle yemeğinde, tahta çubuklara geçirilip, ateşin kenarına sıralanarak pişirilen göl balıklarının tadına baktım. Gölün üstündeki Krautinsel (Ot Adası) adlı üçüncü adaya ise uğramadan dönüş yoluna geçtim.
Kentlerin prensi Slazburg
Salzach Nehri kenti ikiye bölüyordu. Eski kent, kalenin eteklerinde kurulmuştu. Kentten daha çok bir dini merkezdi. Worms piskoposu Rupert, Salzburg’un ilk kurucusu olarak tarih kitaplarında yerini aldı. Kalenin mazgallarından seyrettiğim kenti, Prag’a benzettim. Barok tarzı, açık sarı, pembe uçuk yeşil badanalı evlerde, nehrin üstündeki kentin iki yakasını birbirine bağlayan köprülerle, aşık olduğum kentlerden iri olan Prag’ı anımsatıyordu.
Sonra kaleden inip, dar sokaklara saptım. Ve Getreidegasse’de, 9 numaralı evin önündeki kalabalığın yaptığı gibi, kapının önünde durup, sarı boyalı evi uzun uzun inceledim. Çünkü müzik dâhisi Mozart, ilk nefesini burada almış, ilk gün ışığını burada görmüştü. 27 ocak 1756’da Leopold ve Anna Maria’nın oğlu olarak dünyaya gelen Johann Chrysostomus Wolfgang Theophilus’un ve kısaca Amadeus’un daha sonraları koşuşturduğu merdivenleri çıktım, onun tuttuğu tırabzanlara dokundum.
Mozart’a bu ikinci yaklaşışımdı. Birincisinde, Prag’da bir süre kaldığı, şimdi müze olan eve gitmiş, bekçinin odayı terk etmesini fırsat bilip, çaldığı piyanonun tuşlarına dokunmuştum. Şimdi de çocukluk çağlarında bastığı taşlara basıp, koşuşturduğu sokaklarda dolaşıyordum.
Daha sonra Salzach Nehri’nin öte yakasına geçip, Makart Meydanı’ndaki diğer eve gittim. Mozart ailesi, ilk evlerine sığmadıkları için buraya taşınmışlardı. Bu ev Tanzmeisterhaus (Dans eden ustanın evi) olarak tanınıyordu. Evin ilk sahiplerinden olan Franz Karl Gottlieb Speckner, tanınmış bir dans hocasıydı ve o zamanlar dans hocalığı çok önemli bir görevdi. Speckner, evinin salonlarında genç aristokratlara dans dersleri veriyor ve onları sarayın karmaşık seremonileri için hazırlıyordu.
Viyana’da vals zamanı
Lokantada, benimle birlikte gelen birkaç arkadaşım dışında kimsecikler yoktur. Strauss’un besteleri eşliğinde, onun sevdiği yemekleri yedim: patates çorbası, patates garnili kuzu külbastı, peynir tatlısı.
Tabii ki Johann Strauss’u da ihmal etmedim. Örneğin bu ünlü adamın, en çok patates sevdiğini hiçbir ansiklopedide bulamazsınız. Ancak benim gibi, üç öğün “Strauss’un sevdiği yemekler”i yiyerek öğrenebilirsiniz. Şaka bir yana, Çingene Baron, Mavi Tuna gibi ünlü besteleri yapmış, balo salonlarında bütün dünyayı fır fır döndürmüş bu ünlü müzisyenin müziğinin tınılarını, sözcüklerle anlatacak kadar kalemşor değilim.
Viyana, birkaç gün, her türlü telaştan uzakta tatil yapmak isteyenler için ideal bir kent. Hele klasik müziğe düşkünlüğünüz varsa baharda veya yaz aylarında Viyana’ya gitmeyi unutmayın.
Viyana – Mini Rehber
Kahve Sözlüğü
Türkischer: bildiğimiz Türk kahvesi
Brauner: sütlü kahve
Melange: sıcak sütlü kahve
Kurz: çok sert kahve
Obers: kremalı kahve
Mokka: sert, sade kahve
Kapuziner: Viyana usulü kapiçino
Schwarzer: şekersiz, sütsüz siyah kahve
Konsul: kremalı siyah kahve
Gestreck espresso: espressonun çok sert olmayını
Pharisaer: küçük bir bardak romla birlikte sunulan kremalı, sert, sade kahve.
Kaisermelange: yumurta sarısı ve brendiyle servis edilen sade kahve
Viyana usulü şinitzel
Şinitzel, en sevdiğim yemeklerin başında gelir. Ama öyle her önüne gelen yerde de yenmez. Ya etrafındaki malzeme çok kalın olur ya dışı yanar içi çiğ kalır ya da et çok serttir, ağızda sakızlaşır. Viyana’daki Figlmüller Lokantası’nda bunların hiçbiri olmaz, şinitzelin en lezzetlisi yapılır. Çünkü bu lokantada yüz yıldan beri başka yemek pişmez.
Şimdi Şavkay’dan edindiğim iyi şinitzel pişirme sırlarını sizlerle paylaşacağım:
Et, karakterli bir et olan kontrfile olacak. Deli gibi dövülüp, parçalanmayacak. İnce olacak ama suyu kaçırılmayacak.
Dış malzemesinde kesinlikle galeta unu kullanılmayacak. Kaliteli undan yapılmış beyaz ekmeğin kabukları çıkarılıp, iç ekmek ufalanacak. Nispeten kalın gözlü bir kalburdan geçirilecek. Et hafif nemliyken elenmiş una bulanacak. Fazla unlar silkelendikten sonra çırpılmış yumurtaya batırılacak. Daha sonra ekmek içlerine bulanacak. Etteki rutubet unu, un yumurtayı, yumurta da ekmek içlerini tutma işlevlerini yerine getiriyor.
Sonra, ince bir tavada yağ kızdırılacak. Şinitzeller bu yağda, her iki tarafı altın sarısı rengini alıncaya kadar kızartılacak. Temiz bir bez veya kağıt peçete üstünde fazla yağı süzdürüldükten sonra, daha önceden ısıtılmış tabakta servis edilecek.
Şinitzelin üstüne, maydanoz veya başka lezzet vericilerle tatlandırılmış bir parça tereyağı, bir dilim katı yumurta, bir rulo ançüez filetosu koymak gerekir. Ilık patates salatası bu muhteşem etin vazgeçilmez dostudur.
Aristokrat bir Viyanalı, şinitzelin yanında kesinlikle bira içmez. Mutlaka kırmızı şarabı tercih eder. Bir Viyanalı’nın, gerçek aristokrat olup olmadığı seçtiği kırmızı şarabın kalitesinden anlaşılır. Seçtiği şarabın markasını göremediyseniz kulak verin. Eğer Fransızca konuşuyorlarsa, onların gerçek Viyanalı aristokrat olduğundan şüpheniz kalmasın.
Kartpostalda gezinmek
Zirvesi karlı yüce dağlar, eteklerinde yemşeyil bir ova, ovanın bitiminde ağaçlarla çevrili masmavi göl, gölün ortasında küçük bir ada. Adada ağaçların arasından çan kulesi görünen bir kilise. Yeşil başlı ördekler ve beyaz kuğular. Gölün karşı yamacında bir kaya üstüne kondurulmuş kartal yuvası gibi bir şato. Kırmızı damlı evler, gökyüzünde yumak yumak beyaz bulut kümeleri. Bütün bu anlattıklarım, bir broşürün kapağını süsleyen fotoğrafta yer alıyordu. O broşürü gördükten sonra Slovenya’ya gitmek bende tutkuya dönüştü.
Başkente, Ljubljana Havaalanı’na indiğimde gün ışımamıştı. Bavulumu alıp dışarı çıkınca buz gibi bir hava yüzümü bıçak gibi kesti. Bled kasabasına doğru yola çıktım.
Okuduklarıma göre ülke Avusturya, Hırvatistan, İtalya ve Macaristan’la çevrilmişti. Adriya Denizi kıyısında 46,6 kilometrelik bir sahili vardı.
Gezime, görüntüsüyle bu ülkeye gelmeme neden olan Bled kasabasında başladım. Gölün kıyısın çepeçevre dolanan yolda ilerlemekte zorlanıyordum. Her köşede öylesine muhteşem görüntüler karşıma çıkıyordu ki, sık sık durup bunların fotoğrafını çekiyordum. Gölün büyük bir bölümü buz tutmuştu. Onun için “plenta” denen, kasabaya özgü tekneye binip adaya gidemedim.
Programımda 30 kilometre ötedeki Bohinj kasabası vardı. Bu yöre için kitaplarda “Julius Alpleri’nin incisi” tanımı kullanılıyordu. Yolun bir kıyısında berrak, yemyeşil bir nehir akıyordu. Diğer kıyısında ise Alp Dağları yükseliyordu. Hem araba kullanmak, hem bu güzellikleri seyretmekte oldukça zorlanıyordum. Fazla trafik olmadığı için yaptığım zikzaklar tehlike yaratmıyordu. Bohinj’de fazla oyalanmadan, Triglav Ulusal Parkı’nın tam ortasında yer alan ülkenin en derin gölüne gittim.
Gölün kenarındaki XV.yüzyıldan kalma, Aziz Johannes adına yapılan kilise bir biblo gibi duruyordu.
Gölün öteki yakasındaki Stara Fuzina köyüne gidip, hemen hemen tümü pansiyon olarak kiralanan Alp tarzı dağ evlerini gezdim.
Savica Nehri’nde kano yapanları, 71 metreden düşen Savica Çağlayanı’nı seyrettikten sonra, zirvedeki Vogel kayak merkezine tırmanan teleferiğin önünde uzun süre park yeri aradım.
Piran adındaki balıkçı köyüne vardığımda, kendimi Akdenizli bir yerleşim yerinde buldum. Kuruluş tarihi 1283 yılında dayanan bu tarihi kente girebilmek için 2 dolar ödedim. Balıkçı teknelerinin barındığı küçük limanı geçip sokaklara daldım.
Köyü kuşbakışı gören tepedeki Aziz Georgius adına yapılmış kiliseye tırmandım.
Çevre gezisini bitirdikten sonra, deniz kıyısında yan yana dizilmiş balık restoranlarından adı “Uç Dullar” olanına oturdum. Önden roka, tere, ahtapot üçlüsüyle yapılmış bir salata yedim. Daha sonra, biraz önce denizden çıkan sardalye balığını ızgaraya attırdım. Yemekle birlikte, köyün bağlarından elde edilmiş serin bir beyaz şarap içtim. Yemek boyunca gözümü Adriya Denizi’nin lacivert sularından alamadım. Karnımı doyurup, ruhumu dinlendirdikten sonra, ülkenin kıyısındaki köyleri geze geze (Portoroz, Fiesa, Belvedere, İzola, Koper) dönüş yolunu tuttu.
Broşürde okuduğum şu cümleyle gideceğim yere karar verdim: “Julius Alpleri en güzel Kranjska Gora’dan görünür…” Ülkenin bu önemli kayak merkezi, İtalya ile Avusturya sınırında yer alıyordu. Her virajdan sonra başka bir manzarayla karşılaşıyordum. Alpler’in bembeyaz zirveleri göz kamaştırıyordu. Neredeyse her yüz metrede bir duruyor, fotoğraf çekiyor sonra yoluma devam ediyordum. Çünkü açılar değiştikçe, dağların görünümün de değiştiriyordu. Bazen kırmızı damlı bir kilise, bazen bir çağlayan, bazen düşlerimi süsleyen yüksek çatılı köy evleri görüntüye giriyordu.
Kranjska Gora’ya girdiğimde, kendimi renk cümbüşü içinde buldum.
Yemek giysilerine bürünüp, bu kez başka bir lokantaya gittim. Önden erişteli et suyu çorbası, ardından içi patates ve kıymayla doldurulmuş, mantı benzeri bir yemek (idrija zlikrofi) ısmarladım. Yemek faslını, Bohinj bölgesinin ünlü emantel peyniriyle sonlandırdım. Yemeğin yanında, garsonun çok övdüğü cabarnet sauvignon üzümünden damıtılmış Quercus marka şarabı içtim. İlk yudumda garsonun övgülerinde haklı olduğuna karar verdim.
Ertesi gün rotamın üstünde, ülkenin en doğusu vardı. Sabah erkenden yola çıktım. İlk molayı Drava Nehri kıyısındaki Ptuj kentinde verdim. Tarihi Romalılar dönemine kadar dayanan bu müze kentte, gördüğüm her şeye hayran kaldım. Kırmızı kiremitli damlarıyla Ptuj evlerini birer bibloya benzettim.
Daha sonra ülkenin ikinci büyük kenti Maribor’a gittim. Kenti anlatan kitapçıkta kalenin XII. Yüzyılda yapıldığını, tarih boyu bölgenin en önemli kenti olduğunu okudum.
Prag’ın aşk kokan odaları
Prag’a soğuk bir kış günü gitmiştim.
Viyana’dan trene, Kafka’nın sevgilisi Milena’yla buluştuğu pastanenin yanı başındaki gardan binmiştim. Peronda kompartımanı ararken, kulaklarımın soğuktan hissizleşmesini umursamıyordum. Gara gelmeden önce bir meydanda içtiğim sıcak şarap ve koluma girip beni dansa sürükleyen kız, boş vermişlik durumuna sokmuştu beni. Orta Avrupa konulu bir romanın kahramanlarından birişmiş gibi hissediyordum kendimi.
Tren kuzeye doğru ilerledikçe kar şiddetini arttırmıştı. Pencerenin çevrelediği buğulu görüntüde artık iki renk kalmıştı: ovaların üstünü örten karın beyazı ile onu yarıp geçen trenin siyahı. Soğuk pencereye başımı yaslayıp, Avrupa’nın ortasında, gözümün önünden kayıp giden kavaklara ve ucu bucağı görünmeyen beyazlığa bakıp ne düşündüğümü şimdi hiç hatırlamıyorum.
Adını bilmediğim birçok istasyondan geçmiştim. Hepsinde de Doğu Avrupa’nın sessizliğini, yalnızlığını, terk edilmişliğini, görmüştüm. İçimi kaplayan hüznü hiç unutmadım.
Prag’a vardığımda, gün kararmış, kar durmuş, hava ayaza kesmişti. Bir taksiye binip, şoföre gideceğim yerin adresinin yazılı olduğu buruşuk kağıdı uzatmıştım. Kalacağım pansiyon, suları donmuş Vltava Nehri’nin hemen kıyısındaydı.
Ertesi gün hava güneşli ve ayazdı. Bu kent hakkında yazılan birçok kitap okumuştum. Rilke’yi, Kafka’yı, Kundera’yı, Havel’i hep Prag sokaklarında düşlemiştim. Düşlerimde şekillendirdiğim kentle bugün yüz yüze gelecektim.
Rainer Maria Rilke, doğduğu kent Prag için yüzyılın başında şunları yazmıştı: “Onu tanımak istiyorsanız, yüreğinden, yani “Eski Kent’ten başlayın…” Ben de öyle yapmıştım.
Kafka’nın büyüdüğü sokaklar, sözcüklerle oynadığı evler, Değişim’i yazdığı odanın penceresi… Dünya ünlüsü bir yazarla bu kadar içlidışlı olmak, hoş duygularla sarmalamıştı beni. Yorgunluğumu attıktan sonra, saat kulesi önünde fotoğraf çektiren Japon turistleri yararak geçtiğim arka sokaklardan, Vaclavske Bulvarı’na ulaşmış, Prag halkının Sovyet tanklarına yumruklarıyla karşı çıkışlarını hatırlamıştım. Öldürülen üniversite öğrencisi Jan Palash ve Dubcek’e saygılarımı sunduktan sonra yoluma devam etmiştim.
Eski Kent’i, Hradcany Şatosu’nun bulunduğu Mala Strana’ya bağlayan Karl Köprüsü’nden geçerken, sokak çalgıcılarının tebeşirle çizdikleri sahnelerde dans etmiş, köprü üstündeki heykelleri ve eserlerini satmaya çalışan ressamları teker teker selamlamıştım. Prag’da bir tiyatro sahnesinde gibiydim. Sanki tek kişilik bir oyun oynuyordum. Geçmiş, bugün ve gelecek.
Dar sokaklar, sarı, uçuk mavi, pembe renkli evler, nehirde yüzen kuğular. Bugüne kadar gördüğüm en güzel kentti Prag. Gotikten rokokoya, baroktan modern sanata, tüm mimari tarzlar kentin sokaklarında ve caddelerinde birbirine yaslanmıştı. Ve hiçbiri aradan sırıtmamıştı.
Kent mimariye olan saygısını müzikten de esirgememişti. Smetana ve Dvorak gibi ünlüleri yetiştirdiği gibi Weber, Beethoven, Chopin, Liszt, Wagner ve daha nice dahilere de kapılarını sonuna kadar açmış, onları kucaklamıştı.
Ya Mozart…
Onun izlerinin peşine düşüp, Bertramka Villası’na gitmiştim. Yakın dostu bestekar Dusek’in konuğu olan ünlü müzisyenin, Don Juan’ı bestelerken neler düşündüğünü kestirmeye çalıştım. Acaba Prag’ın arka sokaklarındaki odalar, o zaman da aşk kokuyor muydu?...
Bekçinin dışarı çıkmasından yararlanıp, Mozart’ın besteyi yaparken kullandığı piyanonun tuşlarını okşamış, elyazısıyla yazdığı notalara bakmıştım. Parmaklarım parmaklarına, bakışlarım bakışlarına dokunmuştu.
Prag’ı soğuk bir günde tanımış ve soğuğun ona yakıştığına karar vermiştim.
Dört günlük bir gezi sonunda bir kentim daha olmuştu. Şimdi onu çok özlüyordum.
Kalinikta Atina
Plaka’daki meyhanede, buzlu uzolar birbiri arkasından nasıl da tükenmişti! Küçük tabaklarda gelen zeytinyağlı dolma, horoz fasulyesinden yapılmış pilaki, cacık, ciğer tava, kalamata zeytin, uzonun her yudumuna ne güzel de eşlik etmişlerdi. Bir de buziki çalan Barba geceyi uzatmıştı.
Önce tümünü görmek istediğim için Likavitos tepesine çıkmıştım. Orada oturduğum kahveden, Atina’nın her yanını görebiliyordum – bütün taşlarını. Birbiri üstüne abanmış beyaz evler, ışığı yansıtan caddeler, alanlar, kahve terasları, çamaşır asılmış balkonlar. Ne yalan söyleyeyim, ilk görüşte pek sarsmamıştı kent beni, aşkımız için “bir bakış” yetmemişti. Elimin altında Nedim Gürsel’in Seyir Defteri vardı.
Akrapolis’in asırlık taşlardan oluşmuş merdivenlerini tırmanırken, bir eski zaman düşüne dalmıştım. Bu yolları kimler arşınlamıştı, Atina’nın koruyucusu tanrıça Athena, Parthenon’un dev sütunlarının ardından, aşağıdaki kente baktığında neler görüyordu? Hangi düşünürler hangi düşünceleriyle bu merdivenleri tırmanmıştı? Tepenin yamacında bulunan Dionisos Tiyatrosu’nda, hangi replikler havalarda uçuşmuştu? Yaklaşık iki bin beş yüz yıllık taşların üstüne oturup, uzaktan görünen denizin maviliğine bakarken, aklıma ne de çok soru üşüşmüştü.
Ben de Ekselsiyor Kahvesi’nin güzeller güzeli garsonuna iyi geceler deyip, buzukili bir geceyi sabaha erdirmek için yine Plaka’da bir meyhaneye gitmiştim. Gökyüzüne yıldızlar yapışmıştı pırıl pırıl. Önümde bir sakız rakısı, biraz yeşil zeytin, bir cacık. Hava midye tava ve anason kokuyordu.
Santorini Rüyası
Antikçağ’daki adıyla Thira, bizim bildiğimiz adıyla Santorini adasına, bir öğleden sonra Atina’dan kalkan pervaneli küçük bir yolcu uçağıyla gelmiştim.
Santorini beni pek yanıltmamıştı. Aynı düşlediğim gibiydi. Topu topu 76 kilometre kare büyüklüğünde olan hilal şeklindeki adanın kuzeye doğru uzanan iki ucunun arasında, yukarıda anlattığım patlamayla kopan, Nea Kameni (yeni yanık) ve Palania Kameni (eski yanık) adında iki küçük volkan ada yer alıyordu. Bir anacadde tüm adayı baştan başa dolaşıyor, daracık sokaklar ise beyaz badanalı evlerin arasından zikzaklar çizerek bir o yana bir bu yana uzanıyordu. Ve her sokak bir uçurumla sona eriyordu.
Amerika Amerika
Sevgilim New York
New York – Mini Rehber
Özgürlük Anıtı: Bir hatıra fotoğrafı siz de çektirin.
Ellis Adası: Göçmenlerin ilk geldiği yer. ABD tarihi burada başlıyor.
Wall Street: New York Borsası… Dünyanın para merkezi.
Brooklyn Köprüsü: 1883’te yapılan tarihi köprü.
Chinatown: Çinlilerin yaşadığı bölge. Ucuz alışveriş ve lezzet burada.
Little İtaly: Mafia filmlerindeki tipleri görmek isteyenler için.
Soho: Sanatçıların ve sanat galerinin bölgesi.
Greenwich Village: Bohemlerin ve alternatif yaşamların peşinde koşanların yeri.
5.Cadde: Ünlü mağazalar yan yana. Alışveriş cenneti.
Empire State Building: Dünyanın ilk ve en yüksek gökdelenlerinden biri.
Broadway: Tiyatro, gösteri, caz, bar. Kentin renkli geceleri burada.
Central Park: Gece değil, gündüz gezin.
Times Square: Seks kokulu dükkânlar, mekânlar.
Harlem: Siyahların dünya başkenti. Mutlaka gündüz ve rehber eşliğinde gidin.
Metropolitan Müzesi: Sanat şaheserlerinin asılları tam karşınızda olacak.
Modern Sanatlar Müzesi: Sergileri kaçırmayın.
Guggenheim Müzesi: Dikkat; Perşembe günleri kapalı.
Frank: Sokakta satılan sosisli sandviç. Tatmadan dönmeyin.
Blue Note: En güzel canlı caz müziği. Rezervasyon şart.
Bloomingdale: Alışveriş merkezi. Ne ararsan var.
New Orleans: cazın anavatanı
New Orleans – Mini Rehber
Creole: Kökleri Fransa’ya dayanan kişilere verilen ad. Güney mutfağında ve müziğinde önemli yerleri var. En ünlü yemekler: jambon, tavukla pişirilen bol baharatlı “jambalaya” denen pilav, ördek etiyle pişirilen, siyaha yakın meyaneli gumbo çorbası ve kaplumbağa çorbası.
Cajun: 1755 yılında, Nova Scotia’dan güneye göç eden Fransız asıllı Kanadalılara verilen ad. Yemekler şöyle sıralanabilir: tavşan panesi, haşlanmış kereviz, domuz sosisli pilav.
Louisiana: Tüm güneyin ortak bölgesi. Buranın mutfağını Creole, Cajun mutfaklarının karışımı oluşturuyor. İstiridye, acı biberli sosta haşlanmış karides, yengeç ve kara fasulyeli pilav gözde yemeklerden. Ayrıca “po-boy” (poor boy) sandvici de denemeye değer lezzetlerden biri.
Kaliforniya rüyası
Vali Felipe de Neve’nin kente koyduğu ilk isim şöyleydi: “El Pueblo de Nuestra Senora la Reina de Los Angeles.” Türkçe’ye tercüme edersek: Hanımefendimiz Melekler Kraliçesinin Köyü.” Yıllar bu uzun ismi yıpratmış, kala kala Los Angeles kalmıştı.
Los Angeles, “Kalifornia rüyası”nın ilk durağıydı. Sırada San Dieogo, Palm Spring, Mohave Çölü, Las Vegas, Ölü Vadi, Yosemite Ulusal Parkı, Sacramento, şarap diyarı Napa Vadisi ve nihayet San Francisco vardı.
Amerika’nın bittiği yer
Tek bildiğim şey Amerika San Dieogo’da bitiyor, daha sonra Meksika’da başlıyordu. Ülkelerin bittiği noktalar, oldum olası ilgimi çekmiştir.
Dünyanın çeşitli yörelerinde güneş batışlarının fotoğraflarını çekmeyi alışkanlık edindim.
Rayların üstündeki saray
Orient Express
Mönü
İlk Gün Öğle
Avokado dilimli füme vahşi sombalığı.
Kaz ciğerli bonfile, yanında truffle mantarıyla.
Anasonlu ve bademli pasta, seçme Fransız peynirleri, Kolombiya kahvesi.
Akşam
Enginar ve zencefille tatlandırılmış sote iri karides ve dana ciğeri.
Kırmızı orman meyveleri sosu eşliğinde fırında pişirilmiş ördek göğsü, yanında et suyunda haşlanmış marul ve tatlı patates.
Karışık pasta tabağı, peynir tabağı ve kahve.
Ertesi Gün Sabah
Sıcak kruvasan, üzümlü kek, küçük sandviçler.
Reçel sepeti, peynir çeşitleri, tereyağı.
Taze portakal suyu ve kahve.
Öğle
Rakle peyniriyle fırınlanmış taze kuşkonmaz.
Sutereli tereyağıyla lezzetlendirilmiş haşlanmış yarım ıstakoz, yabani sarımsak ve patates eşliğinde.
Elmalı turta, peynir tabağı ve kahve.
Akşamüstü
Küçük sandviçler.
Skon (özel İngiliz bisküvisi) kaymak ve çilek marmelatı eşliğinde.
Pasta çeşitleri ve kahve.
Kısa Tarihçe
1883 yılında sefere başladı. 1906’da Simplon Tüneli açılınca Paris, Milano, Venedik güzergâhında sefer düzenlendi. Daha sonra bu seferlere Belgrad, Sofya, Atina ve İstanbul güzergâhı eklendi. 1950’lerden itibaren hava ulaşımı devreye girince Orient Express’in yolcu sayısında azalma oldu. 1977 yılının mayıs ayında seferler kaldırıldı. Orient Express Otelleri Başkanı, Monte-Carlo’daki bir açık artırmadan 1920 yıllarında yolcu taşımış iki vagonunu satın aldı. Avrupa’nın çeşitli yerlerinde bu orijinallere benzeyen yeni vagonlar yaptırıldıktan sonra ünlü trenin seferleri 1982 yılının mayıs ayında tekrar başladı.



Arka Kapak:
“Seyahat özürlü olduğum için, sevgili dostum Mehmet Yaşin’in nice zamanların emeği gezi yazılarının bir an önce yayınlanmasını talep edip duruyordum. Mehmet Yaşin’in gezip gördüğü, sıcak, yakın, Türkçe’ye gönül vermiş bir anlatımla dile getirdiği yerler uçsuz bucaksız. Mehmet Yaşin’in seyahat tutkusu da, benimki gibi, kitaplar, eserler aracılığıyla. “Romanlardaki Kentler” yazısında öyle güzel anlatıyor ki! Uzakname’yi okurken, bir uçtan bir uca, Aliaono köyünden Kuzey’e, sonra ta çöllere, buralara çok şükür Mehmet Yaşin uğramış diyorum. Çünkü yazar, gittiği her yerde kültürü, tarihin mirasını, sanatı yansıtmayı unutmuyor. “Gündelik” dünyanın yansıtılmasının çok ötesinde bir tutum bu. Dahası, Mehmet Yaşin bilgiçlikler taslamıyor; her yolculuğunda, her gezisinde amatör bir gezginin heyecanını koruyor.”   Selim İleri

“Karlı bir kış günüydü… Trenle Viyana’dan Prag’a gidiyordum. Elimde, Kafka’nın Milena’ya Mektuplar adlı kitabı vardı. Kâh buğulu pencerenin ardından karın beyaza boyadığı ovayı seyrediyor, kâh kitaptan birkaç satır okuyor, kah karşımda oturan kızıl saçlı kıza bakıyordum. Kitabı okudukça Viyana’yı gözümün önüne getiriyor, Prag’ı ise düşlüyordum. Bunlar kitabın kahramanı iki kentti… Kızıl saçlı kızı bazen Milena’ya bazen de Kundera’nın, Prag’ın arka sokaklarındaki bir bodrum katında seviştiği kadınlara benzetiyordum. Kompartımanda, dilini bilmediğim insanların arasında otururken oynadığım bir düş oyunuydu bu…”