Günlüğünüz karşısında ruhen çırılçıplak kalmayı göze alabileceğiniz belki de tek dostunuz.
28 Nisan 2017 Cuma
27 Nisan 2017 Perşembe
26 Nisan 2017 Çarşamba
24 Nisan 2017 Pazartesi
21 Nisan 2017 Cuma
20 Nisan 2017 Perşembe
18 Nisan 2017 Salı
15 Nisan 2017 Cumartesi
MEHMET YAŞİN - UZAKNAME
Kitabın Adı : Uzakname
Yazarı :
Mehmet Yaşin
Yayınevi :
Doğan Egmont Yayıncılık
Sayfa Sayısı : 419
Türü :
Gezi
Okuduğum Tarih: 13.09.2014 – Cumartesi –
26.09.2014 – Cuma
Kitabın Beğendiğim Bölümlerinden Alıntı:
Dünyayı
Bulan Gezginler
Listeyi okurken
göreceksiniz ki, binyılın başlarında yollara dökülenlerin çoğu dinsel kökenli.
Onların amacı, inandıkları dinleri geniş kitlelere yaymak. Bu amaçla yola
çıkıp, dünyanın birçok bilinmedik yerini keşfettikleri için onlar, “kâşif”
olarak adlandırıldılar. Bunlara bir de istilacılar eklendi. Onların niyeti de,
yeni yerler keşfetmek ve buraları sömürgeleştirmekti. Bir de yola gerçekten
keşfetmek için çıkanlar vardı. Amaçları ne olursa olsun bu insanlar sayesinde,
dünyanın bilinmezliği çözüldü. Bu yolculukların günümüzden yüzlerce yıl önce
yapıldığını ve o zamanki ulaşım ve konaklama şartlarını göz önüne getirirseniz,
bu insanların ne kadar cesur, ne kadar inanmış, ne kadar maceraperest
olduklarını görürsünüz. Bütün zorluklara ve tehlikelere rağmen dünyayı keşfetmekten
vazgeçmeyen bu gezginleri sizlere tanıtmak ve bu vesileyle bir kez daha anmak
istiyorum.
EL-İDRİSİ
Faslı gezgin Kuzey Afrika’yı, İspanya’yı, Avrupa’yı adım adım gezdi. Daha sonra
Anadolu’ya geldi. Sicilya’nın Norman Kralı II. Ruggero’nun danışmanlığını
yaptı. Bazı keşif gezilerine krallık adına çıktı. Gümüş tabaka üzerine, 70
bölümden oluşan bir dünya haritası çizdi. 1154 yılında yazdığı, Dünyayı Görmek
İsteyenler İçin Keyif Gezileri adlı kitabında gezi anıları topladı.
GIOVANNI
DEL CARPINE Papa’nın elçisi olarak 1246 yılında Moğolistan’a giden altmış üç
yaşındaki gezginin amacı, Moğolları Hıristiyan dinine inanmaları için ikna
etmekti. Carpine bu görevini başaramadı, ama Orta Asya, Baykal Gölü ve Aral
Denizi civarına ayak basan ilk Avrupalı unvanını kazandı. İtalyan gezgin bu
gezilerini Tatarların Kitabı’nda anlattı.
MARCO POLO
1271 yılında babası ve amcasıyla Venedik’ten çıkıp, İpek Yolu’nu izleyerek
Çin’e ulaştı. Moğolistan’da Kubilay Han’a danışmanlık yaptı. Ünlü gezginin bu
yolculuğu tam 14 yıl sürdü.
İBNİ
BATTUTA Tanca’da doğan ve 1325 yılında hacı olmak için Mekke’ye doğru yola
çıkan Ortaçağ’ın en ünlü Arap gezgini, “hiçbir yoldan iki kez geçmeme” kuralını
benimseyerek dünyanın olabildiğince çok yerini gezmeye karar verdi. Bu
kararının sonucunda, 30 yılda tam 120.000 kilometre kat etti. Akıl verdiği
sultan, hükümdar, vali ve görevlilerden aldığı yardımlarla gezilerini sürdürdü.
Arabistan’a, Afrika’ya, Hindistan’a, Kırım’a, İstanbul’a, Orta Asya’ya,
Maldivler’e ve Çin’e gitti. Gezi anılarını Rahle adlı eserde topladı.
KRİSTOF
KOLOMB İspanyol bayraklı üç gemiyle 1492’de denize açıldı. Önce Bahama
Adaları’na vardı. Daha sonraki seferlerde Jamaika, Honduras, Trinidad ve
Küba’ya ulaştı. Gittiği yerleri hep Hindistan sandı. Yeni bir kıta keşfettiğini
öğrenemeden öldü.
VASCO DA
GAMA 1497’de Portekiz’den yola çıkıp, Ümit Burnu’nu dolaşarak Hindistan’a doğru
dümen kırdı. 1498 yılında Kaliküt kentine vardı. Bu zorlu yolculuk onu dünya
gezginleri arasına soktu.
AMERIGO
VESPUCCI 1499 ve 1502 yılları arasında Güney Amerika sahillerine iki sefer
düzenledi. Bu toprakların Asya değil de yeni bir kıta olduğunu anladı. Buraları
ilk keşfeden Vespucci olmamasına rağmen bu yeni kıtaya onun adı verildi.
HERNAN
CORTES 1519 yılında yola çıkan İspanyol komutan Cortes’in amacı, Meksika’daki
Aztek İmparatorluğu’nu ele geçirmekti. Cortes 1521 yılında kanlı bir şekilde bu
emeline ulaştı.
MACELLAN
1519 yılında Arjantin’in en güney ucundaki Tierra del Fuego’yu, Güney
Amerika’dan ayıran boğazı keşfetti. Boğaza onun adı verildi. Gezmeye bir türlü
doyamayan Macellan Filipinler’de öldürüldü.
FRANCISCO
DE JASO Katolik misyoner, Doğu’da Hıristiyanlığı yaymak için 1542’de Roma’dan
ayrıldı. Hindistan’a ve Doğu Hint Adaları’na gitti. Japonya’ya ilk ayak basan
Avrupalı oldu.
FRANCISCO
DE ORELLANA 1540’ta İnkaların başkenti Cuzco’dan (Peru) yola çıkan gezgin,
Ekvador’daki Quito kentine gitti. Oradan Napo Nehri aracılığıyla önce Amazon
Nehri’ne, ardından da Atlantik Okyanusu’na ulaştı. Daha sonra kıyıyı izleyerek
Trinidad’a vardı.
SIR FRANCIS
DRAKE İngiliz denizci, 1577-1580 yılları arasında yaptığı seferlerle, dünyanın
etrafında dolaşan ilk kaptan unvanını kazandı. Kaptan Drake sayesinde
İngiltere’de dünya keşiflerine damgasını vurmuş oldu.
WILLEM
BARENTS Kuzey Kutbu’na yapılan yolculukların öncüsü olan Barents, 1595’te
Spitzberg Adası’nı buldu. 1596’da yaptırdığı buzda gidebilen gemisi sayesinde,
kimsenin gidemediği yerlere kadar uzandı. 1597’de bir buzul üstünde can verdi.
EVLİYA
ÇELEBİ 1611 yılında İstanbul’da doğan ünlü gezgin, yaşamının elli yıla yakın
bir zamanını yollarda geçirdi. Bu süre içinde Orta Avrupa, Balkanlar, Anadolu,
Kafkasya, Kırım, Arabistan ve Mısır’ı dolaştı. Daha sonra yazdığı Seyahatname,
önemli bir tarihsel coğrafya ve kültür atlası niteliğini taşıdı.
ABEL JANSZOON
TASMAN Hollandalı kâşif 1642-1643 yılları arasında çıktığı yolculuk sonunda
Tasmanya, Yeni Zellanda ve Fiji’yi keşfetti.
KAPTAN
COOK 1768 yılında çıktığı ilk gezisinden 1779’da çıktığı üçüncü seferindeki
ölümüne kadar neredeyse bütün dünyayı gezdi. Güney Georgia, Hawaii, Yeni
Kaledonya adalarını keşfetti. Bering Boğazı’na kadar çıktı.
CHARLES
DARWIN 1831 ve 1836 yılları arasında dünyanın en uzun süreli bilimsel gezisini
yaptı. Galapagos Adaları’na ve Güney Amerika pampalarına yaptığı yolculuklar,
“evrim teorisi”nin temellerini oluşturdu.
HEINRICH
BARTH Alman gezgin, 1847-1855 tarihleri arasında tam 16.000 kilometre yol kat
etti. Bu süre içinde Büyük Sahra, Nijer, Tombuktu, Çad Gölü ve Libya’yı gezdi.
Yazdığı beş ciltlik Kuzey ve Orta Afrika’da Geziler ve Keşifler adlı kitabı,
günümüzde bile gezginler için önemli kaynaklardandır.
DAVID
LIVINGSTONE 1849 yılında yola çıkan İskoçyalı din adamı, Afrika’nın birçok
bölgesini gezdi. Başta Victoria çağlayanları ve Malavi Gölü olmak üzere birçok
bölgeyi keşfetti. Bu keşif gezileri sırasında bir aslanın saldırısına uğrayıp
ağır yaralandı. 1 mayıs 1873 tarihinde öldüğünde, Nil Nehri’nin kaynağını
araştırıyordu.
SIR
RICHARD BURTON Etnolog, jeolog ve aynı zamanda asker olan Burton, tam tamına 25
dil biliyordu. Arap kılığına bürünerek Mekke’ye girmeyi başaran bu maceraperest
gezgin, 1858 yılında, Nil Nehri’nin kaynağını araştırırken Tanganyika Gölü’nü
keşfetti. Burton ayrıca, Binbir Gece Masalları ile Kamasutra kitaplarını da
İngiliz diline tercüme etti.
KICHEN ve
NAIN SINGH İngiliz hükümeti tarafından Himalaya bölgesinin haritasının
çıkarılması için görevlendirilen bu iki bilgin, bütün bölgeyi adımlarını
sayarak ölçtüler. 1865 ile 1872 yılları arasında tamamlanan bu çalışma sonunda,
Güney Çin, Nepal, Hindistan, Taklamakan Çölü ve Kaşgar bölgesi gibi geniş bir
alanın detaylı haritası yapılmış oldu.
HENRY
MORTON STANLEY Yurttaşı Livingstone’u aramak için Afrika’ya giden gazeteci
Stanley, Victoria Gölü’nün Nil Nehri’nin kaynağı olduğunu buldu. Kendi yaptığı
12 metrelik bir kayıkla Lualaba Nehri’nden Kongo’ya doğru yola çıktı. Bu zorlu
yolculuk tam 999 gün sürdü ve 114 kişinin ölmesine neden oldu. Stanley, 1888
yılında aynı yolculuğu bir kez daha yaptı.
AMELIA
EARHART Bu cesur, yürekli kadın, Honolulu’dan Kaliforniya’ya Pasifik
Okyanusu’nu geçen ilk insan unvanını kazandı. Earhart bununla yetinmedi.
1932’de yalnız başına Atlantik’i uçarak geçen ilk kadın unvanını da aldı.
Gezmeye doymayan Amelia, 2 temmuz 1937’de öldüğünde dünya çevresinde atmaya
başladığı turun 35.400 kilometresine varmıştı.
THOR
HEYERDAHL 27 nisan 1947’de, balsa ağacından yaptığı Kon-tiki adlı tekneyle
Peru’daki Callao’dan yola çıkıp, 97 gün sonra Polinezya’daki Tuamotu
Takımadaları’na vardı. Böylelikle İnkaların Pasifik aşırı gezilere
çıkabileceklerini kanıtladı. Heyerdahl yine kamıştan yaptığı teknelerle, 1970
ve 1977 yıllarında çıktığı yolculuklarla harita, pusula ve diğer yol gösterici
aletler yapılmadan önce dünyanın nasıl keşfedildiğini gösterdi.
BEN CARLIN
1951-1958 yılları arasında, hem karada hem de denizde giden arabasıyla dünyanın
çevresini dolaştı. Avustralyalı Carlin bu gezisinde, karada 62.765, denizde ise
15.450 kilometre yol kat etti.
JACQUES
PICCARD 1960 yılının ocak ayında, Pasifik Okyanus’ndaki Mariana Çukuruna daldı.
Böylelikle dünyanın en derin noktasına inen adam unvanını kazandı. Bu zorlu
dalışı, yine kendisi gibi gezgin olan babası August Piccard’ın geliştirdiği bir
denizaltı sayesinde yaptı.
YURIY
GAGARIN 12 nisan 1961’de uzaya çıkan ilk insan oldu. Sovyet kozmonot uzayda
kaldığı sürede tam 40.868 kilometre kat etti.
NEIL
AMSTRONG 21 temmuz 1969’da Ay’a ayak basan ilk insan oldu. Onun bu tarihi
yürüyüşünü, bütün dünya, televizyonlarının başında naklen izlediler.
RANULPH
FIENNES 2 eylül 19797da teknesiyle İngiltere’nin Greenwich kasabasından yola
çıkan İngiliz gezgin, 15 aralık 1980’de Güney Kutbu’na, 10 nisan 1982’de de
Kuzey Kutbu’na vararak, dünyayı boylamasına dolaşan ilk insan oldu. Fiennes
56.000 kilometre yol yaptıktan sonra, 29 ağustos 1982’de yeniden Greenwich’e
döndü.
EMILIO SCOTTO
17 ocak 1985’te motosikletiyle Buenos Aires’ten yola çıkan Arjantinli gezgin,
dünyanın çevresinde 735.000 kilometre yol kat ettikten sonra, 2 nisan 1995’te
ülkesinde döndü.
BARTNARD
PICCARD VE BRIAN JONES Dedesi ve babası da birer gezgin olan Piccard, arkadaşı
Brian Jones’le birlikte balonla dünya gezisine çıktı. 20 mart 1999’da başarıyla
sonuçlanan bu gezide iki gezgin, tam 42.810 kilometre uçuş gerçekleştirdiler.
Aydınlık
gece, karanlık gün
Uç
noktalar beni çok heyecanlandırır. Oralara gitmek, benim için vazgeçilmez bir
tutku haline geldi. Oralardaki yaşamlara tanıklık edebilmek, yaşamımın temel
hedefini oluşturur. Merakımı en çok, güneşin batmadığı veya doğmadığı ülkeler
çeker. Oraları düşleyerek, bir türlü aydınlanmayan günlerde zamanı karıştırmayı
arzularım. Veya bir türlü kararmayan gecelerde, gecenin neye benzediğini merak
ederim.
Örneğin,
İzlanda adasına gittiğimde, karanlık günler başlamıştı. Ne zaman sabah, ne
zaman öğle, ne zaman akşam olduğunu ayırt edemez hale gelmiştim. Güneş hiç doğmuyordu.
Bitmeyen bir geceyi yaşıyormuş gibi hissediyordum kendimi… Bu zamansızlık ve
sürekli karanlık, önceleri hoşuma gitmişti. Güneşsiz günler, gerçekdışı bir
oyun gibi gelmişti bana. Sanki başka bir boyutta yaşıyordum… Ama aradan bir
hafta geçince, ışığı özler olmuştum. Ne sabah mahmurluğunun keyfi kalmıştı, ne
de içkiye başlayabilmek için güneşin batmasını beklemenin heyecanı… Süre
geçtikçe kendimi, karanlık bir mağaranın içine hapsolmuş gibi hissetmeye
başlamıştım. Gezi güncemin o günlerini anlatan bir sayfasına, büyük harflerle
şu notu düşmüştüm: “Işığı ölesiye özledim…”
Daha
sonraları kararmayan günlerle tanıştım. İngiltere’nin en kuzeyindeki Shetland
Adası’na vardığımda aydınlık geceler başlamıştı. Bitmek bilmeyen günlerdi.
Washington
Post gazetesinden DeNeen L.Brown’ın mektubu
Bulunduğum
yer, Kanada’nın Nunavut bölgesinde, Resolute adlı küçük bir köy. Burası
dünyanın en uç noktası kabul ediliyor. Yaz güneşi bir kez yüzünü gösterdi mi,
altı ay boyunca bir daha gitmek bilmiyor. 1 mayısta başlayan aydınlık,
hakimiyetini 11 ağustosta karanlığa terk ediyor. Yerliler kendilerine,
dillerinde “halk” anlamına gelen “İnuit” diyorlar.
Romanlardaki
kentler
Karlı bir
kış günüydü… Trenle Viyana’dan Prag’a gidiyordum… Elimde, Kafka’nın Milena’ya
Mektuplar adlı kitabı vardı. Kâh buğulu pencerenin ardından karın beyaza
boyadığı ovayı seyrediyor, kah kitaptan birkaç satır okuyor, kah karşımda
oturan kızıl saçlı kıza bakıyordum. Kitabı okudukça Viyana’yı gözümün önüne
getiriyor, Prag’ı ise düşlüyordum. Bunlar kitabın kahramanı iki kentti.
Kızıl
saçlı kızı bazen Milena’ya, bazen de Kundera’nın, Prag’ın arka sokaklarındaki
bir bodrum katında seviştiği kadınlara benzetiyordum. Kompartımanda, dilini
bilmediğim insanların arasında otururken oynadığım bir düş oyunuydu bu… Yanımda
yine Kafka’nın Metamorfoz adlı kitabı ile Kundera’nın Gülünesi Aşklar’ı vardı…
Bu, son yıllarda geliştirdiğim bir keyfimdi. Gittiğim kentleri anlatan
romanları, geçtiği yerlerde okumak müthiş haz veriyordu bana.
Nitekim,
Metamorfoz’u Kafka’nın evinin bulunduğu yere yakın bir kahvede okumuş, daha
sonra romanda geçen evi ve o korkunç böceği görebilmek umuduyla saatlerce
pencerelere bakmıştım… Kundera’nın kitabını okuduktan sonra da, metroda, arka
sokaklarda kadınların peşine takılıp, kendimi kitabın kahramanının yerine koymuştum…
Bu oyunum sayesinde, kentleri daha çok seviyordum.
Günün
birinde de Los Angeles’ta Sunset Bulvarı’nda, elimde kitaplar, ünlü yazar
Charles Bukowski’nin peşine düşmüştüm. Yüzyılın serserisinin, onca rezilliği
yaptığı barları araştırmıştım. Sorup soruşturmuş, gösterilen bir barda oturup,
onun gibi ucuz bir bira ısmarladıktan sonra, yazdıklarını okumaya başlamıştım:
Bir başka
tarihte, karlı fırtınalı bir havada, İzlanda’nın kuzeyindeki bir balıkçı
kasabasında, Kuzey Denizi’nin koyu lacivert sularına bakarak, Pierre Loti’nin
İzlanda Balıkçısı’nı okumuştum.
Pierre
Loti’nin anlattığı deniz biraz ötemdeydi ve ben, kitaptaki bütün tanımlamaları
gözlerimle görebiliyordum. O kitabı okuduktan sonra da, bir balıkçı gemisinde
balina avcısı olmak geçmişti aklımdan.
Bir
seferinde de Kenya’da, Hemingway’in peşine takılmıştım. Bir yandan,
Kilimancaro’nun Karları adlı kitabı okuyor, bir yandan da kafamı satırlardan
kaldırıp dağa bakıyordum. Hatta kitaba kendimi öylesine kaptırmıştım ki, dağın
eteklerinde, en büyük boynuzlu yabankeçisini avlamaya bile niyetlenmiştim.
Nairobi’de ise, Hemingway’in şimdi adını hatırlamadığım bir kitabında
(Afrika’nın Yeşil Tepeleri olabilir mi?) anlattı kahveyi bulmuş, öyküyü orada
okumuştum… Kitapta, kahvenin bahçesindeki bir ağaçtan bahsediliyordu.
Birbirlerine haber vermek isteyenler, bu ağacın gövdesine mesaj kâğıtlarını
yapıştırıyorlardı. Ben de Hemingway’e bir not yazıp, ağacın gövdesine
iliştirmiştim.
Roma’da,
İspanyol Merdivenleri’nde oturup Goethe’nin, İtalya Seyahati adlı kitabını
okumuştum.
Güney
Afrika’da, Cape Town kentinde ise Ömer Lütfi’nin, Ümit Burnu Seyahatnamesi adlı
kitabıyla baş başa kalmıştım.
İngiltere’nin
Reading kentine giderken de yanıma Oscar Wilde’ın Reading Hapishanesi Baladı’nı
almıştım.
Sadece
romanları, geçtikleri kentte okumakla yetinmedim, daha önce okuduğum
romanlardaki yerlerin de peşine düştüm…
Bunlardan
en önemlisi, İsa Bu Köyden Geçmedi adlı romandı. Kitabın yazarı Carlo Levi adlı
bir İtalyan’dı. Mussolini yönetimi, aynı zamanda bir doktor olan antifaşist
yazar Levi’yi, Güney İtalya’nın en ücra köşesine, o dönemde ancak katır sırtında ulaşılabilen
bir köye sürgün göndermişti. Kitabı okuduktan sonra, Carlo Levi’nin izini sürme
duygusu bir tutkuya dönüştü. Ve günün birinde, yanımda yazar arkadaşım Nedim Gürsel
olduğu halde, İtalya’nın bu en fakir bölgesinin yolunu tutmuştum…
İlk
durağımız, çizmenin tabanında yer alan Matera kenti olmuştu. Taş yapıları, çoğu
terk edilmiş eski evleri, merdivenli dar sokaklarıyla gizemli bir yerdi. Bir
akşam, kente tepeden bakan bir lokantanın terasında oturup, nefis İtalyan
şarapları eşliğinde, çan kulelerini, kimsenin yaşamadığı sokakları seyretmiş,
kitabın buralarını anlatan bölümünü bir kez daha okumuştum.
Carlo
Levi’nin sürgüne gönderildiği Aliano köyü ise Matera’nın güneyinde, kayalık bir
tepenin üstüne kurulmuştu. Evler, romanda anlatıldığı gibi derme çatmaydı.
Sokaklar uçuruma açılıyor, köyün alanında siyah şapkalı, kısa boylu erkekler,
sırtlarını kilisenin duvarına dayamış güneşleniyorlardı. Kadınlar, yaşlı ve
çirkindiler. Yazarın kaldığı ev müze olmuştu. Köyün her şeyi tanıdık geliyordu
bana…
Kitaplarla
gezileri eşleştirmek çok keyif veriyor bana. Elimden geldiğince, “romanlardaki
kentler” gezilerime devam edeceğim. Şimdilerde birkaç kitap var. Örneğin Gerald
Messadie’nin Mısır Prensi Musa’sı ile Christian Jacq’ın Katledilen Piramit’ini
Mısır’a, Amin Malouf’un Semerkand’ını Semerkand’a, Hasan Sabbah’ın gizemli
dünyasına girebilmek için Alamut Kalesi’ni Kafkasya’ya saklıyorum. Bir de
peşine düşeceğim kitaplar var. Onların da sayısı arttı.
Böyle bir
alışkanlığı sizlere de öneririm. O zaman gezmenin, kent sokaklarını
arşınlamanın, kendinizi roman kahramanlarının yerine koymanın tadı bambaşka
oluyor.
Dünyanın
sığınakları
İzlanda’da,
bir fiyordun dibindeki küçük balıkçı köyünü, Finlandiya’da Bin Göller’deki
kulübeyi, Kuzey Atlantik Okyanusu’nda Danimarka’ya bağlı Faroe adalarındaki
kırmızı damlı evi, Kanada’nın en doğusundaki New Foundland’ı düşününce de
içimde aynı huzuru buluyorum.
Hele
İskoçya’nın en kuzeyindeki yeşil tepeler, otların üstüne uzanıp seyrettiği
vahşi koyunlar, üstümden geçen yumak yumak bulutlarda gördüğümü sandığım
resimlerin beni nasıl arındırdığını hiç unutamıyorum. Yine İngiltere’nin en
kuzeyindeki Orkney ve Shetland adalarında, kendimi dünyadan soyutlanmış
hissediyorum. Beni bu uzak köşelerde, kimsenin bulamayacağını bilmenin
rahatlığıyla şimdiki zamandan uzaklaşıyordum. Ben istemezsem hiçbir haber bana
ulaşamıyordu. Habersiz kalmanın keyfini sürüyordum.
Düşündükçe,
dünyada gözlerden uzak ne kadar çok mekan olduğunu görüp hayrete düşüyordum.
Örneğin Orta Amerika’da Belize’in hemen ötesinde, Karayip Denizi’nin
ortasındaki St.Georges adlı küçük mercan adasını unutup gitmiştim.
Yıllar
önce bir süreliğine orada unutturmuştum kendimi. Ağaçlardan topladığım hindistancevizlerinin
sularını kana kana içmiş, muz ağaçlarının arasına gerdiğim hamaklarda uyumuş,
turkuvaz renkli sularda yüzmüştüm. Bu minik ada da, gözlerden ve haberlerden
çok uzaklardaydı.
Patagonya’da,
And Dağları’nın eteklerinde, Esquel kentinin yakınındaki Kara Göl’ün kıyısında
bulunan derme çatma kulübede aynı kaybolma duygularını yaşamıştım. And
Dağları’nın karlı zirvelerine bakarak sessizliğin ve yalnızlığın tadını
çıkarmıştım.
Grönland
kıyılarındaki küçük kentlerde, Norveç’in kuzeyindeki fiyortlara sığınmış
köylerde, Pasifik Okyanusu’ndaki Mikronezya adalarında, Kanada’nın kuzeyindeki
Baffin ve Cumberland bölgelerindeki ıssız köşelerde de kaybolmanın keyfine
varmak mümkün.
Tek
boyutlu dünya
Sizi
bilmem ama ben haritaları çok severim. Odamın duvarında büyükçe bir dünya
haritası durur. Üstünde kırmızı başlıklı raptiyeler sokuludur. Bunlar gezdiğim
yerleri gösterir. Bazı yerlerde yan yana dizilen raptiyeler, o bölgeyi gelincik
tarlasına çevirir.
Sizi
bilmem ama ben haritalara tutkunumdur. En keyifli yolculuklarımı haritanın
karşısında, oturduğum koltukta yaparım. Sizin için fazla anlam taşımayan
noktalar, bana çok şeyler anlatır. O noktaların simgelediği kentler gözümün
önünde canlanır. Caddeler, sokaklar, binalar, dükkânlar, işyerleri, lokantalar,
barlar, mağazalar ayan beyan görünür. İnsanlar koşuşturmaya başlar, klakson
sesleri havada uçuşur, güzel kızlar salına salına yürür. Mutfaklardan yayılan
kokular haritadan çıkıp odama yayılır. Şık insanlar pejmürdeler, avare avare
yürüyenler, bir telaş koşturanlar, siren sesleri, kahkahalar, gözyaşları…
Bunların hepsini bir bakışta görürüm, duyarım, koklarım…
Siz
Arjantin’in Şili sınırına yakın bölgesinde, minik bir noktayla işaretlenmiş
“Salta” sözcüğünü gördüğünüzde neler düşünürsünüz?... Bu küçücük kent size bir
şey anlatır mı? Ben Salta’ya baktığımda, bunaltıcı sıcakta girdiğim barı
görürüm. Biraya İspanyolca’da “cerveza” dendiğini, soğuğunu anlatmak için
barmene buz resmini gösterdiğimi hatırlarım. Sonra bu küçük kentin
sokaklarında, koka yaprağı çiğneyerek uykusuz kalmaya çalıştığım geceler aklıma
gelir.
Alaska’da,
kıvrım kıvrım uzanan bir çizginin üstündeki ‘Susitna’ yazısını görünce
adrenalim yükselir. Akıntılı sularda, küçük bir kayığın içinde yaptığım on üç
saatlik zorlu yolculuk aklıma gelir. Yalnız kartallar, sessiz taygalar, asırlar
öncesinin izlerini taşıyan buzullar gözlerimin önünden akıp gider.
Kuzey
Denizi’ndeki küçücük bir adanın üstünde, beş puntoyla yazılmış, çok zor okunan
“Kirkwall” sözcüğü dikkatinizi hiç çekmemiş olabilir. Ama ben o noktaya
bakınca, bitmek bilmeyen günleri, sabaha karşı mora boyanan suların oynaştığı
körfezi, şişeden yudumladığım kadifemsi içimli malt viskinin tadını hatırlarım.
Kendimi ıssız barlarda, siyah biranın yoğun köpüğüne parmağımla şekil çizerken
yakalarım.
Siz
Portekiz’in güney ucunda yer alan “Portimao” yazısını görmeden geçebilirsiniz.
Ama benim bakışlarım o yazıya takılır kalır. Sardalye yerken dinlediğim, yanık
ve boğuk sesli şarkıcıların söyledikleri “fado”lar kulaklarımda çınlar.
Anlamını bilmediğim şarkılara döktüğüm gözyaşları aklıma gelir.
Roman
kahramanı keşiş Fra Mauros gibi bir haritacı olmayı arzularım. Bu da kim
derseniz anlatayım. Bu keşiş, Amerikalı yazar James Cowan’ın, A Mapmaker’s
Dream adlı romanının kahramanıdır. Venedik’te, San Michele di Murano Manastırı’nda
yaşamaktadır. Hücresinden ziyaretçi eksik olmaz. Elçiler, gezginler, tüccarlar,
din adamları, çeşitli görevliler, geziden dönünce soluğu Fra Mauros’un yanında
alırlar ve gördüklerini anlatırlar. Keşiş, bu anlatılanlarla bir dünya haritası
oluşturur. Bu haritada sadece kentler, yollar, sınırlar yer almaz. Tutkular,
istekler, inançlar, rüyalar, aşklar da görüntüye girer. Yani Keşiş Fra,
hücresinden hiç çıkmadan, benim hep yapmayı hayal ettiğim dünya haritasını
çizer.
Yürüyerek keşfetmek
Kentleri
nasıl gezmeli? Yanıtı pek zor olmayan bir soru… Tabii ki yürüyerek.
Kentleri
daha iyi tanımak istiyorsanız yürüyün. Ben öyle yapıyorum. Yüzleri, caddeleri,
sokakları sindire sindire keşfediyorum. Amaçsız ve telaşsız yürüyüşleri çok
seviyorum. Düşünce üretmeden, kendimi unutarak yürümeyi… İnsanlar, binalar,
arabalar, balkonlar, iplerde uçuşan çamaşırlar, vitrinler, ağaçlar, çiçekler,
çocuklar… Onlara bakıp kenti anlamaya çalışıyorum. Özetle kentte aylak aylak
dolaşmayı seviyorum.
Ünlü yazar
Hermann Hesse de, gezilerinde hep yürümeyi tercih ettiğini belirtir. Yürürken
mümkün olduğunca arka sokakları tercih edin. Oralar, ülke hakkında daha çok
bilgi verecektir sizlere. Ben, ilginç görüntüleri hep arka sokaklarda
yakaladım. Eğer gittiğiniz kentte metro varsa mutlaka birkaç duraklığına binin.
Yeraltındaki yollar, o kentin başka bir yüzünü anlatacaktır.
Kapsül
otelin tabut odaları
Otelleri
severim… Lezzetli bir kırmızı şarap ısmarlarım. Şarapta üzümün Cabarnet
Sauvignon, Shiraz veya Merlot olmasına dikkat ederim. Bu üzümlerden yapılan
şarapların tadına doyum olmadığını bilirim. Yerli yapımlara pek rağbet etmem.
Şarap yoksa iyi bir viski isterim. Hele Spey Irmağı’nın suyuyla damıtılmış,
İskoçya adalarının turbolarıyla islendirilmiş malt bulursam keyiften ölürüm.
Kokusunu salıvermesi için viskiye, sadece bir parmak soğuk su koyduktan sonra
uzaklara dalarım. Bu anlar yaşamımın en güzel anlarıdır. Sessiz, dingin,
yorgunluğun bile haz verdiği sihirli anlar… Birkaç sıkı yudumdan sonra, o gün
ne yaptım ne ettim yazmaya başlarım.
Ne de olsa
her deneyim yaşamın başka bir yüzünü gösteriyor.
Uzaklarda
Sadece
dört sözcük.
Tundra,
tayga, Parana, pampa…
Tundra
sözcüğü, onu görmeden önce bende hep yalnızlığı çağrıştırırdı. Sözlükteki
karşılığının, “bir başınalık, mutlak sessizlik” olmasını isterdim. Gördükten
sonra da bu yargılarım değişmedi. Tundralarla, Alaska’nın, Kuzey Kutbu’na yakın
bölgelerinde tanıştım. Göz alabildiğine uzanıp giden hayalet topraklardı.
Üzerinden yosunların sarktığı, çam benzeri yapraksız, çelimsiz ağaçlar bu
hayalet toprakları yuva bellemişti. Dallarında ne bir kanat sesi ne de
hışırtılı bir esiş vardı. Öylesine yapayalnız ve sessiz topraklardı ki.
Uçsuz
bucaksız topraklarda bir tek ben vardım. Dünya üstünde, yapayalnız kalmış gibi
hissettim kendimi. Ürktüm. Kıyısında oturduğum bataklığın hemen yanında
gördüğüm koca pençe izleri, hüznümü korkuya döndürdü. Koca bir ayı, biraz önce
burada kana kana su içmişti. Onu göremiyordum, ama buralardaydı.
Her an
karşıma çıkabilecek dev boz ayının korkusu, Kutup’tan kopup gelen kuzey rüzgârının
soğuğuyla birleşince, soluğu karavanımda aldım. Kapılarımı kilitleyip, dünyanın
tepesinde bir başına kalmanın keyfini, bir süre daha yaşadım. Daha sonra,
tundraları boz ayıya emanet edip, Alaska’nın Kuzey Buz Denizi kıyısındaki
Barrow kentine gittim.
Taygayı
duyduğumda, iliklerime kadar üşürüm. Sibirya gelir aklıma, bembeyaz karlar
gelir. Kulaklarıma dondurucu rüzgârın uğultusu dolar.
Parana’yı
duyduğum da ise terlerim. Kalabalıkların arasına sıkışıp kalırım. Parana
Nehri’ni, Yukon kadar, Amazon kadara, Çoruh kadar, Zap Suyu kadar severim.
Parana’dan önce, onun yavrusu İguaçu’yla tanışmıştım. Brezilya’daydım. Mutlak,
görkemli ve ürkütücü İguaçu çağlayanlarının karşısında, üç nehrin, birbirine
çarpıp, yükseklerden aşağıya oluk oluk dökülüşüne şahit oldum.
Parana’yla
Brezilya’dan Paraguay’a geçerken tanıştım.
Pampa’yı
duyduğumda, karışık duygulara kapıldım. Uçsuz bucaksız düzlükleri, sığır çobanı
goşoları, Darwin’in gezilerini düşünürüm. Pampalar ülkesi Arjantin’e gittim
ama, geniş düzlükleri hiç görmedim. Sıcak tuz çöllerini aştım, Salta kentinden,
“Bulutlara Giden Tren”e binip, And Dağları’na tırmandım. Ara istasyonlardaki
kısa duruşlarda lamaları sevdim, etrafımı çeviren çekik gözlü, esmer tenli
sümüklü çocuklardan, And Dağları’ndan toplanmış taşlar satın aldım. Fötr
şapkalı kadınların, sırtlarına bağladıkları bebekleri öptüm. Yükseklik beş bin
metreyi geçince, kompartımanın koltuğuna ceset gibi yığılıp kaldım. Nefes
alamadım, midemin bulantısını bastıramadım. Karşımda oturan Arjantinli köylünün
verdiği koka yaprakları bile canıma can katamadı.
Trenden,
And Dağları’nın eteğindeki, dünyanın en kurak çölü Atacama’da indim. On gün
boyunca bu çölde, gündüzleri cehennem sıcağıyla, geceleri ise dondurucu soğukla
boğuştum, yeşili özledim. Düşlerimde hep soğuk pınarlar gördüm. Bu kadar zahmet
çektim ama, pampalara bir türlü ulaşamadım.
Dünyanın
tepesine yolculuk
Dünyanın
en uç noktaları ile sınır bölgeleri hep ilgimi çekmiştir. Afrika’nın en güney
noktası “Ümit Burnu”nda, Arjantin’de “dünyanın bittiği yer” Ushuaia’da,
Portekiz’de Avrupa’nın batıdaki son noktasında yer alan kayalıklarda değişik
duygular yaşamışımdır. Bir yerlerin en güneyine, en kuzeyine, en doğusuna, en
batısına, en sıcağına, en soğuğuna, en kurağına gidebilmek için hep çareler
ararım. Gezi defterlerimdeki “en” sayısını ne kadar arttırırsam, o kadar mutlu
olacağıma inanırım.
Alaska
hala vahşi
Alaska
denen sert, hırçın ve uzaklardaki kara parçası beni hep kendine çekti.
Düşlerimi süsledi. Orada olma arzularımı kamçıladı. Ona kavuştuğumda, onu
düşlediğim gibi buldum. Vahşiydi,
ulaşılmazdı ve hala bakirdi.
Alaska
güzelliklerini göstermekte dirençliydi. Tıpkı sürmeli gözlerinin dışındaki tüm
güzelliklerini örtüler ardına gizleyen Tuareg kadınına benziyordu. O örtülüre
aralayıp güzelliklere ulaşabilmek için nasıl ölümü göze almak gerekiyorsa,
Alaska’nın güzelliklerini görebilmek için de böylesine bir tehlike söz
konusuydu.
Susitna
Nehri’nde
Her yıl
Anchorage kentinden başlayıp, Bering Boğazı’nın güneyindeki Nome kentinde sona
eren, 1.800 kilometrelik zorlu yarışı, bu yıl kendi köpeklerinin kazanacağını
söylüyordu. Alaska’nın Yukon’dan sonraki en uzun ve en vahşi nehri Susitna’nın
sularına binip, Mike’ın çiftliğine gidecektik.
McKinley
Kuzey Amerika’nın en yüksek dağı olmanın verdiği gururla, tüm kıtaya tepelerden
bakıyordu. Her daim beyaz olan zirvesinin etrafını, pembe-mor arası bulutlar
süslemişti. Erişilmez, sessiz ve görkemliydi. Gördüğüm zirveler nedense hep
yalnızlığı çağrıştırıyordu bana. Aslında tüm Alaska’da bu çağrışım vardı.
Tundralarda, taygalarda, uçsuz bucaksız ovalarda, Yukon Nehri’nin üstündeki
bulutlarda, Susitna’da süzülen kartallarda… Koca ülkede sanki mutlak bir
sessizlik, yalnızlık hüküm sürüyordu. Gezgin olmak, bu zorluklara katlanmakla
gerçekleşiyordu. Esas keyfin, arka sokaklarda, sarp yamaçlarda, kızgın
kumlarda, geçit vermez ormanlarda olduğunu öğrenmiştim artık.
Evinizin
gazına basın
Hedefte,
vahşi yaşamın en güzel örneklerini barındıran Kenai Ulusal Parkı vardı.
Yağmur
Ormanlarında
Orta
Amerika’da, Meksika ile Guatemala’nın arasına sıkışmış eski bir İngiliz
sömürgesine, Belize’e gidiyordum.
Gündüzleri
yerlilerin palalarla açtıkları yollardan ilerleyip, kah yarışmayı izliyor, kah
Maya medeniyetinin kalıntıları arasında dolaşıyorduk. Bu arada, ağaçlardan
hindistancevizi düşürüp, onun içindeki lezzetli suyu içecek kadar orman
tecrübemi geliştirdim. Geceleri ise yemekten sonra iskeleye çekilip, şarap
içerek yıldızlı gökyüzünü seyrediyor, ormanın derinliklerinden gelen vahşi
sesleri dinliyordum. İşte bu anlar içimi korkuyla karışık bir keyif sarıyordu.
St.
George’s Cay, tipik bir tropikal adacıktı. Beyaz kumları, turkuvaz renkli denizi,
hindistancevizi ağaçları, hortumlar yüzünden her yıl yıkılıp yeninde yapılan
ahşap evleri, her şeye razı olmuş sıcakkanlı, güleç insanlarıyla cennetin bir
köşesine benziyordu.
Jamaika’da
boş verin
Reggea,
rom ve ganja otu… Jamaika’nın vazgeçilmez üçlüsü. Bob Marley’i tanımayanınız
var mı? Dread denen lüle lüle saçları omuzlarına kadar dökülen tipik bir
Jameikalı. Bu saçlar, moda olsun diye bırakılmamıştı. Dread türü saçlar,
kişisel itinaların, çıkarların, hırsların bir kenara itildiğinin sembolüydü.
“No women,
no cry…” Bu şarkıyı bilir misiniz? Bob Marley’in en ünlü şarkılarından biriydi.
Reggea, öyle sıradan bir müzik değildi… Bir başkaldırı, toplumsal hoşnutsuzluğu
ifade eden, Afrika’ya dönüş özlemini dillendiren ve ganja otunun dinsel amaçlı
kullanılabileceğini savunan bir müzik türüydü. Bu türün bir numarası da Bob
Marley’di.
Karayip
Denizi’nin en büyük adalarından biri olan Jamaika, şekerkamışı tarlaları, muz
ağaçları ve diğer tropikal ağaçlarla kaplı bir “orman ada”ydı. Adada iki kent
var: Montego Bay ve Kingston. Diğer yerleşim yerleri, ormanların arasında
kaybolmuş, çoğu İngiliz ismi taşıyan küçük kasabalardı. Gündüz saatlerinde,
beyaz renkli turistler için pek tehlike yoktu. Ama karanlık bastırdıktan sonra,
başta başkent Kingston olmak üzere, kentler ve kasabalar gezginler için oldukça
riskliydi.
1655
yılında adayı işgal eden İngilizlerin, ağır işlerde çalıştırmak üzere
Afrika’dan getirdikleri köleler, bugünkü Jamaikalıların atalarıydı. 1838
yılında özgür bir halka dönüşen bu insanlar, bugünlerde de atalarından farklı
bir yaşam sürdürmüyorlardı.
Jamaika,
sihirli, neşeli, şaşırtıcı ve çok güzel bir adaydı. Bir olanak bulursanız, bu
dünyanın cennetinde günahkâr olmanızı öneririm.
Bulutlara
giden tren
Salta’dayım…
Dünyanın
taa diğer ucunda. Arjantin’in, sırtını And Dağları’na yaslamış küçük
kentlerinden biri. Bir sınır kenti. Dağları, çölleri aştıktan sonra karşıda
Şili var.
Ne işim
vardı Salta’da? Belirgin bir amacım yoktu. Bu küçük kentte bir gece kalacak,
oradan “Bulutlara Giden Tren”e binecek, And Dağları’nın zirvelerinden birinde,
beni Atacama Çölü’nü geçirecek kamyonla buluşacaktım.
Tango’nun
Başkenti
Müze,
Arjantin’in Patagonya bölgesinde, Esquel kenti yakınlarındaki Leleque adlı
bölgede. Buenos Aires kenti, Rio de la Plata’nın kıyısında kurulmuştu. Dalgın
dalgın akan dünyanın bu en geniş nehrinin çamurlu sularına bakınca, kendimi bir
an deniz kıyısında sandım. Çünkü karşı kıyı görünmüyordu. Oysa kentin, denizden
240 kilometre uzakta olduğunu biliyordum. Buranın adını, Güney Amerika’ya “bir
vatan getiren” İspanyol gemiciler koymuşlardı: “St.Maria del Buen Aire” (Güzel
Hava Azizi Maria). Anladığım kadarıyla burada “güzel hava” demekle,
“fırtınasız, dingin” bir hava kastedilmişti.
San Telmo
semtinde ise “orijinal” Buenos Aires’le karşılaştım. Daracık sokaklardaki iki
katlı evler, kentin ilk zamanlarını gözler önüne seriyordu. Antikacıların,
sokak satıcılarının, lokantaların bulunduğu bu sokaklarda, yaşlı müzisyenler,
keman ve bandoneonla tango çalıyorlardı. Onların müziklerine ise çok
giyilmekten parlamış siyah elbiseli, siyah fötr şapkalı adamlarla, file
çorapları yer yer kaçmış, derin yırtmaçlı, kırmızı kadife elbiseli kadınlar
danslarıyla eşlik ediyorlardı. Kentin her köşesinde rastlayabileceğiniz bu
sokak tangocuları, kendilerini izleyen turistlere, birkaç kuruş karşılığında
öfkenin, kıskançlığın, intikamın, ölesiye aşkın tarihini anlatmaya çalışıyorlardı.
Hareketleri öylesine sert, öylesine kesin, birbirinden ayrılmayan bakışları
öylesine öfke doluydu ki, tangonun danstan çok bir hesaplaşma, bir meydan okuma
olduğu görülüyordu.
Buenos
Aires’te beni şaşırtan görüntülerden biri de, yuvarlak bir kabın içinden,
kalınca bir çubukla bir şeyler içenler oldu. Hangi tarafa baksam bunu içen
insanları gördüm. Daha sonra bu tutkunun adının “mate” olduğunu öğrendim.
Paraguay’da biten bu ot, Arjantinli’nin en büyük tutkusu haline gelmişti. Ağzı
açık top gibi bir kabın içine bu ottan bir iki tutam konuyor, üstüne sıcak su
dolduruluyordu. Bir süre demlendikten sonra bu içecek, ucu çay süzgeci gibi
delikli bir çubukla içiliyordu. Kabın cinsi, bağlı olunan sınıfa göre
değişiyordu. Zenginler gümüşten, yoksullar ise küçük balkabağından yapılma
kapta matelerini demlendiriyorlardı. Bu içeceği ben de tattım. Buruk-acı bir
tadı olan mateye, bu kadar düşkün olmalarına bir anlam veremedim.
Dünyanın
bittiği yer
Arjantin’in
güneyinde, Antarktika’ya kadar uzanan toprak parçasının adı Patagonya’ydı.
Arjantin’in başkenti Buenos Aires’ten bindiğim küçük uçak, pampaları, o uçsuz
bucaksız düzlükleri, tuz göllerini, ünlü sığır çobanları goşoları topraklarını
aşıp, iki saat sonra Patagonya’nın kuzey kentlerinden biri olan Bariloche’ye
indi. Piste ayak bastığımda beni ilk karşılayan soğuk bir rüzgâr oldu.
İçlere
doğru girdikçe cennete yaklaştığımı sandım. Gözümün önünde inişli çıkışlı
platolar, hayret verici renkler ve formlar panoraması uzanıyordu. Sonbaharın
son günleri, doğayı renk cümbüşüne döndürmüştü. Ağaçların yaprakları
vişneçürüğüne boyanmış, yerlerdeki çalı topları, kekik otları asit sarısına
dönmüştü. Gözün görebildiği her santimetrekarede bir başka bitki ve onun
taşıdığı bir başka renk vardı. Sağımda uzanan ve ardında Şili topraklarının
bulunduğu And Dağları, zirvelerini şimdiden karla örtmüştü. Dağların ağaçsız
bölümlerinde küf yeşili, çinko mavisi, kök kırmızısı hâkimdi. Bu renklerden
sonra başlayan ormanlarda ise bir başka “renkahenk” vardı.
Portekizli
kâşif Fernao de Macellan, 1520 yılında Patagonya’ya ayak basan ilk Avrupalı
olmuştu.
Patagoya
yeme içme
Patagonya’da
ve tüm Arjantin’de yemek denince akla ilk gelen şey et. Bizdeki kebapçılar
gibi, her köşe başında bir ızgaracıya rastlamanız olası. Dünyanın en büyük
otlaklarına sahip bu ülke, et konusunda haklı bir şöhrete sahip. Asado denen
ızgara biçimi ise en tercih edilenlerin başında geliyor. Burada, orta yerde
yanan ateşin etrafına, şişlere geçirilmiş bütün kuzular, bonfileler, pirzolalar
diziliyor. Ateşe doğru meyilli bir şekilde dizilen bu etler, döndürülerek
ızgara ediliyor. Yani bizdeki yatık kebabın bir benzeri. Siz ne kadar “iyi
pişsin” deseniz de Arjantin’de kansız et yiyemezsiniz. Izgara ustaları, çok
pişirmeyi, ete yapılan en büyük hakaret olarak algılıyorlar. Ülkede etin
dışında bir de İtalyan lokantaları rağbet görüyor. Belki de dünyada en iyi
İtalyan yemeklerini burada yiyebilirsiniz.
Et olur da
şarap olmaz mı! 346.000 hektar bağ alanına sahip olan Arjantin, şarapçılıkta da
iddialı üretimler yapıyor. Arjantin’in Bordeaux’su denilen Mendoza bölgesinde
yetiştirilen Malbec üzümü, kırmızı şarapta olağanüstü sonuçlar veriyor.
Cabarnet Sauvignon, Shiraz, Pino Noir ve Tempranillo diğer önemli kırmızı
sepajların arasında sayılabilir.
Günahkâr
kent Rio
Jamaika’da
reggae müziği ne kadar kutsalsa, burada da samba o kadar kutsaldı. Yazarın
dediği gibi, Samba, Brezilya halkının kanında dolaşan, sevda ateşini tutuşturan
bir ezgi değildi yalnızca. Yaşamın ta kendisiydi. Buralılar için sambasız bir
yaşam asla düşünülemezdi.
Daha
sonraki günler, Ipanema, Flamengo, Botafogo, Leblon ve bara plajlarını geride
bırakıp, tepelere doğru tırmanmıştım. Küçük bir trenle, Corcovado Dağı’nın
zirvesine çıkmış, 38 metre boyunda ve 145 ton ağırlığındaki İsa heykelinin
ayaklarının dibinden Rio’yu kuşbakışı seyretmiştim. Kollarını iki yana açmış
olan heykel, sanki, dağın eteklerinde, akla hayale gelmeyecek her türlü günahı
işleyen Rioluları kötülüklere karşı koruyordu. Kenti simgeleyen diğer bir
yükselti de Şeker Dağı’ydı. Teleferikle çıktığım bu dağın tepesinden kentin
uçurumlarını, dantel gibi sahillerini, plajlardaki çıplak vücutların
dalgalanışını, havaalanına inip kalkan uçakları, şişik yelkenlileriyle süzülüp
giden tekneleri tek bir fotoğraf karesinde görebiliyordum.
Mini rehber
– Brezilya
Bardaktaki
lezzet
Brezilya’nın
en ünlü içkisinin adı “kayprinha”. Sıcak yaz günleri için ideal bir içecek. Bu
içkinin hazırlanışı şöyle:
Sekiz
parçaya bölünen limon genişçe bir bardağa konuyor. Limonun üstüne bir çorba
kaşığı dolusu pudraşeker ilave ediliyor. Bu karışım tahta havan döveceğiyle
suyu iyice çıkıncaya kadar eziliyor. Daha sonra bardak ağzına kadar buzla, en
sonunda da şekerkamışından damıtılmış rakıyla (kasaşa) dolduruluyor. Eğer bu
içkiyi yapayı siz de denemek isterseniz, şekerkamışı rakısı yerine cin veya
votka kullanabilirsiniz.
Damakta
tanıdık tatlar kalıyor
Brezilya
mutfağı damağımıza hiç de yabancı değil. Örneğin, “pastel de camaro”, bizim
çiğböreğin karideslisi… Etlisini ve peynirlisinin tadı da yabana atılacak gibi
değil. Güveçte paçayla pişirilen “fejuda”nın (siyah kuru fasulye), manyoka unu
eşliğinde yenmesine doyum olmuyor. Bildiğimiz tandırın adı Rio’da “cupim”
olmuş. “Ovos de codorna” (kartal yumurtası), herkese önerebileceğim enfes bir
meze. “Pao com alho” dedikleri ekmek ise lezzetin doruklarında dolaşıyor.
Sarımsak sosuyla yağda kızartılmış tavuk kanatları, şarapta karamelize edilmiş
soğanlarla örtülü sosisler, insana parmaklarını yediriyor. Barbekü ise lezzetin
finali. Barbekü servisi başlayınca, masaya bir tarafı yeşil, diğer tarafı
kırmızı renkli bir zar bırakılıyor. Siz zarın kırmızı tarafını çevirinceye
kadar sürekli et servisi yapılıyor. Et o kadar lezzetli ki, eliniz zarın
rengini değiştirmeye bir türlü gitmiyor. Ben ancak çatlamak üzereyken son bir gayretle
kırmızı tarafı çevirdim.
Asya’da
Doğu’nun
Batılısı Pekin
Çinlilerin,
MÖ 1000’lerde bronz endüstrisini geliştirdiğini; MÖ. II yüzyılda kâğıda yazı
yazdıklarını; MS VI. Yüzyılda çaylarını porselenden içtiklerini; VII. Yüzyılda;
Avrupalı’dan yedi yüz yıl önce matbaayı icat ettiklerini; X.yüzyılda barut ve
ateşli silah yaptıklarını…
Her kentin
bir, “mutlak görülmesi gereken yerler” listesi vardır. Pekin’de bu listenin
başında Yasak Kent yer alıyor. Burası ünlü Tienanmen Meydanı’nın tam
karşısında. Adını beş yüz yıllık yasaklığından almış. Ülkenin en eski ve en iyi
korunmuş imparatorluk ikametgâhının inşaatında, bir milyondan fazla usta ve
amele çalışmış. 1406 yılında İmparator Yongli’nin emriyle başlayan inşaat on
dört yıl sürmüş. İkametgah için ayrılan alana 800 saray ve saray yavrusu ile
9000 oda inşa edilmiş.
Öneri:
Ödağacından yapılmış yelpaze, tütsü, küçük heykelcikler, porselen çaydanlık,
yeşil çay, uçurtma, ağrı giderici Çin kremi almadan dönmemenizi öneririm.
Yeme İçme:
Pekin’e gidince ördek yenmeden olmaz. Ünlü Pekin ördeği, üç aşamada servise
sunuluyor. Önce, ördeğin derisi, buharda pişmiş bazlamanın (lotus çöreği)
içinde, tatlı-ekşi sos, pırasa veya yeşil soğan dilimleriyle dürüm yapılıp
sunuluyor. Daha sonra et, sebzeyle birlikte servis ediliyor. Yemeğin sonunda da
kereviz sapıyla pişirilmiş çorbası geliyor. Ördek ziyafeti, içinde ördek ayağı
ve ciğerinin de bulunduğu bir yemekle sürüyor. Ama benim tavsiyem, ördeği bir
güzel ayıklatıp, bazlamaların içine dürüm yaparak yiyin. Eğer Pekin’e yolunuz sonbahar
ve kış aylarında düşerse, koyun pirzolası güvecini (şuanyang ru) mutlaka yiyin.
Pekin’de
benim en favori mekânlarım ise Uygur lokantaları. Gözünüzün önünde açılan taze
erişte, buharda pişen etli mantı ve bizim şişkebabına benzeyen şaşlık kebabı,
her öğün yiyeceğim yemeklerin başında geliyor.
Çubuk
kullanmayı beceremiyorsanız çatal kaşık isteyebilirsiniz. Çin geziniz sırasında
ekmeği ve tuzu unutmanız gerekecek.
Uzakdoğu
yolunda macera
Sıra sıra
dizili dükkânlarda her türlü canlının kurusunun satıldığına şahit oldum.
Kurutulmuş gıdaların başında deniz mahsulleri geliyordu. Örneğin balık kılçığı,
balık derisi, balık yüzgeci, denizyıldızı, denizatı, denizanası, midye, yosun
ve adını bilemediğim yüzlerce deniz ürünü, ya ipe dizilmiş olarak ya çuvalların
içinde satışa sunulmuştu.
Vietnam:
gülen insanların ülkesi
Vietnam’da
geçerli ikinci dil Fransızca’ydı. Programımızda Saygon Nehri’nde tur atmak
vardı. Bindiğimiz küçük motor, çamur renkli suları yararak ilerledikçe, insanı
şaşırtan manzaralarla karşılaşıyordum. Nehrin iki kıyısında kazıklar üstüne
kondurulmuş derme çatma evler yer alıyordu. Etrafı tenekelerle, damları ise
palmiye yapraklarıyla örtülü bu evler, birer sefalet abidesi gibiydi.
“Dünyanın
damı”na yolculuk
Katmandu,
aşkın, barışın ve esrarın merkeziydi. Bu uzak kent, dünya hippilerinin
başkentiydi. Vitrinler bitince dükkânların içine girip, detay çalışmalarına
başladım. Şarap markalarına göz attım, parfümleri kokladım, sonra insanlara
baktım: tenlerde koyu renk hâkimdi. Doğdukları günden beri kesmedikleri
saçlarını, renkli sarıklarının altında toplayan Sihler çoğunluktaydı.
Hindistan
– Mini Rehber
Hindistan’ın
acısı terletiyor
Hindistan’da
yediğim yemeklerin lezzetlerinin, gerek Türkiye’de gerekse Amerika’da yediğim
Hint yemeklerinin lezzetlerine hiç benzemediğini gördüm. Hint yemekleri,
sunuldukları ülkenin damak zevkine göre lezzet değişikliğine uğratılmıştı.
Örneğin Amerika’da garson, yemeğinizi ne kadar acı istediğinizi sorar.
Hindistan’da ise yemeklerin hemen tümü acı. Bu acı öyle sıradan bir acı da
değil. Benim gibi bol acı yemekle övünen birisini bile terletecek düzeyde.
Hint
yemekleri için, “dünyanın en girift yemekleri” tanımını kullanmak yanlış olmaz.
Her eyaletin ayrı bir mutfağı var. Bu mutfakların karışımı Hint mutfağını
oluşturuyor. Hint mutfağının diğer önemli özelliği de bol baharat kullanılması.
Baharat sadece acı biberle sınırlı değil. Biberden sonra en çok kullanılan
baharatların başında safran geliyor. Zerdeçal, zencefil, kişniş, kakule,
kimyon, karanfil ve karabiber de yemeklerin vazgeçilmez baharatları arasında
yer alıyor.
Hint
mutfağında kırmızı et kullanılmıyor. Onun için tavuk başköşeyi işgal ediyor.
Ayrıca baklagiller de Hint mutfağının gözdeleri, Mercimek, pirinç ve buğday
üçlüsüyle yapılan ve “dal” adı verilen yemek, sofraların en rağbet gören
gıdası. Diğer bir vazgeçilmez de, Basmati pirinciyle buharda pişirilen safranlı
pilav.
Hint
mutfağında benim favorim ekmekler. Bizim pideyi andıran, içine sebze ve patates
konan ekmekler başlı başına birer lezzet harikası.
Tapınaklar
kenti Katmandu
Yeni
Delhi’den havalandıktan bir saat sonra Himalayalar tüm haşmetiyle görüntüye
girdi. Başımı uçağın penceresine yapıştırıp “dağların imparatoru”nu seyretmeye
başladım. Bütün zirveler istinasız bembeyazdı. Bulutları delip gökyüzüne doğru
uzanmışlardı. Dünyanın en yüce dağlarını bu kadar yakından görmek beni
heyecanlandırdı.
Haritama
bakıp, beni Durbar Meydanı’na götürecek dar sokakları işaretledim. Turistik
bölgeden uzaklaştıkça, Katmandu’nun gerçek yüzünü görmeye başladım. Neredeyse
her köşe başında bir tapınak vardı. Sokakta yürüyenler bu tapınakların önünde
kısa bir süre duraklıyor, bir iki dua ediyor, varsa çanı çalıp günahları
uzaklaştırıyorlar, en sonunda da küçük heykelin üstüne parmağıyla dokunup,
aldığı kırmızı boyayı alnına sürüyordu. Eğer heykelin önünde çiçek varsa, ondan
birkaç yaprak koparıp, saçlarının üstüne koyuyordu.
Paşupatinat,
Hindu inanışının en kutsal tapınak komplekslerinden biriydi. Çiçekten kolyeler
satan kadın satıcıların önünden geçip, kompleksin damı altın kaplı Paşupati
Tapınağı’nın önüne geldik. İçeri Hindu olmayanlar alınmadığı için kapıdan
bakmakla yetindim. İçeriye deri sokmak yasaktı. Onun için ayakkabı, kemer,
çanta, cüzdan gibi deriden yapılmış eşyalarla girilemiyordu.
Saşi
anlamakta zorlandığım aksanıyla bana Indra’yı, Krişna’yı, Rudra-Şiva’yı,
onların farklı bedenlere dönüşümlerini, sahip oldukları güçleri ve sonsuza dek
yinelenen doğuş ve batışlarını, erkek ve kadın cinsel organlarından oluşan
heykellerin ne anlak taşıdığını anlatıyordu.
Arabaya
doğru giderken, kutsal Bagmati Nehri’ne baktım. Bir yandan ona emanet edilen
günahları, bir yandan da küle dönüşmüş ruhları yüklenmiş, sorumluluğunun
bilincinde yavaş yavaş akıp gidiyordu.
Katmandu’dan
çıkıp, Himalayalar’ın en güzel göründüğü Nagarkot’a doğru yola koyulduk.
Önce yol
üstündeki Banape kentine saptık. Kısa bir duraklama olacaktı. Rehberimi de
yanıma alıp, vakit geçirmeden dar sokaklardaki yaşam manzaralarının peşine
düştüm. Zirvedeki tapınaktan kenti seyrettim. Kiremit kaplı damların estetiğine
hayran kaldım. Sonra, güneşin bile girmekte zorlandığı daracık sokaklarda,
çeşme başlarında yıkanan, bulaşık yıkayan kadınların en güzel pozlarını
yakalamaya çalıştım. Nepal evlerinde banyo, tuvalet ve mutfak olmadığı için,
çeşme başlarının önemli buluşma noktaları olduğunu öğrendim.
Objektifimi
sonra, camsız pencerelerden etrafı seyreden çocuklara, buğdayları savuran
kadınlara, sokak kerevetlerine oturup sohbet eden insanlara çevirdim. Saşi, bu
kerevetlere ülkenin her sokağında rastlandığını, buraların hamalların yüklerini
koyup dinlenmeleri için yapıldığını anlattı. Kerevetler bizim kahve işlevini
görüyordu. Mahalleli burada bir araya gelip dertleşiyordu. Bana dostça,
sempatiyle ve anlayışla bakan bu insanlara veda edip yoluma devam ettim.
Himalayar’a,
uzaklardaki Everest’in zirvesine baktıkça iç dünyamın resmini görüyordum sanki…
Bu yüce dağlar çok uzaklardaydı ama, oradan kopup gelen soğuk, sert rüzgarın
içime işlediğini hissediyordum. Boğuk, vınlayan, soğuk dağ rüzgarı,
teraslardaki sarı çiçekleri dalgalandırıyordu. Olağanüstü bir ışık vardı ve
dağlar sarı dalgalı bir denize benziyordu. Himalayalar, kirli sarı, mavi, beyaz
bulutlarla çevrilmişti. Koca kartallar, kanat çırpmadan süzülüp duruyorlardı.
Birden kartal olmayı istedim. Tanrılar mutlaka o zirvelerde oturuyordu ve
görüntü cenneti andırıyordu.
Batan
güneş, zirveleri önce pembeye, sonra kırmızıya boyadı. Sonra mavimsi bir
alacakaranlık bastı. Yüce dağlar sonsuz huzur ve sessizliğe daldı.
Bhaktapur
parayla girilen bir müze kentti. Biletimi alıp kale kapısını andırır bir
kapıdan girince kendimi Durbar Meydanı’nda buldum. Nepal’de kraliyet sarayı bulunan
tüm meydanlara “Durbar” adı veriliyordu. Meydanı daha önce görmediğim halde
biliyordum. Ünlü yönetmen Bertolucci, 1994 yılında Küçük Buda adlı filmi burada
çekmişti. Aradan onca yıl geçmesine rağmen, bazı sahneleri hayal meyal
hatırlıyordum. Küçük Buda’nın koşturduğu meydanın bir köşesine oturup etrafı
seyrettim. Dediğim gibi detayların yerine, bütünü gözlemek niyetindeydim.
Detaylara dalarsam işin içinden çıkamayacağımın, zamanı yetiştiremeyeceğimin
farkındaydım.
1700’lü
yıllarda yapılan, “Elli Beş Pencereli Saray”ın altın kapısından içeri girdim.
İç kapının alınlığındaki tahta oymaların karşısında büyülenip kaldım.
Ertesi gün
erkeden, ülkenin en eski Buda tapınaklarından biri olan Svayambhunath’a gittim.
İki bin yıllık bu tapınak, bir tepenin zirvesinde yer alıyordu. Yaklaşık dört
yüz basamakla çıkılıyordu.
Oradan
“güzellikler kenti” Patan’a geçtim. Artistlerin, entelektüellerin, bohemlerin
yaşadığı kalabalık sokaklarda gayesiz dolaşıp durdum.
Beni önce
Tuşa Hiti denen, dünyanın en büyük banyo küvetine götürdü. XVII. Yüzyılda
yapılmış bu açık hava banyosunda, kraliyet ailesinin yıkandığını anlattı. Sonra
“Altın Tapınak”ta, tanrı heykellerinin çevresinde cirit atan kedi iriliğindeki
fareleri gösterdi. Onların tanrı Ganeşa’nın dostları olduğunu söyledi.
Patan’dan
Tibetli göçmenlerin kümeleştiği Budanat’a doğru giderken, görüntüler kadar
trafiği de kanıksadığımı fark ettim.
En tepede
Buda’nın mavi gözleri dört bir yanı gözlüyordu. İzin verilen en yüksek noktaya
kadar çıkıp, ben de Buda’nın gözlemine eşlik ettim. Nirvana’ya doğru tırmanan
on üç basamaklı altın merdivenin ilk basamaklarına yüz süren inananları
seyrettim.
Nepal –
Mini Rehber
Katmandu’da
sokakların adları ve binaların numaraları yok. Haberleşme posta kutuları
aracılığıyla yapılıyor. Bu nedenle, bir adresi aramak için boşuna zaman
harcamayın.
Taksilerde
taksimetre var ama çoğu sürücü bunu açmak istemiyor. Bu konuda ısrarcı olun.
Yoksa birkaç misli para ödeyebilirsiniz.
Kent
dışına çıkacaksanız yanınıza sandviç ve su almayı ihmal etmeyin. Kesinlikle
açık su içmeyin.
Ne Zaman
Gidilir
Nepal’e
gitmek için en uygun dönem ekim ve kasım aylarıdır. Bu iki ayda hava ne çok
sıcak ne de çok soğuktur. Yağmur ve sis olmadığı için bu aylar trekking yapmak
isteyenler içen idealdir. Aralık ve ocak aylarında dondurucu soğuk olmaz ama
karanlık erken basar, rutubetli ve dumanlı hava görüşü engeller. Şubat ve nisan
ayları arasında hava ısınmaya başlar. Bu aylar da Nepal’e gitmek için uygundur.
Ama sis yüzünden Himalayalar’ı görmek olanaksızlaşır. Mayıs ve haziran aylarında
sıcak rahatsız edici boyutlara ulaşır. Toz fırtınaları gezginleri tedirgin
eder. Haziran ve eylül ayları arası meşhur muson yağmurları başlar. Dağlar
bulutların arkasında görünmez olur. Seller yüzünden yollar kapanır, uçak
seferleri iptal edilir ve salgın hastalıklar artar.
Alışveriş
Katmandu
öncelikle bir takı cenneti. Kıymetli veya yarı kıymetli taşlardan yapılmış
takılar çok göz alıcı. Ayrıca ufak tefek onlarca hediyelik eşya da bulmak
mümkün. “Khukuri” denen Gurha kaması ülkenin simgelerinden. Tahtadan oyulmuş
masklar ve tanrı heykelleri de alışverişin gözdelerinden. Tabii ki peşmine dene
kaşmirden dokunmuş atkı ve şallar çok ünlü. Gerçek peşminenin yanmış kıl
koktuğunu hatırlatmakta yarar var. Pazarlık her yerde geçerli.
Nepal’de
Yemek
Nepallilerin
yemek yeme alışkanlığı içinde kahvaltı yer almıyor. Kahvaltı bir bardak çayla
geçiştiriliyor. Öğle yemeği saat 10.00 civarında yeniyor. Akşam yemeği için ise
güneş batmadan sofraya oturuluyor. Mercimek, pirinç ve baharatlı sebzeyle
yapılan “daal baat tarkari” Nepallilerin tek yemeği. Her öğünde bu yemek
yeniyor.
Arada bir
bu yemeğin yanında, yağda kızartıldıktan sonra yoğurtla marine edilen baharatlı
et (maasu) yeniyor. Daal baat tarkari iki gözlü kaplarda servis ediliyor. Bir
göze konan mercimekli pirinç, elle topak haline getirilip yeniyor. İkinci göze
konan yemeği yemek için de parmaklar kullanılıyor.
Nevari
mutfağı ise oldukça karmaşık ama çok lezzetli. En sevilen Nevari yemeklerinin
başında, yak etiyle doldurulmuş hamur topaklarından oluşan momoşa geliyor.
Palula denen zencefil soslu biftek de sevilen yemeklerin başında yer alıyor.
Nepal
restoranlarında ayrıca Hint yemeklerini de bulmak olası. Tanduri adı verilen
baharatlı tavuk eti, çapati ve nan denen ekmekler en favorilerin başında
geliyor.
Nepal’e
gitmişken Tibet yemeklerinin tadına bakmadan dönmek olmaz. Momo en rağbet
edilen Tibet yemeği. Momo, et ve sebzeyle yapılmış bir tür mantı. Kızartılmış
momoya ise kote deniyor. Ev yapımı erişte, sebze ve et suyuyla pişirilen tukpa
adlı çorbanın tadı ise enfes. Tüm bu yemeklerin yanında, tencere kapağı
şeklindeki Tibet ekmeğini ihmal etmemek gerek.
Eğer yerel
tatlarla aranız iyi değilse, Katmandu’da Batı mutfaklarından da örnekler
bulabilirsiniz. Ama ben, büyükçe bir restorana gidip Nepal yemeklerinin tadına
bakmanızı öneririm. Damağınızın, hiç bilmediğiniz enfes tatlarla tanışacağından
emin olabilirsiniz.
Bir de
Nepal’de açık su içmemeniz konusunda sizi uyarmak isterim. Mutlaka kapalı su
için ve şişinen kapağını siz açın.
Kuzey’in
güzellikleri
Vikinglerin
“buz ülkesi”
Uçak
Keflavik kenti havaalanına indiğinde, aylardan kasımdı ve kara bulutlar adeta
yere yapışmıştı. Tipiden göz gözü görmüyordu. Gezginleri ürkütecek kadar uzak
bir kara parçasındaydım. Iceland, İsland veya İzlanda… Ne derseniz deyin aynı
anlamı taşıyordu: buz ülkesi. Yanardağlar, buzullar, turbalar, uçurumlar
diyarı.
Ataları,
Vikingler ve Keltler olan İzlandalılar, Kuzey insanının tüm özelliklerini
taşıyordu.
Tarıma
elverişli toprak oranı yüzde 20’ydi. Buralarda da, yünlerinden ünlü İzlanda
kazaklarının örüldüğü koyunlar otlatılıyordu. Yazar Halldor Laxness, 1955
yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştı. Dünyada seçimle işbaşına gelen ilk
kadın cumhurbaşkanı İzlandalı’ydı. (Vigdis Finnbogadottir). Alkolizme neden
olduğu için ülkede bira satışı yasaktı. İçki fiyatlarının çok pahalı olması
nedeniyle herkes içkisini evinde damıtıyordu.
Küçük bir
kent olan Reykjavik’te görmediğim sokak kalmamıştı. Hatta bu gezilerimde
Türklerle ilgili bir efsane de öğrenmiştim. Kentin en büyük kiliselerinden
birinin adı “Türk Kadını Gudda’nın Kilisesi”ydi. Merak ettim. Sordum
soruşturdum, hikâyeyi öğrendim.
Yüz yıllar
önce, Osmanlı hesabına uzak denizlerde fetihlere girişen Cezayirli korsanlar
İzlanda’ya bir baskın düzenlemişler. Geri dönerken yanlarında ülkenin en güzle
kızlarından biri olan Gudda’yı da götürmüşler. Korsan başının gözdesi olan genç
kız Cezayir’de uzun yıllar yaşamış. Sonra onu azat edip tekrar İzlanda’ya
götürmüşler. Gudda burada ülkenin en zengin adamıyla evlenmiş. Ama bir türlü
mutlu olamamış. Onun aklı fikri Cezayir’deymiş. Bir süre sonra bu hasrete
dayanamamış, fırtınalı bir günde bir gemiye binip Cezayir’e gitmek için denize
açılmış. Ama azgın dalgalar kıyıdan biraz uzakta tekneyi batırıp Gudda’nın
ölümüne sebep olmuş. Kocası da güzel karısının anısını yatmak için kente büyük
bir kilise yaptırmış. Kilise halk arasında “Türk Kadını Gudda’nın Kilisesi”
olarak anılmış.
Bir
fiyordun kıyısındaki köyüne, Eskifjördur’a götürecekti. İşte kutup ışığını ilk
kez o gece görmüştüm. Gökyüzünde gecenin bir saatinde uzun mavi, sarı, kırmızıçizgiler
belirmişti. Durmadan yanıp yanıp sönüyordu.
Ringa
balığının peşinde
Kutuplardan,
buzulların soğuğunu yüklenerek kopup gelen rüzgar, değdiği yeri bıçak gibi
kesiyordu. Dünyanın ilk yaratıldığı gündeki gibi tertemiz olan hava, tuzlu bir
soluk gibi doluyordu içime. Ringa karanlıktan korkar. Onun için geceyi
bekleyeceğiz. İzlanda’da hiçbir balıkçı mehtaplı gecelerde ava çıkmaz. Çünkü ay
ışığı, su yüzeyinde güneş gibi yansır, bu nedenle balık toplanmaz, dağınık
yüzer…
Uzak
denizlerde balığa çıkmak yıllardan beri düşlerimi süslerdi. Ama sallantı, soğuk
ve nemli rüzgar, denizden gelen ürpertici gürültüler ve biraz kuzeydeki kutup
buzullarını döven koyu lacivert denizin görüntüsü, gerçeğin düşlerimdeki balık
avı kadar romantik olmadığını kanıtlar gibiydi. Örneğin düşlerimde hiç üşümüyordum.
Nedense, deniz hep çarşaf gibiydi. Güneş her zaman tepedeydi. En önemlisi
batmak, boğulmak gibi korkuların hiçbiri yoktu. Şimdi gerçek balık avının tam
ortasındaydım ve bir yandan üşüyor, bir yandan da korkuyordum.
Cd
çalarımdan yükselen Leslie Carol’un kadife sesini ninni yapıp uykuya daldım.
Dünyanın
uzak bir ucunda ufacık, sıradan, basit şeylerden mutlu olmayı bir kez daha
becerebilmiştim. Tıpkı Alaska’da kartallara bakarken, tıpkı Patagonya
düzlüklerinde sığır çobanlarıyla konuşurken, tıpkı Atacama Çölü’nde bir yudum
soğuk su içerken yaşadığım doyumsuz mutluluklar gibi.
Orkney’de gece
yarısı güneşi
Orkney
Adaları’nın en büyüğü olan Mainland’deydim. Yetmiş adadan oluşan Orkney,
İskoçya’nın 32 kilometre uzaklığındaydı. Oraya varmak için, Pentland Boğazı’nı
aşmak gerekiyordu. Adalardan sadece yirmisinde yaşam vardı. En büyük yerleşim
birimleri Mainland Adası’ndaydı. Buradaki Kirkwall ve Stromness adlı iki
kasabada, 7.500 huzurlu insan yaşıyordu.
Yolun bir
yanında masmavi bir deniz, diğer yanında ise uçsuz bucaksız yeşil otlaklar
uzanıyordu. Zaten adayı tanımlarken, denizle çevrili, yeşilin her tonunun
görülebileceği, ağaçsız büyük biri otlak demek yeterli olabilirdi. Yeşillik
öylesine yoğundu ki, ağaçsızlık fark edilmiyordu bile. Koca adada beş on
ağaçtan fazlasını sayamadım. Kuzey Denizi’ni yalayıp gelen tuzlu soğuk rüzgâr,
ağaca hayat hakkı tanımıyordu. 100.000 baş sığır ve bir o kadar da koyun,
gölgesi olmayan bu yeşilliklerin içinde siyah, kahverengi ve beyaz noktalar
halinde yavaş yavaş yer değiştiriyorlar.
Hayvanlar
adanın en önemli gelir kaynağıydı. Sığırların eti, koyunların yünü iyi para
ediyordu. Hem de pek emek sarf etmeden. Uçsuz bucaksız otlaklardaki hayvanların
başında, ne bir çoban ne bir çoban köpeği vardı. Kendi başlarına, karışanları
görüşenleri olmadan özgürce otluyorlardı. Sadece, dayanılmaz soğukların hüküm
sürdüğü kış günlerinde içeriye alınıyorlardı. Bir de Kuzey Denizi’nin bereketli
ve hırçın sularında avlanan balıkçıları unutmamak gerekti. Kırmızı, sarı,
yeşil, turuncu renkli tekneler, limana her seferinde ağlarında bol balık,
sepetlerinde büyük ıstakozlar ve yengeçlerle dönüyorlardı.
Jimy’nin
gösterdiği yerde, bir alanı çevreleyen birçok dikilitaş vardı. Bunlar binlerce
yıl öncesinden kalan Stennes dikilitaşlarıydı. Yerdeki süpürgeotlarına
basmamaya özen gösterip, taşlara elimi sürdüm, dilek diledim.
Oradan
Skara Brae’ye gittik. Geç Neolitik Çağ’ın en iyi korunmuş yerleşim yerlerinden
biri olan beş bin yıllık Skara Brae, Jimmy’nin gurur kaynağıydı.
Karanlık
köşedeki sohbete kulak kabartınca, hayatımda duymadığım bir sporla tanıştım.
Yazılmış kuralı olmayan, oyuncu sayısı ve süresi belirsiz bu karşılaşmanın adı
“ba”ydı. Her biten bardak arkasından bir yenisini sürüklüyordu. Kasabalılar
beni ortalarına almış “ba”yı anlatıyorlardı.
Karşılaşmada
kullanılan top, sadece bir oyunluktu. Bu bildiğimiz futbol topundan biraz daha
ağırdı. Karşılaşma, kasabanın aşağı ve yukarı mahallesi arasında yapılıyordu.
Aşağı ve yukarı mahalle sakinleri, kasabanın ortasındaki Aziz Magnus
Katedrali’nin önünde buluşuyordu. Kalabalığın ortasında, yüksekçe bir yere
çıkan hakem topu havaya fırlatıyordu. İşte bu andan sonra kıyamet kopuyordu.
Eğer topu aşağı mahalle kapmışsa, hemen limana doğru koşuyorlardı. Yok yukarı
mahalle topa sahip olmuşsa, onlar da kasabanın diğer ucuna saldırıyorlardı. İki
tarafın amacı da, karşı tarafın oyuncularına geçit vermemekti. Bu karşılaşmaya,
kasabanın neredeyse bütün sakinleri katılıyordu. Yaklaşık on saat süren bu itiş
kakış sırasında küçük sıyrıklar, yaralanmalar oluyordu. Maçın sonunda top,
kazanan takımın en gayretli oyuncusuna veriliyordu.
Ertesi gün
kararlaştırdığımız saatte, kumtaşından yapılmış olan Aziz Magnus Katedrali’nin
önüne gittim. Jimy yine ortalarda yoktu. İçeri girdim. Bembeyaz tenli kasabalı
kızlarla birlikte, şeytanın, Adem ile Havva’yı kandırıp, yasak elmayı
yedirmesini izledim.
Mainland
Adası – Mini Rehber
Yemek:
Dünyanın diğer ucunda olan bu adada, lezzetli yemekler yeme olanağına
sahipsiniz. Örneğin St. Margaret’s Hope köyündeki Creel adlı restoranın birçok
madalyası var. Ayrıca bu köy lokantasında, şarap mönüsü bir ansiklopedi kadar
kalın. Yani dünyanın dört bir yanında üretilmiş şarapları bulmanız mümkün.
Yemek olarak Kuzey Denizi’nden çıkan balıklar, ıstakoz ve yengeç liste başı.
Eğer deniz mahsulleriyle aranız iyi değilse, ada otlaklarında beslenmiş kuzu
pirzolasını da öneririm.
Gezilecek
Yerler: İskoçya’nın en güzel Rönesans dönemi binalarından Earl’s Palace,
İngiltere’nin en etkileyici mezar odası Maes Howe, Stennes dikilitaşları, beş
bin yıllık yerleşim yeri Skara Brae, kumtaşından yapılmış Aziz Magnus
Katedrali. Ayrıca viskiye meraklıysanız, İskoçya’nın ünlü Highland Park malt
viskisinin damıtımevini ziyaret edip, viski yapımının her aşamasına şahit
olabilirsiniz.
Viski
Düşkünlerine: İskoçya demek, malt viski cenneti demek. Viskinin bu
topraklardaki tarihi beş yüz yıl öncesine dayanıyor. Bu viskilerin en
ünlülerinden biri olan Highland Park, Orkney Adaları’nda damıtılıyor. Bu
damıtımevini ziyaret edenlere, bir tadım seansı düzenleniyor. On iki, on sekiz
ve yirmi beş yıllı viskilerden tatma olanağı buldum. Damağımda kalanlara göre
viskinin hafif isli bir kokusu var. On sekiz yıllıkta bu kokuya, sherry ve meşe
fıçılarından gelen koku da karışıyor. Tadı dolgun, damakta kalma süresi oldukça
uzun. Yirmi beş yıllık ise damakta tam bir lezzet patlaması yapıyor. Ama alkol
derecesi oldukça yüksek. Ben size on sekiz yıllığı öneririm. İdeal bir yemek
sonrası maltı.
Kuzeyde
aydınlık günler
Öğrendiğime
göre Helsinki, dört mevsimi yaşayabilen ender kuzey kentlerinden biriydi; çok
sıcak olmayan aydınlık bir yaz, soğuk ve karanlık bir kış, yarı aydınlık ılık
bir ilkbahar, gri karanlık serin bir sonbahar. XIV. Yüzyılda İsveçliler
Finlandiya’yı imparatorluk topraklarına kattıklarında bu ıssız topraklarda
birkaç köy dışında pek yerleşim yeri yoktu. İsveç Kralı Gustav Vasa, karşı
kıyıdaki Estonya’nın görkemli limanı Tallinn’den çok daha güzel bir kent
yaratmayı aklına koymuştu. Kentin ilk temelleri 1550 yılında Vantaa Nehri’nin
kıyısında atıldı. 90 yıl sonra da bugünkü yerine taşındı. Helsinki XIX.
Yüzyılın başında Rus çarının emriyle yeniden inşa edildi. Kentin planını John
Albrecht Ehrenström çizdi. İnşaatlar bitince de Helsinki Finlandiya’nın başkenti
oldu.
Finlandiya
aslında göller ve adalar ülkesi. Ülkede irili ufaklı tam 180.000 göl ve 188.000
ada bulunuyor. Limanın iki yanında dev yolcu gemileri bağlanmıştı. Bütün
kuzeyde meşhur olan gemilerden biri Stockholm’e, diğeri ise Tallinn’e
gidiyordu. Cuma akşamından gemilere binenler, pazartesi sabahı dönünceye kadar
sürekli içki içiyorlar. Çünkü uluslar arası sularda gemiler vergi almıyor, içki
fiyatları yarı yarıya ucuzluyor. Adada, Finlandiya tarihinde önemli bir yer
tutan kaleyi gezip geri döndük.
Hem Fince
hem de İsveççe yazılmış sokak tabelaları dikkatimi çekti. Paula’ya sordum;
Nüfusun ancak yüzde 7’si İsveççe konuştuğu halde bu dil okullarda zorunlu ders
olarak okutuluyormuş. Onun için tabelaları Fince ve İsveççe yazmak şartmış.
İşgaller bu ülke insanını çok dilli yapmıştı. Hemen herkes Fince ve İngilizenin
yanı sıra İsveççe ve Rusça da konuşabiliyor.
Yeme içme
faslına gelirsek… Finlandiya mutfağı, yıllarca boyunduruğu altında yaşadığı
İsveç ve Rus mutfaklarından oldukça etkilenmiş. Kuzeyin en şişman insanlarının
yaşadığı Finlandiya’da, mutfağın başköşesinde hamur işleri ve ekmek oturuyor.
Çavdar ekmeğinin içine, balık ve domuz eti doldurularak yapılan kalakukko, en
sevilen ve en çok tüketilen yemeklerin başında geliyor. Ekşi mayayla yapılan çavdar
ekmeği ise sofraların vazgeçilmez gıdası. Finlandiya’da ekmeğin tatlısından
tuzlusuna onlarca çeşidini bulmak mümkün. Yine çavdar ekmeğinin içine, sütlaca
benzer bir pirinç muhallebisi doldurularak yapılan karjalanpiirakka, ülkenin en
sevilen tatlılarının başında yer alıyor. Bu tatlıdan iki çatal yedikten sonra,
Finlandiyalıların karanlık ve soğuk kış günleriyle nalsı baş ettiklerini daha
iyi anladım.
Ben ekmek
çeşitlerinin, balıklarını yanı sıra ayı bifteğini, ayı etinden yapılmış sucuğu,
Ren geyiği bonfilesini, geyik salam ve sosisini de denedim. Böylelikle damağımı
kuzeyin değişik tatlarıyla tanıştırmış oldum. Dünyaca ünlü Fin votkasına bir
iki kadeh dışında pek yüz vermedim. Biraz pahalı olmakla birlikte yemeklerde
şarap içmeyi tercih ettim.
Yüzen kent
Stockholm
Önce
Skeppsholmen Adası’na geçip, Modern Sanatlar Müzesi’ni gezdim.
Sonra
önünde küt burunlu, karpuz kıçlı kuzeyli teknelerin bağlandığı kuzeyli evlerin
önünden yürüyüp ünlülerin ve zengin tabakanın ikamet ettiği Djurgarden Adası’na
geçtim. Adanın hemen girişindeki Vasa Müzesi’ndeki eski bir batığı görmek
istiyordum. Müzeyle aynı adı taşıyan 68 metre uzunluğundaki gemi, 1628 yılında
yapılmıştı. Bu muhteşem gemi, tek bir gülle atamadan, tek bir ilk kılıç
sallamadan seferinde, adanın bir mil uzağında batmıştı. 1990 yılında çıkarılan
gemi, tersaneden yeni çıkmış görüntüsüyle ziyaretçileri (beni de) büyülüyordu.
400 yaşındaki bir gemiye bu kadar yaklaşmak nedense heyecanlandırmıştı beni.
Lezzet
durakları
Eğer siz
de lezzet keşiflerine meraklıysanız, öncelikle iki alışveriş merkezi
önereceğim. Bunlardan bir tanesi, Hötorget Meydanı’ndaki Hötorgshallen adlı
etnik bir marketti. Yüzlerce küçük dükkanda yok yoktu. Timsah etinden ayı
etine, akla gelmedik çeşit çeşit balıklara, sebzelere kadar her şeyi bulmak
mümkündü. Ayrıca burada yemek yemek de mümkündü. Döner kebap gördüğüm
kadarıyla, balıktan sonra en rağbet edilen yemeklerin başında geliyordu.
Diğer bir
alışveriş merkezi de, Ostermalmstorg Meydanı’ndaki Ostermalms Saluhall’di.
Burada da akla hayale gelmeyecek gıda maddeleri satılıyordu.
Akşam
yemekleri için daha çok yerel mönüler sunan restoranları tercih ettim.
Bunlardan en ünlüsü, 1722 yılında kurulan Den Gyldene Freden adlı restorandı.
Lokantanın bulunduğu bina daha önce İsveç Akademisi’ne aitmiş ve birçok Nobel
Ödülü bu binada verilmiş. Burada yanında tatlı patatesle servis edilen, Maderia
şarap sosuyla pişirilmiş rengeyiği etinin tadına doyamadım.
Tüm kuzey
ülkelerinde olduğu gibi, Stockholm’de de deniz mahsulleri, mönülerin baş
köşesinde yer alıyordu. Tabii ki baş köşede, soğuk Kuzey Denizi’nde tutulan
ringa balığı oturuyordu. Genellikle turşu olarak çiğ tüketilen bu balığın
kızartması da, özel salça soslusu da damak çatlatan cinstendi. Kral yengeçler,
iri karidesler, ıstakozlar, uskumrular, dilbalıkları, midyeler, somonlar,
kalkanlar, istiridyeler, deniz levrekleri mönülerin vazgeçilmezleri arasında
yer alıyorlardı.
Caz Kulübü
Stampen’in adını Demir Özlü’nün bir öyküsünden not etmiştim.
“Cesur
yürekler”in yeşil denizi
Alışveriş:
İskoç kumaşı “tartan”dan yapılan giyecek, kilim ve atkılar. Tweed adlı yünlü
kumaştan yapılan elbiseler. Shetland kazakları. Kelt dizaynlarının kullanıldığı
gümüş takılar. Tereyağlı bisküvi. Dundee kek, viskili kek. Malt viski. Füme
sombalığı ve füme geyik eti. Portakal kabuğu reçeli.
Etkinlikler:
Edinburgh Festivali: 16 ağustos-5 eylül; Fringe Festivali: 9-31 ağustos;
Braemar Royal Highland Gathering: 5 eylül.
Yemek: Bol
bol ıstakoz ve yengeç yiyebilirsiniz. Kuzey Denizi’nden yakalanan balıklar da
oldukça lezzetli. Aberdeen kentinin “angus beef”i ve kırmızı geyik etinden
yapılan “venison”u mutlaka tadılması gereken yemekler. İskoçya’nın en ünlü
yemeği ise “haggis”e övgüler düzülüyor, şiirler söyleniyor. Daha sonra, gayda
eşliğinde masaya gelen birisi elindeki bıçakla yemeği parçalalıyor. Haggis,
üstüne viski dökülerek yeniyor.
Tadım
Notları: İskoçya’ya gidip de malt viski içmeden dönülür mü? Sizlere The Macalan
damıtımevinde yapılan tadımın notlarını sunacağım:
Macalan on
iki yıllık: Bal çağrışımlı çarpıcı bir kokusu var. İpeksi kayganlıktaki tadı
damakta uzun süre kalıyor.
Macalan on
sekiz yıllık: Yoğun sherry çağrışımlı kokusu var. Karmaşık ve dolgun bir
lezzete sahip.
Macalan
yirmi beş yıllık: İs ve ağaçsı koku hakim. Ağızda hafif bibersi bir tat
bırakıyor. Fıçı ve is tadı viskiye eşsiz bir karmaşık lezzet kazandırmış.
Grand
Reserva: Geçen yıl piyasaya sürülen bu viski Malt Advocate dergisi tarafından
yılın viskisi seçildi. Tatlımsı, karmaşık ve zengin bir karaktere sahip.
Macalan
1946: 1998 yılında el yapımı maun kutularda satışa sunulan bu viskiyi
Türkiye’de North Shield publarda bulabilirsiniz.
Highland
Park on sekiz yıllık: Sherry, meşe ve hafif isli bir kokusu var. Zengin, dolgun
bal ve turba lezzetli.
Not: Tüm
bu viskilerin gerçek kokusunu ve tadını alabilmeniz için bardağınıza viskinin
üçte biri kadar, soğutulmuş iyi su koymanız gerekiyor.
“Hayat
suyu”nun peşinde
Viski bu
topraklarda beş yüz yıldan beri içiliyor. Belki de daha fazla. “Viski” adına
ilk kez papaz John Corr’un cenaze defterinde rastlanmış. Papaz cenaze
masraflarını yazdığı listeye, viski yapılmak için kullanılan 508 kilo maltı da
yazmış. Ölüm kokan bir listede, “hayat suyu”nun ne işi var? Bunun yanıtı yok.
Viski sözcüğü, İskoçların eskiden konuştuğu Gaelce’de “hayat suyu” anlamına
gelen “uisge beatha” sözcüklerinden türemiş. Uisge beatha öne “uisge” diye
kısaltılmış, geçen yıllarla birlikte bu sözcük de “whisky”ye dönüşmüş.
Dublin:
roman kent
Renginin
gri olduğunu, gökyüzünde inatçı bulutların dolaştığını, bu nedenle yağmurunun
hiç eksik olmadığını biliyordum.
İrlanda
dilindeki adı “Dubh Linn” (Kara Havuz) veya “Baile Atha Cliath” (Çitli Irmak
Geçidindeki Kent) olan Dublin’de üç gün boyunca sokak sokak dolaştım. Neden
Dublin’den birçok ünlü yazın adamı çıkmıştı?
Ara
sokakları gezerken dikkatimi evlerin kapıları çekti. Çoğu kırmızı, turuncu,
sarı, yeşil, maviye boyanmıştı. Bunun nedenini de yaşamının büyük bir bölümünü
burada geçiren Teoman Hünalp anlattı: Kraliçe Victoria 1901 yılında ölünce,
üzerinde güneşin batmadığı imparatorluğun merkezi Londra’dan, dünyanın dört bir
yanına haber salınıp, yas nedeniyle bütün evlerin kapılarının siyaha boyanması
istenmişti. Bu emre bir tek “yaramaz çocuk” İrlanda karşı çıkmıştı. “Biz
İngiltere’nin kraliçesi için yas tutmayız” diyerek inadına tüm kapıları rengarenk
boyamışlardı.
Çağdaş
edebiyatın en önemli yazarı James Joyce, düzyazı ve şiir ustası Oscar Wilde,
tüm yaşamını edebiyata ve şiire adayan Yeats, Drakula’yı yaratan Bram Stoker,
şair, yazar, besteci ve kahraman Thomas Moore, Godot’un yaratıcısı Samuel Beckett,
isyankar yazar Brendan Behan, Nobelli aforizma ustası Bernard Shaw, tüm dünyayı
Gullıver’in peşine takan Jonathan Swift, kitapları Türkiye’de de kapış kapış
satılan Maeve Binchy ve Glenn Meade, adını unuttuğum veya bilmediğim diğerleri.
Hepsi Dublinli’ydi. Bu kentin bir sırrı olmalıydı ve ben bu sırrın peşine
düşmüştüm. Dünyanın ruhsatlı en eski damıtımevinin Kuzey İrlanda’da, 1608
yılında yapılan Old Bushmills olması, ibreyi İrlanda’ya çeviriyordu.
Ünlü viski
yazarı Michael Jackson İrlanda viskisi için, “tadını tarif etmek çok zor”
tabirini kullanıyordu. Gerçekten de Tullamore’un tadını anlatmak zordu. Burbon
ve şeri fıçılarında üç yıl dinlenen viskiyi tattıktan sonra, not defterime ilk
izlenimlerim için şu cümleleri yazmıştım: “Dolgun, gövdeli, bal çağrışımları
olan, tatlı limonu anımsatan ince bir tadı var. Kadınımsı bir viski. Yumuşak,
çiçeksi aromalar hissediliyor. Tadı damakta uzun süre kalıyor…” Viskide is
kokusunu ve is tadını sevmeyenler için, İrlanda viskileri daha çekici
olabilirdi. İrlandalılar arpayı turba ateşi yerine, fırınlarda, kömür ateşiyle
kurutuyorlardı. Onun için is kokusu olmuyordu. İrlandalılar tahıl viskisi
yapımında İskoçyalılardan farklı olarak çavdar ve yulaf da kullanıyorlardı.
Dublin
gezginlerinin ziyaret ettiği mekanların başında, Guinness biralarının fabrikası
bulunuyordu. Karamelize oluncaya kadar kavrulan arpadan damıtıldığı için siyah
renkli olan biranın ilk yapım tarihi, 1759’a kadar dayanıyordu.
İrlandalıların
milli yemeği “İrish stew”. Kuzu etiyle pişen yemeğin ana maddesini patates
oluşturuyordu. “Patates yahnisi” diyebileceğimiz bu yemek, basit malzemelerle
ne kadar lezzetli yemek pişirileceğinin en iyi örneklerinden birini
oluşturuyordu.
Sıcak
Afrika
“Dünyanın
anası” Kahire
Keops,
Kefren ve cüce Mikerinos üç ünlü piramit.
Kasım
ayının sonuydu. Sabahın erken saatleriydi. Çiğ, sarı bir ışık vardı. Sabahın
serinliği ürpertiyordu. Biliyordum ki giydiğim ince ceket, öğleye doğru fazla
gelecekti.
Mühendisyen
semtiyle birlikte, şık binalar da görüntüye girdi. Bu semtin bitiminde, Nil
Nehri karşıma çıktı. Ülkeler, çöller, kentler aşıp geldiği halde hiçbir
yorgunluk belirtesi yoktu. Suları hala “gürül gürül” akıyordu. Bu ulu nehir
Mısır için “hayat suyu”ydu. Ve Nil’in öte yanında, Mısırlıların “dünyanın
anası” diye övündükleri başkent Kahire duruyordu.
Kahire’yi
gezmeye Kahire Müzesi’nden başladım. Girişteki havuzda, lotus çiçekleriyle
papirus bitkisi yan yana duruyordu. Aşağı ve Yukarı Mısır’ı simgeleyen bu iki
kutsal bitkinin figürüyle gezim boyunca sık sık karşılaşacaktım.
Müzenin
gözdesi, Tutankhamon’un hazineleriydi. Özel bir bölümde sergilenen bu hazine
için “göz kamaştırıcı” tanımı yetersiz kalıyordu. Mumyanın içinde saklandığı,
altın kaplamalı iç içe geçen dört mezar, altın maske, som altından yapılmış tabut,
altın ve değerli taşlarla bezenmiş iskemle, takılar, altın levhadan yapılmış
tokyolar, altın saplı deve tüyü yelpaze ve diğerleri.
Her yerde
resmini gördüğüm bokböceğinin değeri nereden geliyordu? Benim bildiğim bu
böceğin bütün işi hayvan dışkılarından toplar yapmak ve onları yuvarlayarak
yuvasına götürmekti. Eski Mısır’da ise bu böcek, güneşin doğumundan sorumlu
olan Khepri adındaki tanrıyı temsil ediyordu. Yani kutsal bir böcekti. Ayrıca
Mısır kozmogonisinin de simgesiydi. Böceğin üç çift bacağındaki otuz bölütün,
ayın otuz gününü belirttiği kabul ediliyordu. Mısır gezim sırasında bu
bokböceğiyle sık sık karşılaştım. Her hiyeroglifin bir köşesinde mutlaka ona
rastladım. Hele Tutankhamon’un hazineleri arasında, som altından yapılma bir
mücevher olarak karşıma çıkınca iyice şaşırdım kaldım.
Müzede
ilgimi çeken diğer bir şey de duvara asılı boy boy bumerang oldu. Bunların
altındaki yazıda, firavunların ve diğer Saray mensuplarının bunları yaklaşık
4500 yıl önce, çölde avlanmak ve oynamak için kullandıkları yazıyordu. Halbuki
ben bumerangı Avusturalya’nın icadı sayıyordum. Kim kimden ilham almıştı?
Tahrir
Meydanı’ndan bir arabaya binip, “Ölüler Kenti” dene eski Memluk mezarlığına
gittim.
Bir
sonraki gün, ünlü Han el-Halil çarşısının yolunu tuttum. İslami Kahire’deki
çarşı bildik görüntüleri barındırıyordu. 1382 yılında Memluk Sultanı Berkuk’un
at bakıcısı tarafından kervansaray olara inşa ettirilen bu yapı, Osmanlı
döneminde bir ticaret merkezine dönüştürülmüştü. Benzerlerini İstanbul, Edirne
ve Bursa Kapalıçarşılarında görebileceğiniz dar sokaklardaki küçük dükkanlarda,
her türlü hediyelik eşyayı bulmak mümkündü. Labirent benzeri sokakları
arşınlamaktan yorulunca, yine çarşı kadar ünlü El Fis Havi adlı kahveye
oturdum. İçi büyük boy aynalarla kaplı bu asırlık kahvede, naneli çayımı
yudumlarken, Nobel ödüllü Mısırlı yazar Necib Mahfuz’un, bunca gürültüye
kafasını takmadan, kelimeleri peş peşe nasıl dizdiğini düşündüm.
Gize
piramitlerine gittim. Dünyanın en önemli üç yapısıyla karşı karşıya geldim. Bir
taşın üstüne oturup elimdeki kitaptan, 4600 yaşındaki en büyük piramit Keops’un
146 metre yüksekliğinde olduğunu, Sultanahmet Camii’nin rahatlıkla içine
sığabileceğini okudum. Her biri yaklaşık bir ton ağırlığında olan bunca taşın,
insan gücüyle böylesine düzgün bir şekilde üst üste nasıl konduğunu düşündüm.
Yanıt bulamadım. Daha sonra kalabalıkların peşine takılıp, piramitlerin
koruyucusu, “dehşetin babası” sfenksin yanına gittim. 22 metre yüksekliğinde,
50 metre boyunda, tanrı yüzlü, aslan bedenli bu şaheserin aşınmış yüzünü uzun
uzun seyrettim. Ve durduğum yerin, Sahra’nın başlangıcı olduğunu öğrenince,
hayal dünyasına iyice daldım. Ayaklarımın ucundan başlayan bu çölün, Afrika’nın
tüm kuzeyini geçip, okyanusta sona erdiğini düşündüm. Böylesine büyük bir kum
okyanusunun başlangıcında durmanın heyecanını yaşadım.
Nil’in
kıyısındaki tanrılar
Mısırlılar
Nil’in doğduğu güney kesime “Yukarı Mısır”, denize döküldüğü kuzeydeki delta
bölgesine de “Aşağı Mısır” diyorlardı. Hafif bir esinti çıktı.
Nehrin iki
yanı sebze bahçeleri, muz ve hurma ağaçlarıyla kaplıydı. Yeşilliğin bitiminde
kum tepeleri yükseliyordu. Çölün yansıması, he ışığı sarartıyordu.
Kabus’un
düşü Umman
Yeme İçme:
Dünyanın hemen her mutfağını bulmak olası. Ama Hint yemeklerini seviyorsanız
tam yerine gittiniz demektir. Her otelde birkaç restoran var. İçki serbest.
Deniz mahsullerini, sebzeli pilavları, humusu ve cevizli patlıcan salatasını
hararetle öneririm.
Alışveriş:
Birçok alışveriş merkezi var. Bunlardan en ünlüsü Korniş’teki kapalı çarşı.
Gümüş işleri oldukça pahalı.
Çölün
ortasındaki lüks
Yeme İçme:
Arap mutfağının baş yemekleri bizim pek yabancımız değil: etli pilav, krem
peynirli humus ve yufkayla dürüm yapılan tavuk döner. Otellerdeki barlarda ve
restoranlarda dilediğiniz içkiyi bulmanız mümkün.
Çölde
safari
Dubai’deki
en ilginç etkinlik, ciplerle çölde yapılan safari. Kumda ustalaşmış şoförlerin
kullandığı ciplerle çölün derinliklerine gitmek, kum tepelerini aşarken
devrilme korkusun yaşamak, tekerlekler kuma gömülünce, “Buradan nasıl
kurtulacağız?...” endişesini duymak insanı epey keyiflendiriyor. Eğer cipi
tehlikeli buluyorsanız, deve üstünde de çöl yolculuğuna çıkabilirsiniz. Biraz
sallantılı olan bu yolculukta, deveye binerken ve inerken çok dikkatli olmak
gerekiyor. Çöl gezileri sonunda, genellikle günbatımına doğru, çölde kurulmuş
bir kamp yerine varmak, orada kristal kadehlerde sunulan buz gibi beyaz şarabı
yudumlarken, batan güneşin kumları kırmızıya boyamasını seyretmek, daha sonra
mangalların üstünde ızgara olan etleri ve diğer yemekleri yemek, yemeğin üstüne
dansözün kıvrak figürlerini izlemek, en sonunda da nargile içerek, çölün
sessizliğini dinlemek ve gökyüzündeki yıldız tarlasını seyretmek insanı başka
boyutlara taşıyor. Ayrıca teknelerle açılacağınız Körfez’de, balık avlama ve
dalma zevkini de yaşayabilirsiniz.
Çölde
naneli çay
Çanatma
Paul Bowles ile Faslı yazar Driss Chraibi’nin kitaplarını atmıştım. İki kitapta
anlatılan öyküler, Fas’ın çeşitli kentlerinde geçiyordu. O öykülerde ülkeyle
ilgili ipuçları yakalamaya çalışıyordum. Anlatılanların kurmaca olduğunu
biliyordum, ama benim derdim öykü kahramanlarından çok, fondaki kentler,
sokaklar, mekanlardı.
Kulağıma
çalınanlara göre, bugünkü kentin yerinde XII. Yüzyılda Anfa adında bir Berberi
köyü varmış. Burası bir korsan yatağıymış. Köyün limanına saklanan korsan
gemileri, Hıristiyan tüccarlarına soluk aldırmıyorlarmış. Sonunda Portekiz
donanması, Anfa köyünü 1468 yılında yerle bir etmiş. Tüm korsanları hurma
ağaçlarında sallandırmış. 1515 yılında bölgeye dönen Portekizliler, burada Casa
Branca (Beyaz Ev) adında yeni bir köy kurmuşlar. Köy büyümüş, önce İspanyol
tüccarları, sonra Fransız bohemleri ve diğer Avrupalı maceraperestleri konuk
etmiş geçmişi böylesine Avrupalı olan Kazablanka, bugün Fas’ın en önemli liman
kentlerinden biri.
Akşam
yemeğinde Fas’ın milli yemekleri tajin ve kuskusla tanıştık.
İlk molayı
büyükçe bir vaha olan Agdz’de verdik. Yol kenarındaki bir kahvede, Faslıların
en gözde içeceği olan nane çayı içtim. Yeşil çay ve taze naneyle yapılan bu
çayın hazmettirici, ferahlatıcı olduğunu o kahvede öğrendim. Fas’ta geçerli dil
Fransızca olduğu için anlaşmakta zorlanıyordum. En büyük kentten, çölde yaşayan
Bedevilere kadar çoluk çocuk herkes akıcı bir Fransızca konuşuyordu.
Masal
şehir: Marakeş
Bütün bu
karmaşa beni kentin kalbi olan “Camiü’l-Fena” “Ölü Canlar” meydanına sürükledi.
Bir zamanlar mahkumların idam edildiği meydana gelince önce şaşırdım. Bir başka
zamana geçtiğimi, bir masalın içine düştüğümü sandım. Ben böyle bir manzarayı
hiçbir kentte, hiçbir ülkede, hiçbir filmde görmemiştim. Akıl almaz
görüntülerin tam ortasında kalmıştım.
Yılan
oynatanlar, diş çekenler, saç kesenler, yanık sesli şarkıcılar, çalgıcılar,
tefçiler, maymununu sırtınıza koymaya çalışanlar, dans edenler, ortaoyunu oynayanlar,
sihirbazlar, cambazlar, ateş yiyicileri, sokak kumarbazları, dövmeciler,
falcılar, masal anlatanlar, kına yakanlar, satıcılar, dilenciler, rengarenk
çarşaflarıyla kadınlar, cellabilerine sarılmış erkekler. Bu kargaşanın içinde
dolaşırken kendimi bir masal kahramanı gibi hissettim. Meydanın bir köşesine de
uzun masalar e sıralar konmuştu. Burası duman altı olmuş bir yerdi. Izgaralarda
şiş kebaplar sıralanmıştı. Kuyruğa girenlerin kimi tajin, kimi kuskus, kimi
humus, falafel alıyordu. En uzun kuyruk ise haşlanmış salyangoz satan tezgahın
önündeydi.
Yaşasın
Akdeniz
Roma için
dilek diledim
Oluklarından
kaynak suyunun aktığı bu muhteşem çeşmenin önündeki havuza, bir dilek dileyip
bozuk para atarsan dileğin gerçekleşiyormuş. Ben, üçüncü kez gelmeyi diledim.
Akşam
güneş batmaya yakın Navona Meydanı’na varmıştık. Tam ortada yer alan
Bernini’nin yaptığı “Dört Irmak Çeşmesi” ilk bakışta büyülemişti beni. Tuna,
Nil, Ganj ve Rio de la Plata’nın sularının akışını simgeleyen dört şaheser
heykeli görünce, Nedim’in çeşmelere olan aşkına hak vermiştim. Daha sonra bir
kahveye oturup, “campari”lerimizin eşliğinde meydandaki şenliği izlemeye
koyulmuştuk.
Akşam
yemeğini anlatmadan geçemeyeceğim sayın üstat. Hatırladığım kadarıyla küçük bir
lokantaya gitmiştik. Önden manda sütüyle yapılmış mozzarella peyniri yemiştim.
Ardından Güney İtalya’nın tütsülenmiş ünlü “proşitto”sunu, finalde de “spagetti
alle vongole con pesto leggero”yu mideye indirmiştim. Kırmızı şarabı ise
Toscana bölgesinden seçmiştim: “Cabreo İl Borgo”, Tenimenti Ruffino-1994” Büyük
bir olasılıkla senin Roma’da olduğun zamanlarda böyle lezzetli yemekler, hele
hele böylesine enfes şaraplar yoktu.
Ortaçağlı
Floransa
Kendime
yeni bir rota çizdim: Floransa, Pisa, Siena ve Roma.
Manzarayı
göz ucuyla izleyip, zeytinyağını, yakut kırmızısı şarabı, kalın kabuklu köy
ekmeğini, Toscana’nın ünlü salamlarını, jambonlarını, sucuklarını, peynirlerini
düşleyip ağzımı sulandırdım.
Kentin
sokakları diğer İtalya kentlerinde olduğu gibi daracıktı. Labirente benzeyen
gizemli geçitleri, küçük meydanları, taş duvarlı evleriyle Ortaçağlı bir
görünüm sunuyordu. Önce Duomo”yu (Floransa Katedrali) gezdim.
Signoria
Meydanı’nda, Cellini’nin bronz Perseus heykelini, Giambologna’nın tek bir
mermer blokundan yonttuğu Sabine kadınlarına Tecavüz adlı şaheserini,
Ammannati’nin su perileriyle çevrilmiş Neptün Çeşmesi’ni seyrederken kendimden
geçtim. Mermerin böylesine nasıl kıvrılıp büküldüğüne akıl sır erdiremedim.
Sanatçılar mermeri sanki ateşte ısıtmış, yumuşatmış, ondan sonra
şekillendirmişlerdi. Heykellerin canlı olduğuna yemin edebilirdim.
Vecchio
Sarayı’nın geniş salonlarında, gizli geçitlerinde dolaşırken, duvarlardaki
resimlere, fresklere, heykellere bakarken asırlar öncesi yaşamları
canlandırmaya çalıştım.
Dante
Alighieri’nin evi, dar bir sokakta karşıma çıktı. Evden çok buğday ambarını
andırıyordu. Soğuğa aldırmadan evlerden birinin merdivenlerine oturdum. Batı
edebiyatının en büyük ustalarından biri olan Dante bu sokakta büyümüş,
imparatorluk yanlısı Ghilbellinolara karşı bu sokakta mücadele geliştirmiş,
ünlü baladlarından bazılarını bu sokağa bakarak yazmış, en önemlisi güzeller
güzeli ilham perisi Beatrice’i burada tanımıştı.
Eski
hükümet binası Bargello’da, Michelangelo, Donatello, Giambologna ve Cellini’ye
ayrılmış salonlardaki heykel koleksiyonunu görmeden gitmek olmazdı. Veya Santa
Croce Kilisesi’nde Michelangelo ve Galilei’nin lahitlerini nasıl “es”
geçebilirdim. Galeria dell’Accademia’da, Michelangelo’nun ünlü Davud heykeline
bu kadar yaklaşmışken onu görmeden gidebilir miydim?
Floransa’da
beni en çok etkileyen eserlerden biri de Vecchio Köprüsü oldu. 1345 tarihinde
yapılan bu köprü.
Köprüyü
geçip, Pitti Sarayı’na gittim. Banker Luca Pitti tarafından 1457 yılında
Medicileri alt etmek için yaptırılan bu devasa sarayın salonlarında yarım
günümü harcadım. Daha sonra sarayın arkasında yer alan Boboli Bahçesi’nde,
Rönesans dönemi bahçe süslemesinin en güzel örnekleri arasında dolaşıp durdum.
Floransa –
Mini Rehber
Toscana’nın
tadı
Toscana
mutfağının baş malzemeleri zeytinyağı, domates, jambon, kuru fasulye ve salam.
Turistik restoranların dışında, gerçek Floransalıların yemek yediği yerlerde
klasik pizza ve makarna çeşitlerine rastlamak zor.
Ben en çok
kuru fasulye, lahana, çeşitli sebzeler ve otlarla yapılan bölgenin ünlü çorbası
“ribollita” yı sevdim. Eğer yolunuz Toscana’ya düşerse bu çorbanın tadına
bakmanızı hararetle öneririm. Damağımda iz bırakan diğer tatları şöyle
sıralayabilirim: “Pappardelle alla lepre” adı verilen tavşan etiyle yapılan
kalın erişte, enginar parçalarıyla pişirilmiş kemiksiz kuzu fırın, baharatlı
kalamar, şişte kızartılmış scarmorza peyniri, kırmızı şarapta pişirilmiş sığır
yahnisi, tereyağında sote edilmiş porçini mantarı, domates soslu tuzlu morina
balığı, taze domates, bol sarımsak ve ince kıyılmış enginarla tatlandırılmış
“spagetti alla cecco” aynı sosun içine kum midyesi katarak yapılan “spagetti
con le vongole” bütün bu yemeklerin üstüne “panforte” denen karanfil ve
tarçınla yapılan baharatlı keki veya badem ezmesi, portakal kabuğu rendesi ve
balla yapılan “ricciarelli”yi mutlaka yemek gerekiyor.
Yörenin
bağlarından damıtılan Chianti şaraplarıyla yıldızım bir türlü barışmadı.
Asitidesini yüksek bulurum. Damağımı tırmalamasından rahatsız olurum. Ama yine
bölge şaraplarından olan Brunello di Montalcino veya Vino Nobile di
Montepulciano’nun enfs tadını da inkar edemem.
Floransa’ya
gidecek olan yeme içme düşkünlerine ayrıca, San Lorenzo Sokağı’ndaki “Mercato
Centrale”e mutlaka uğramalarını, buranın birinci katındaki dükkanlarda satılan
peynirleri, şarküteri malzemelerini, etleri, av hayvanlarını görmelerini ve
tipik Toscana yemeği satan tezgahların arasında dolaşmalarını öneririm.
Dere tepe
Toscana
Fransa’nın
yetiştirdiği ünlü edebiyatçı Charles Baudelaire, yaşamı boyunca hep bir yerlere
gitmek istedi. Onda önüne geçilemez bir uzaklaşma tutkusu vardı. Bu tutkusunu
şöyle dillendirdi. “Neresi olursa olsun!... Yeter ki bu dünyanın dışında bir
yer olsun!... Baudelaire’e göre seyahat edenler birer “şair”di ve soylu bir
arayış içindeydiler. Onlar evlerinin dar sınırlarıyla yetinmiyor, başka
diyarların sınırlarını keşfetmek istiyor, duyguları bir umuda, oradan
umutsuzluğa, bir çocuksu idealizme, oradan da şüpheciliğe gidip geliyordu.
Baudelaire
hareket etme tutkusunu şu benzetmeyle anlatır. “Şu anda bulunmadğıım bir yerde
bulunursam daha iyi olacağım yanılsamasını yaşamışımdır hep; bu hareket etme
tutkusunu sonsuza dek ruhumda taşıyacağım…” Ben Baudelaire’in seyahat etme, yer
değiştirme tutksunu, mekanlar arasında mekik dokurken yaptığım okumalar
sırasında öğrendim. Onu tanıdıkça, “yer değiştirme, sabırsızlık, terk etme”
konularında onunla aynı duyguları paylaştığımı gördüm. “Kaçış nedenleri”min
çoğunun yanıtını, onun yaşamöyküsünde buldum. Onun rıhtımlara, limanlara, tren
istasyonlarına, trenlere, gemilere ve otel odalarına tıpkı benim gibi büyük bir
ilgi duyduğunu, bu mekanlarda kendini evindeymiş gibi rahat hissettiğini
öğrenmek bana huzur verdi.
Pisa’ya,
ünlü eğik kuleyi görmeye gidiyordum ama, önce Leonardo da Vinci’nin doğduğu
Vinci köyüne uğrayacaktım. Empoli’den otoyolu terk edip, okları takip etmeye
başladım. Kışın ortası olmasına rağmen etraf yeşermişti.
Leonardo,
15 nisan 1452’de köyün iki kilometre uzağındaki Anchiano’da, küçük bir evde
doğmuştu. Okları izleyip evi buldum. Yeşilliklerin (yazın gelincik tarlasının)
ortasındaki ev, taş duvarları ve birkaç küçük penceresiyle evden çok bir depoyu
andırıyordu.
Daha sonra
köyün merkezinde, XIII. Yüzyıldan kalma bir şatoda kurulan “Leonardo Müzesi’ni
gezdim. Bu müzede Leonardo’nun buluşlarının maketleri sergileniyordu. Maketler
sanatçının defterindeki çizimlerden yola çıkılıyorak yapılmıştı. Neler yoktu
ki; suüstünde yürümek için kayaklar, uçmak için kanatlar, makineli tüfekler,
kaldıraçlar, dokuma tezgahları, dalgıç giysileri, zırhlı bir tank. Hele bir
bisiklet maketi vardı ki, karşısından uzun süre ayrılamadım. Leonardo bundan
yaklaşık beş yüz yıl önce, bugünkü bisikletin aynısını tasarlamıştı. Bütün
maketler çalışır durumdaydı.
Duomo’yu
gezdikten sonra, ara sokakları arşınlayıp, yelpaze formunda yapılmış olan
Piazza del Campo’ya vardım.
Etrafı
saraylala çevrili olan meydanda, kimsesiz kahvelerden birine oturup, “Buralara
keşke ağustos ayında gelseydim” diye hayıflandım. Bir belgeselde bu meydanda
düzenlenen bir at yarışını izlemiştim. 16 ağustosta başlayan Palio
Festivali’nde yapılan bu yarışın kökeni 1283 yılına dayanıyordu. Toscana’nın on
yedi bölgesini temsil eden jokeyler, eyersiz atlarla meydanda yarışıyorlardı.
Bu festival sırasında Siena, tam bir Ortaçağ görünümüne bürünüyordu.
Toscana –
Mini Rehber
Ribollita
tarifi
Ribolita,
bir çeşit ekmekli sebze çorbası. Toscana mutfağının en ünlü ve vazgeçilmez bir
yemeği. Hem sağlıklı hem de besleyici. Gittiğim bir lokantanın aşçısından
aldığım tarifi sizinle paylaşıyorum. Afiyet olsun.
Malzemeler
(6 kişilik)
1 adet
büyükçe kırmızı soğan, 2 adet havuç, 1 adet kereviz sapı, 4 adet orta
büyüklükte patates, 10 adet küçük boy kabak, 300 gram kuru fasulye, 4 yaprak
karalahana, 1 adet pırasa, domates püresi, iki dilim bayat ekmek.
Yapılışı:
Bir gece
önceden suya koyduğunuz fasulyeyi kısık ateşte haşlayın. Derince ve geniş bir
tavanın içinde soğanları öldürün. Daha sonra lahana dışındaki sebzeleri
ekleyin. Sebzeler yeterince kavrulunca, üstlerini kapatacak kadar su koyun.
İnce ince doğradığınız karalahanayı da bu karışıma ekleyin. Tavanın kapağını
kapatıp, kısık ateşte bir saat pişirin. Daha sonra haşlanmış fasulyeleri koyup,
yeterli miktarda tuz ve biberi serpin, ara sıra karıştırarak yirmi dakika daha
kaynatın. Ateşin altını söndürünce, domates püresini ekleyip iyice karıştırın.
Derince bir güveç tenceresinin dibine bayat ekmek dilimlerini yerleştirin.
Pişirdiğiniz çorbayı bu ekmeklerin üstüne dökün. Yemeği bir gün dinlenmeye
bırakın. Ertesi gün yiyeceğiniz kadar miktarı başka bir tencerede ısıtıp servis
yapın.
Roma’da avare
günler
İtalya
gezimin son durağı olan Roma’ya doğru giderken, aklımda fikrimde hala Siena
vardı. İnsan neden başka bir ülkede gördüğü daracık sokaklardan böylesine
etkilenirdi? İnsan neden bir kente, sokakları kaldırım taşlı, evlerinin
pencereleri tahta kepenkli diye aşık olurdu? Küçük ve önemsiz ayrıntılar bende
hep böylesine derin duygulara yol açıyordu.
Via
Condotti üstündeki “Cafe Greco”ya girdim. Masaya oturmadan önce, 1760 yılında
yapılan bu kafenin müzeyi anımsatan duvarlarındaki resimlere baktım. Bir masaya
ilişip kahvemi içerken, buraya gelen ünlüleri düşündüm. Kimler burada kahve
içip pasta yememişti ki: Keats, Byron, Goethe gibi yazarlar, Wagner, Listz gibi
bestekarlar, Casanova gibi aşk avcıları.
Roma’daki
en çok vaktimi Sistina Şapeli’nde geçirdim. Dev duvarları Michelangelo,
Perugaino, Botticelli gibi XV. Ve XVI.yüzyılların en ünlü sanatçıları
tarafından süslenen şapeldeki eserleri seyretmeye yine doyamadım. Özellikle
Michelangelo’nun son yapıtlarından biri olan Kıyamet Günü tablosunun
karşısından, her seferinde olduğu gibi yine ayrılamadım.
Aşkın
bulunduğu liman
Öğle
yemeğimizi yiyeceğimiz da evine tırmanıyorduk. (Mönü: krema soslu taze lazanya,
şarap soslu dağ tavşanı yahnisi, beş çeşit peynir, konyaklı meyve tatlısı.)
Yemek koyu bir espresso kahve ve oldukça sert “grappa”yla sona ermişti.
Fesleğen
ve sarımsak kokan dağ evini terk ettiğimizde, hazzın doruk noktalarında
dolaştığımı hissetmiştim.
Akşam
yemeği için yine deniz kıyısında, küçük bir lokantaya gitmiştik. Burada da tüm
İtalyan lokantalarında olduğu gibi etrafa fesleğen, sarımsak ve zeytinyağı
kokusu sinmişti. Yaşlıca bir müzisyen, bir köşede napoliten çalıyordu. Yemek
için önden “pesto genovese” ısmarlamıştım. (Tarif: servis tabağı büyüklüğünde
iki dilim taze lazanya suda haşlanıyor. Üstüne, fesleğen, dövülmüş dolmalık
fıstık ve ceviz, rendelenmiş koyun peyniri, parmesan, zeytinyağı, sarımsak ve
karabiber karışımından oluşan sos dökülüyordu.) ikinci yemek olarak peynirli
patlıcan istemiştim. (Tarif: uzunlamasına dilimlenmiş bostan patlıcanları
zeytinyağında hafifçe kızartıldıktan sonra bir tepsiye diziliyor. Patlıcanların
üstüne dilim dilim rakle peyniri konuyor. Onun üstü yine patlıcan dilimleriyle
kapatılıyor. Bu peynirli patlıcan böreği, üstüne sarımsak soslu rende domates
döküldükten sonra fırında yarım saat pişiriliyor.) Bu yemeklerin yanında leziz
kırmızı şaraplar içip, geceyi yine grappayla noktalamıştık. Nedense ben de
bütün İtalyanlar gibi, bu sert içkinin hazımda mideme yardımcı olacağına
inanmıştım.
Akşam
yemeği için iskelenin üstündeki bir lokantaya gitmiştik. (Deniz mahsulleri
soslu kuşkonmaz, midyeli rizotto ve meyve salatası) San Margherita’ya dönmeden
önce elime bir kadeh armanyak alıp, koya bakarak son kez Ifound my love in
Portofino dizelerini mırıldanmıştım.
Nice’te
avare günler
Lavanta,
zeytinyağı, kekik, fesleğen, şebboy ve diğer kokuları koklaya koklaya çevrede
dolaştım. Bir iki kare fotoğraf çektim. Sonra biraz ilerideki küçük meydanda
bir kahveye oturup, kalabalığı uzaktan izledim.
Yağmur
kenti yıkadıktan sonra alıp başını gitmişti. Espresso kahvenin yanına bir tek
konyak ısmarladım. Konyağın da yardımıyla önce bakışlarıma çekidüzen verdim,
sonra dudaklarıma bir gülümseme oturttum. Keyif eğrim iyice yükselmeye
başlayınca da, melodisi belli olmayan bir ıslık tutturdum.
Önden beyaz
şarap eşliğinde iki adet sardalye dolması yedim. Ardından güveçte morina balığı
istedim. Ev yapımı ekmeği, balığın porto şarabıyla tatlandırılmış olağanüstü
lezzetli suyuna bana bana yemeği bitirdim. Kahveyi güzel bir armanyakla
taçlandırdıktan sonra dudaklarımda bir ıslık, yalpa vura vura otele doğru
yürümeye başladım.
Lavanta,
yasemin, mimoza ve gül bahçeleriyle çevrili parfüm dünyasının merkezi Grasse’e
gittim.
Ve kendime
nefis bir ziyafet çektim: kremalı denizkestanesi, ançuez soslu barbunya tava,
küçük bir porsiyon mürekkepbalıklı pilav, finalde balda kızarmış şeftali. Tabii
birkaç bardak da Bordeaux bağlarından elde edilmiş kırmızı şarap.
Krallar
Vadisi’nin şatoları
Fransa
denince çoğu gezginin aklına önce Paris gelir. Sonra biraz Nice, biraz Marsilya
hatırlanır. Yeme içme düşkünleri için ise listeye Perigord, Bordeaux ve Lyon
girer. Aslında Fransa’nın gezilmesi, bilinmesi gereken bir başka yüzü de Loire
Nehri’nin suladığı bereketli bölgedir. Fransızlar buraya “Krallar Vadisi” adını
takmış ve Fransa tarihi burada yazılmış, en görkemli şatolar burada yapılmış.
En güzel, en temiz, en mükemmel Fransızcanın burada konuşulduğu söylenir. Onun
için birçok masal buradan doğmuş, birçok ünlü yazar önemli eserlerini burada
yaratmış.
Rönesans
mimarisinin en önemli örneklerinden biri olan şato, gerçekten de görkemliydi.
Salonun tam ortasından terasa kadar yükselen spiral merdiveni, Kral
I.François’nın davetlisi olarak bölgeye gelen Leonardo da Vinci tasarlamış.
Şatonun 440 odası var, her odada da dev bir şömine bulunuyor.
Chambord’dan
sonra yine ormanların, tarlaların, bahçelerin aralarından döne dolaşa Cheverny
Şatosu’na vardık. Ağaçların arasına gizlenmiş şatonun beni en çok etkileyen
yeri, iki bin geyik boynuzunun sergilendiği av odası oldu.
Çizgi
roman kahramanı Tenten’in yaratıcısı Belçikalı Georges Remi Herge, bölgese
yaptığı bir gezi sırasında Cheverny Şatosu’na hayran kalmış, zaten bazı
maceralarında da çizgi kahramanlarını bu şatoda koşturup durmuştu.
Akşam
yemeği için gittiğimiz “Au Plaisir Gourmand”da, öne birer şampanyayla midemizin
isyanını bastırdık. Sonra da mönüden lezzetli seçimler yaptık. Benim o akşam ne
yediğimi merak ederseniz: başlangıç olarak, yeşil sebzeler eşliğinde kaz
ciğeriyle doldurulmuş yavru dişi ördek rulosu; ana yemekte, yanında bütün
olarak sote edilmiş maydanozlu küçük patatesler eşliğinde elmalı sülün göğsü.
Tatlı olarak altüst edilmiş elmalı tart. Finalde de taze ve yıllanmış keçi
peyniri. Bu lezzetli yemekler, bölge bağlarından damıtılmış kırmızı şarabın
eşlik ettiğni söylememe gerek var mı! Söz şaraptan açılmışken; Loire Vadisi’nde
üretilen Cabarnet Frac üzümünden yapılan şaraplar, daha güneydeki Bordeaux
bölgesi şarapları gibi gövdeli değildi. Daha az tanenli, daha hafifti. Av ve
kümes hayvanlarıyla iyi uyum sağlıyordu.
Vilaine ve
Loire nehirlerinin kucaklaştığı köşede, kasabaya tepeden bakan bir başka şatoya
tırmandık. XV.yüzyılda inşa edilen Montsoreau Şatosu da Fransız edebiyatına
konu olmuştu. Ünlü yazar Alexandre Dumas Monsoreaulu Kadın adlı romanında, bu
şatonun kontesi güzel Fronçoise’nin hazin aşk hikayesini anlatır.
Öğle
yemeğini yol üstündeki bir kasaba lokantasında geçiştirdik: Patatesli
ısırganotu çorbası, ayva marmeladı eşliğinde yabanördeği, armutlu tart ve
peynir tabağı.
Az gittik
uz gittik sonunda günün son durağı Fontevraud Manastırı’na vardık. Burası
ülkenin en kutsal sığınaklarından biriydi. Keşişler, rahibeler, hastalar,
cüzamlılar, pişmanlık duyan günahkarlar burada dertlerine çare arıyorlardı.
Kral XV.Louis kurtulmak istediği dört kızını buraya kapatmış. Kral II.Henry ile
Aslan Yürekli Richard’ın mezarları da buradaydı.
Akşam
yemeğini ısmarladım: kaz ciğeri, kestane çorbası, enginar, yabanihavuç, lahana,
şalgam ve pırasayla yapılmış IV.Henry’nin tavuklu türlüsü, Markiz de
Goulaine’in cheescake’i.
Köylerni,
tarlaların arasından geçip Lerne Köyü’ne vardık. İçin için heyecanlanıyordum.
Çünkü XV.yüzyılın önemli yazarlarından biri olan Rebalais’in doğduğu ve ünlü
eseri Gargantua’yı yazdığı evi görecektim.
Bu kişi
ünlü Honore de Balzac’dı. Yazarın en verimli dömenide yaşadığı Sache Şatosu,
diğerlerine nazaran oldukça küçüktü. Balzac, bu şatodaki en manzaralı odayı
kendisine ayırmıştı. Çalışırken keşişleri andıran beyaz bir gecelik giyen
Balzac, pencere kıyısındaki masasına oturuyor, kaz tüyü kalemiyle hiç ara vermeden
14-16 saat yazı yazıyordu. Bu süre içinde de durmadan kahve içiyordu. Daha
sonra da iki tekerlekli arabasına binip, çevrede tur atıyordu. Balzac, ünlü
romanları Goriot Baba ile Vadideki Zambak’ı burada yazmıştı. Çevrenin
görüntüsünü ise birçok romanında kullanmıştı.
Sırada bu
sefer “Azay le Rideau” Şatosu vardı. Burası Loire Vadisi’ndeki en çekici ve en
kadınsı şatoydu. Indre Nehri’ne yansıyan görüntü, oda ve salonlardaki muhteşem
şömineleriyle insanı kedine aşık ediyordu. Duvarları süsleyen dev tapesterilerin
(duvar halıları) üstündeki tablo benzeri görüntülerde, o dönemin yaşantısı
hakkında birçok ipucu yakalamak mümkündü.
Döndük,
dolaştık, sorduk soruşturduk ve yemek yiyeceğimiz yeri bulduk: “L’etape
Gourmande”. Burası küçük bir çiftlikti. Şömine yemek salonun ısıtmıştı.
Yemekleri beklerken önden birer kadeh soğuk “Sancerre” istedim. Bölgede
üretilen bu şarap, dünyanın en lezzetli beyazları arasında yer alıyordu.
Yemekte başlangıç için, pesto ve pancar soslu taze keçi peyniri ısmarladım.
Bölgenin mantarlarını tadına bakmak için küçük bir porsiyon Galipettes’i de
(kömürde mantar) ihmal etmedim. Ana yemket ise Chinon’un hafif, berrak,
meyvemsi ve serin kırmızı şarabı eşliğinde ilikli sığır eti yedim. Frenküzümlü
tartla da yemeğe noktayı koydum.
Sırada Jardins
de Villandry vardı. XVI.yüzyıl mimarisinin en güzel örneği olan Villandry,
vadide yapılan son büyük Rönesans şatosuydu. Bahçe, mutfak bahçesi, süslü bahçe
ve su bahçesi olmak üzere üç kattan oluşuyordu. Sebze bahçesinde, her bitkinin
tarihi ve neye iyi geldiği levhalara yazılmıştı. Örneğin kabağın sarhoşluğa,
yenibaharın ise sindirime iyi geldiğini ben orada öğrendim.
Kısa
moladan sonra önce Uyuyan Güzel masalına esin kaynağı olan Usse Şatosu’na
gittik. Şatonun küf kokan odalarındaki “Uyuyan Güzel” düzenlemesini görünce
hayal kırıklığına uğradım.
Vadideki
son akşam yemeğimi deniz mahsullerine ayırdım: marul, suteresi, pırasayla
yapılmış tarak salatası, harcına yılanbalığı ve ançuez eklenmiş sazan balığı
köftesi, dondurma eşliğinde taze çilek. Yemeğin yanına ise bölgenin ünlü beyaz
şaraplarından istedim: başlangıç için Sancerre, sonra Pouilly Füme ve Muscadet.
İlk olarak
romantik bir zevk sarayı olan Chenoncea’ya gittik. Cher Nehri’nin iki yakası
arasında uzanan şato, bir dizi kemerin üstüne inşa edilmişti. Şato hep
kadınların elinde biçimlenmişti. İlk sahibesi Catherine Briçonnet ilk bölümü
yaptırmıştı. II.Henri’nin güzeller güzeli metresi Diane de Poitiers bahçeler
ile nehrin üstündeki kemerleri ekletmişti. Kralın karısı Catherine de Medici
köprüyü galeriye çevirtmişti. III.Henri’nin yaslı karısı Louise de Larine,
tavanı matem rengi olan siyaha boyatmıştı. Madam Duphin yıkılmaktan kurtarmış,
son sahibesi Madam Pelouze ise restore ettirmişti. Şato böylesine kadınların
gözbebeği olan bir şatoydu. Daha sonra Amboise kentine gidip Leonardo da
Vinci’nin üç yıl yaşadığı ve öldüğü Le Clos Luce’yi gezdik. Vinci Müzesi’ne
dönüştürülen evin duvarlarına ünlü sanatçının özdeyişleri asılmıştı. Bunlardan
bir tanesi, sanki bu güler yüzlü vadinin sırrını ele veriyordu: “İnanıyorum ki
insandaki mutluluk, iyi şarabın bulunduğu yerde başlar.” Sonra kralların konutu
Amboise Şatosu’na gidip Vinci’nin mezarını ziyaret ettik.
Venedik:
Avrupa’nın misafir odası
Gondoldan
San Marco Meydanı’nda indim. İskeyele koşturup Lido Adası’na giden vapura
bindim. Niyetim bu son günde, ünlü adanın kumsalında bir banka oturup,
Venedik’te Ölüm’ü bir kez daha okumak, o müthiş, imkansız aşkı anımsamak ve
veba salgınını düşünüp hüzünlenmekti. Her zaman yaptığım gibi, romanda
anlatılan mekanlarda dolaşıp, romanı yaşamanın hazzını bir kez daha tattım.
Venedik,
labirent sokakları, yeşil sulu kanalları, gondolları vaporettaları, pastel
renkli evleri, muhteşem sarayları, ünlü karnavalı, film festivaliyle büyüleyici
bir kentti. Ondaki kadınsı çekicilik, görenleri kendisine hemen aşık ediyordu.
İnsan Venedik’in perdeye yansıtılmış bir fantezi olmadığına, bir gerçek
olduğuna kolay kolay inanamıyordu.
Yemeli
içmeli İspanya
Lerma
kasabası, daracık sokakları, ferforje korkuluklu balkonları, tahta kepenkli
pencereleri, yosun tutmuş oluklu kiremitle kaplı damlarıyla bana İtalya’nın
Siena kentini hatırlattı. Bir yokuş indim, bir yokuş çıktım, iki ara sokağa
saptım ve kasabayı bitirdim.
Ertesi gün
daha kuzeye, İspanya’nın ünlü şarap bölgesi Rioja’ya doğru yol aldık. Logrono
kentinde Casa Chuchi adlı bir restoranın önünde durduk. Jambon tabağı, haşlanıp
zeytinyağına yatırılmış taze kuşkonmaz, jambonlu küçük enginar, haşlandıktan
sonra zeytinyağıyla tatlandırılan nohutlu taze fasulye, mürekkepbalığı
mürekkebiyle yapılmış sosun içine kalamarlı kabak kalye, kuzu uykuluğu tavası,
mezgit türü bir balık.
Del
Castello alanına çıktım. Niyetim Hemingway’in Güneş de Doğar adlı kitabını onun
oturduğu kahvede okumaktı. Boğa güreşlerini seyretmek için Pamplona’ya gelen
ünlü yazar, burayı ballandıra ballandıra anlatmıştı. Meydanın bir köşesindeki
kahveye oturdum. Karşımda pembe badanalı Hotel La Perla duruyordu. Burası
ünlülerin uğrak yeriydi. Hemingway’den başka Orson Welles, Ava Gardner,
Charlton Heston, Deborah Kerr, Arthur Miller burada kalmış, bu meydanda
dolaşmış, bu kahvelerden birinde oturup içkilerini yudumlamıştı.
Bir kültür
merkezinin üst katındaki modern bir restorana –Summa- gidip, modern mutfağın
küçültülmüş porsiyonlarıyla karnımı doyurdum: mantar aromalı dana krep, deniz
mahsulleriyle kuşkonmaz, kremalı deniz midyesi, saçta deniz levreği filetosu,
sıcak çikolatalı dondurma. Oradan bir koşu son şaraphane olan Senorio De
Sarria’ya gidip bölge şaraplarının tadına baktık.
Kaşiflerin
kenti Lizbon
Portekizli
ünlü yazar Saramago’nun İsa’ya Göre İncil adlı kitabını okumaya koyuldum. Önce,
Portekiz’in denizler hakimi soylu bir ulus olduğunu söyledi. Sonra Bartolomeu
Dias’tan bahsetti. Ümit Burnu’nu ilk kez gemiyle dolaşan bu cesur gemiciyi
tanıyıp tanımadığını sordu. Yanıtımı beklemeden Hindistan’ı bulan Vasco da
Gama’nın da Portekizli olduğunu belirtti. Sonra diğer kaşiflerden bahsetti.
Yaşlı şoför, benimle konuşmuyor, ülkesinin sanını Avrupa’ya ve bütün dünyaya
haykırıyordu sanki. Beni kalacağım Hotel Mundial’ın önünde indirirken, “Bütün
okyanuslarda Portekizli cesur denizcilerin ruhlarının dolaştığını sakın
aklından çıkarma” dedi ve mutlu bir şekilde uzaklaştı.
Lizbon da
tıpkı İstanbul gibi tam yedi tepenin üstüne kurulmuştu. Onun için kenti
keşfetmek biraz yoruyordu insanı.
Lizbon’da
en sevdiğim semtlerden biri de, Baixa’ya tepeden bakan ve tarihi XVI. Yüzyıla
dayanan Bairro Alto oldu. Buranın kaldırım taşlarıyla kaplı sokakları, iki
insanın kol kola yürümekte zorlanacağı kadar dardı. Evlerin çoğu eskiydi.
Seramik kaplamaları dökülmüş duvarlara yazılar yazılmıştı. Balkonlarda
rengarenk çamaşırlar, okyanustan gelen rüzgarla oynaşıyorlardı. Her evin
altında küçük bir işyeri vardı. Bunlar ya bir bakkal, ya bir butik, hediyelik
eşya satan dükkan, kahve, bar, fado kulübü veya üç beş masalı küçük bir
lokantaydı. Aslında kentin en önemli lokantaları buradaydı. Onun için çoğu
akşamlarımı, bu semtin daracık sokaklarında adres aramakla geçirdim.
Baixa’ya
yukarıdan bakan bir başka tepede de Alfama semti yer alıyordu. Oraya çıkmak
için yürümeyi göze alamadım. Tek vagonlu, eski, kırmızı bir tramvayın
tıkırtısıyla tırmandım. Tepenin zirvesindeki Sao Jorge Kalesi’nin burçlarınan
Lizbon’u seyrettim. Buradan kentin büyük bir bölümünü görmek mümkündü.
Lizbon’un kırmızı kiremitli çatıları, fotoğrafçılara en güzel pozlarını buradan
veriyorlardı.
Sonra
dolambaçlı dar sokaklardan, döne döne aşağıya doğru inmeye başladım. Sokakların
arasına daldıkça, Lizbon’un geçmişine doğru gittiğimi sandım. Yorgun
denizcilerin, sarhoş balıkçıların, tüccarların bu evlerde yaşadığı yıllarda
geziniyordum sanki. Ön duvarları çiçek desenli seramiklerle kaplı evlerin
pencere kıyılarına sıralanmış sardunyalarıyla, pencere demirlerine sarılmış
begonvilleriyle, iki balkon arasına gerilmiş iplerde sallanan çamaşırlarıyla, duvarlardaki
kutulara hapsedilmiş aziz heykelcikleriyle Alfama sokakları, gerçek Lizbon’u
gözler önüne seriyordu.
İber
Yarımadası’nda, İspanya ile okyanus arasına sıkışıp kaldığı için her fırsatta
denize açılıp kendine (ve dünyaya) yeni topraklar keşfetmiş olan Portekiz’in
başkenti Lizbon bir solukta bitecek kentlerden değil. Onu anlayabilmek için,
yaşamak, tatmak, solumak ve hazmetmek gerekiyor.
Tajo
Irmağı’na yaslanmış olan Belem, kentin, belki de dünyanın en önemli
semtlerinden biriydi. Çünkü dünyanın birçok yeri, bu limandan yola çıkan cesur
denizciler tarafından bulunmuştu. Onun için bu semt, beni Portekiz’in en
gururlu günlerine götürdü.
XV.yüzyılın
ortasından XVI. Yüzyılın sonuna kadar Portekiz, okyanusları aşan cesur ve öncü
bir ülkeydi. Portekizliler, Atlas Okyanusu’na açılan ilk Avrupalılardı.
Ekvatoru geçen, Ümit Burnu’nu dolanan, Hindistan’a denizyoluyla Batı’dan ilk
ulaşanlar da onlardı. Çin’le ticarete girişen ilk Batılılar ve Kaptan Cook’tan
iki yüzyıl önce Avustralya’yı ilk görenler yine onlardı. Güney Amerika kıtasına
ilk ayak basan Batılılar Portekizliler oldu. Brezilya’yı da onlar keşfetti.
Fernando
de Magallenes adlı bir Portekizli, 1519-1522 yılları arasında dünyanın etrafını
denizden dolaştı. Labradr Yarımadası, yine Portekizli bir çiftçi yani
“lavrador” Joao Fernandes tarafından bulundu. Newfoundland ve Greenland’de önce
Portekiz bayrağı dalgalandı. Adam Smith, Amerika’nın keşfini ve Ümit Burnu’nun
geçilerek Doğu Hindistan’a ulaşılmasını, “insanlık tarihinin kaydettiği en
büyük ve en önemli olay” diye nitelemişti. Bu büyük tutkuların acısı da bir o
kadar büyük olmuştu. XVII. Yüzyılda bir rahip denizin yuttuğu yüzlerce
Portekizliyi kastederek, “Tanrı Portekizlilere küçük bir ülke verdi ama bütün
dünyayı onlara mezar yaptı” demişti. Şair Miranda da bir şiirinde, “Bir kimyon
kokusu için halkını yitirdi kralık” diye yazmıştı.
Belem’de
önce Jeronimos Manastırı’na uğradım. Yapımına 1501 yılında başlanan görkemli
manastır, ülkesinin üç gurur kaynağın bağrına basmıştı. Ünlü kaşif Vasco da
Gamma, ünlü şairler Luis de Camos ve Fernando Pesseoa’nın mezarları bu
manastırdaydı.
Sonra
parkın güneşli patikalarından geçip kıyıdaki “Keşiifler Anıtı”na gittim. 1960
yılında Gemici Henrique’in 500.ölüm yılı dolayısıyla yaptırılan anıt, bir
yelkenli gemiyi (karavela) andırıyordu. Teknenin ucunda, elinde küçük bir
yelkenliye Gemici Henrique duruyordu. Gözlerini okyanusun uzaklarına dikmişti.
Arkasında ise V.Alfanso, Gaspar Corta Real, Diogo de Silves, Gil Eanes, Diogo
Gomes, Pedro Alveres Cabral, Diogo Cao, Bartolomeu Dias, Macellan ve Vasco da
Gamma ile din ve bilim adamları sıralanmıştı. Dünyayı keşfeden bu ünlü
denizciler, taştan tekneni pruvasında buluşmuş, rüzgarın yelkenleri şişirmesini
bekliyorlardı sanki.
Lizbon’un
kaşifleri, sokakları, meydanları kadar anlatılması gerekli bir başka değeri de
fadoydu. Gecelerimin çoğunda, bir fado kulübünde oturup kedere ve alın yazısına
ağıtlar döken o yanık sesleri dinledim. Hüznümü daha da köpürtmek için, masamda
Porto şarabının tatlı-sert tadıyla dolu kadehi hiç eksik etmedim. Kimine göre
fado, sevgililerini veya eşlerini denize uğurlayan kadınların, onların geri
dönmemesi üzerine rıhtımda, denize karşı yaktıkları ağıttı. Bu nedenle fadoda
acı, hüzün, özlem, aşk vardı. Kimine göre bu yanık şarkılar Brezilya, kimine göreyse
Afrika kaynaklıydı. Kimileri ise fadonun gemilerde, aylarca süren seferlerde
ortaya çıktığını öne sürüyorlardı. Kim ne derse desin, gecenin ilerleyen
saatlerinde kah Chiado’nun, kah Bairro Alto’nun, kah Alfama’nın daracık,
geçmişten gelen sokaklarındaki fado kulüplerinde, kayıp denizcilerin ruhlarıyla
birlikte, fado sanatçılarına kadeh kaldırmaktan çok hoşlandım.
Kentin
lezzeti
Öğünlerdeki
yeme alışkanlıklarını şöyle özetlemek mümkün: Kahvaltının değişmez malzemeleri
kahve, tereyağlı ekmek, peynir ve salam. Kırsal kesimde ise kalınca bir dilim
ekmek ile çorba, en rağbet edilen kahvaltı türü. Biraz varlıklılar kahvaltıda
bir iki bardak şarap içmeyi ihmal etmiyorlar. Öğleye doğru bir pastanede, bir
kahve ve küçük bir tatlıyla midenin isyanı bastırılıyor. Öğle yemeği günün en
önemli öğününü oluşturuyor. En az 1,5 saat süren bu öğün, kalın dilimlenmiş
kalın kabuklu ekmek, birkaç dilim peynir ve zeytinle başlıyor. Ardından çorba
içiliyor, sonra ana yemeğe geçiliyor. Ana yemek genellikle yanında patates veya
pilavla servis edilen balık veya etten oluşuyor. Tabii ki bu yemeğe bol
miktarda şarap eşlik ediyor. Tüm bunları hazmedebilmek için de birkaç küçük
kadeh, boğazı alev alev yakan sert hazmettirci ihmal edilmiyor. Akşam
yemeklerinde de aynı şeyler yeniyor. Sadece başlangıçta peynir ve zeytinin
yanına, kurutulmuş et ve kurutulmuş morina balığı ilave ediliyor.
Eğer günün
birinde Lizbon’a giderseniz, şu yemekleri tatmadan dönmemenizi öneririm:
Bacalhau (kurutulmuş tuzlu morina balığı, tam 365 çeşit yemeği yapılıyor),
ızgara sardalye, caldo verde (lahana ve patatesle yapılan yeşil çorba), sucuk
ve kırmızı şarapla pişmiş kuru fasulye ve nohut (yanında pilavla), caldeirada
de peixe (balık yahnisi), javeli presunto (yabandomuzlu proşüttosu), arroz de
linguiça (sosisli pilav), sopa de caçao (ekmekli köpekbalığı çorbası), ızgara
bifes de atum (tuna bonfile). Sadece yumurta sarısıyla yapılan Encharcada adlı
tatlıyı da mutlaka tatmalısınız.
Lizbon bir
pastaneler kenti. Lizbonlular günün herhangi bir saatinde bu pastanelere girip
ortadaki tezgahın etrafında, ayakta bir fincan kahve eşliğinde mutlaka ülkenin
ulusal tatlısı “pastais de nata”yı yiyorlar.
Lizbon’dan
dönerken güzel bir Porto şarabı (en az 25 yıllık) ve Portekiz’in ünlü peyniri
Rabaçal’dan küçük bir tekerlek almanızı öneririm.
Avrupa’dan
İsviçre:
kurallı güzel
Sonra bir
hızla Friburg Kantonu’nun güneyinde, Bern Alpleri’nin arasına sıkışmış olan
peynir diyarı Gruyere’e gittik. Yani bildiğiniz Gravyer peynirinin doğum
yerine. Burası bir tepenin zirvesinde küçük bir köydü.
Eve doğru
dönerken, kar Alpler’in zirvelerine beyaz örtülerini sermeye başlamıştı.
İsviçre gezim, tam Erhan’ın dediği gibi gerçekleşmişti: Çikolata, şarap,
şarküteri, fondü, rakle ve tablo benzeri manzaralar.
Bir
solukta Almanya
Bremen
deyince benim aklıma hemen “Bremen Mızıkacıları” geliyordu. Kent bundan
yaklaşık bin iki yüz yıl önce kurulmuştu. Kurucusu ise Roma-Germen İmparatoru
Charlemagne’dı. Weser Nehri’nin kıyısında yer alan Bremen, Kuzey Denizi’nde 70
kilometre içeride olmasına rağmen Almanya’nın en önemli limanıydı. Her ne kadar
Hamburglular bu özelliğinden dolayı küçümsese de Bremen, derinleştirilmiş Weser
Nehri’nin kıyısındaki limanından, ülkenin genel mal trafiğinin yüzde 35’ini
gerçekleştirmekle övünç duyuyordu.
Tarihi bu
kadar eskilere dayanan bu kenti, bir öğleden sonraya sıkıştıramazdım.
Altbstadt’ta (eski şehir) daracık sokakları gezinmekle yetindim. Pitoresk
evleri, XI.yüzyıldan kalma katedrali, cephesi Rönesans üslubunda yapılmış gotik
belediye binasını, ikinci Dünya Savaş’nda, İngiliz uçaklarının attığı
bombalarla yerle bir olan, daha sonra eski görünümünde inşa edilen yapıların
çevresinde dolaştım durdum. Bir koşu gittiğim Bürgenpark’ta, ormangüllerinin
ateş kırmızısı çiçeklerin seyrettim.
Eski
şehirde en çok ilgimi Viktualien Market çekti. Yan yana sıralanmış küçücük
dükkanlarda, Bavyera’nın tüm lezzetlerini tatmak mümkündü.
Chiemsee
kentinin istasyonunda yüz yıllık bir trene binip, göl kıyısına gittim. Göl
üstünde sefer yapan 1926 yapımı bir vapurla, önce Herreninsel Adası’na
(Erkekler Adası) geçtim. Rehberim adanın, bir zamanlar piskoposluk merkezi
olduğunu, Benedikten manastırındaki rahipler nedeniyle buraya “Erkekler Adası”
adı verildiğini anlattı. Fransa’daki ünlü Versailles Sarayı’na öykünerek
yapılmış olan Bavyera Kraliyet Şatosu’nu ve ucu bucağı görülmeyen bahçeleri gezdim.
Gölün
üstündeki ikinci adanın adı Fraueninsel’di (Kadınlar Adası). Bir zamanlar
burada bulunan Benedikten rahibe manastırı nedeniyle, bu adada sadece kadınlar
yaşamıştı. Birkaç kulaç ötedeki erkekler adası ile kadınlar adası arasında
neler olup bittiğini, gizli kapaklı kalmış maceraları düşlemeye çalıştım. Şimdi
her iki cinse de açık olan adanın çiçeklerle süslenmiş evlerine hayran kaldım.
Öğle yemeğinde, tahta çubuklara geçirilip, ateşin kenarına sıralanarak
pişirilen göl balıklarının tadına baktım. Gölün üstündeki Krautinsel (Ot Adası)
adlı üçüncü adaya ise uğramadan dönüş yoluna geçtim.
Kentlerin
prensi Slazburg
Salzach
Nehri kenti ikiye bölüyordu. Eski kent, kalenin eteklerinde kurulmuştu. Kentten
daha çok bir dini merkezdi. Worms piskoposu Rupert, Salzburg’un ilk kurucusu
olarak tarih kitaplarında yerini aldı. Kalenin mazgallarından seyrettiğim
kenti, Prag’a benzettim. Barok tarzı, açık sarı, pembe uçuk yeşil badanalı
evlerde, nehrin üstündeki kentin iki yakasını birbirine bağlayan köprülerle, aşık
olduğum kentlerden iri olan Prag’ı anımsatıyordu.
Sonra
kaleden inip, dar sokaklara saptım. Ve Getreidegasse’de, 9 numaralı evin
önündeki kalabalığın yaptığı gibi, kapının önünde durup, sarı boyalı evi uzun
uzun inceledim. Çünkü müzik dâhisi Mozart, ilk nefesini burada almış, ilk gün
ışığını burada görmüştü. 27 ocak 1756’da Leopold ve Anna Maria’nın oğlu olarak
dünyaya gelen Johann Chrysostomus Wolfgang Theophilus’un ve kısaca Amadeus’un
daha sonraları koşuşturduğu merdivenleri çıktım, onun tuttuğu tırabzanlara
dokundum.
Mozart’a
bu ikinci yaklaşışımdı. Birincisinde, Prag’da bir süre kaldığı, şimdi müze olan
eve gitmiş, bekçinin odayı terk etmesini fırsat bilip, çaldığı piyanonun
tuşlarına dokunmuştum. Şimdi de çocukluk çağlarında bastığı taşlara basıp,
koşuşturduğu sokaklarda dolaşıyordum.
Daha sonra
Salzach Nehri’nin öte yakasına geçip, Makart Meydanı’ndaki diğer eve gittim. Mozart
ailesi, ilk evlerine sığmadıkları için buraya taşınmışlardı. Bu ev
Tanzmeisterhaus (Dans eden ustanın evi) olarak tanınıyordu. Evin ilk
sahiplerinden olan Franz Karl Gottlieb Speckner, tanınmış bir dans hocasıydı ve
o zamanlar dans hocalığı çok önemli bir görevdi. Speckner, evinin salonlarında
genç aristokratlara dans dersleri veriyor ve onları sarayın karmaşık seremonileri
için hazırlıyordu.
Viyana’da
vals zamanı
Lokantada,
benimle birlikte gelen birkaç arkadaşım dışında kimsecikler yoktur. Strauss’un
besteleri eşliğinde, onun sevdiği yemekleri yedim: patates çorbası, patates
garnili kuzu külbastı, peynir tatlısı.
Tabii ki
Johann Strauss’u da ihmal etmedim. Örneğin bu ünlü adamın, en çok patates
sevdiğini hiçbir ansiklopedide bulamazsınız. Ancak benim gibi, üç öğün
“Strauss’un sevdiği yemekler”i yiyerek öğrenebilirsiniz. Şaka bir yana, Çingene
Baron, Mavi Tuna gibi ünlü besteleri yapmış, balo salonlarında bütün dünyayı
fır fır döndürmüş bu ünlü müzisyenin müziğinin tınılarını, sözcüklerle
anlatacak kadar kalemşor değilim.
Viyana,
birkaç gün, her türlü telaştan uzakta tatil yapmak isteyenler için ideal bir
kent. Hele klasik müziğe düşkünlüğünüz varsa baharda veya yaz aylarında
Viyana’ya gitmeyi unutmayın.
Viyana –
Mini Rehber
Kahve
Sözlüğü
Türkischer:
bildiğimiz Türk kahvesi
Brauner:
sütlü kahve
Melange:
sıcak sütlü kahve
Kurz: çok
sert kahve
Obers:
kremalı kahve
Mokka:
sert, sade kahve
Kapuziner:
Viyana usulü kapiçino
Schwarzer:
şekersiz, sütsüz siyah kahve
Konsul:
kremalı siyah kahve
Gestreck
espresso: espressonun çok sert olmayını
Pharisaer:
küçük bir bardak romla birlikte sunulan kremalı, sert, sade kahve.
Kaisermelange:
yumurta sarısı ve brendiyle servis edilen sade kahve
Viyana
usulü şinitzel
Şinitzel,
en sevdiğim yemeklerin başında gelir. Ama öyle her önüne gelen yerde de yenmez.
Ya etrafındaki malzeme çok kalın olur ya dışı yanar içi çiğ kalır ya da et çok
serttir, ağızda sakızlaşır. Viyana’daki Figlmüller Lokantası’nda bunların
hiçbiri olmaz, şinitzelin en lezzetlisi yapılır. Çünkü bu lokantada yüz yıldan
beri başka yemek pişmez.
Şimdi
Şavkay’dan edindiğim iyi şinitzel pişirme sırlarını sizlerle paylaşacağım:
Et,
karakterli bir et olan kontrfile olacak. Deli gibi dövülüp, parçalanmayacak.
İnce olacak ama suyu kaçırılmayacak.
Dış
malzemesinde kesinlikle galeta unu kullanılmayacak. Kaliteli undan yapılmış
beyaz ekmeğin kabukları çıkarılıp, iç ekmek ufalanacak. Nispeten kalın gözlü
bir kalburdan geçirilecek. Et hafif nemliyken elenmiş una bulanacak. Fazla
unlar silkelendikten sonra çırpılmış yumurtaya batırılacak. Daha sonra ekmek
içlerine bulanacak. Etteki rutubet unu, un yumurtayı, yumurta da ekmek içlerini
tutma işlevlerini yerine getiriyor.
Sonra,
ince bir tavada yağ kızdırılacak. Şinitzeller bu yağda, her iki tarafı altın sarısı
rengini alıncaya kadar kızartılacak. Temiz bir bez veya kağıt peçete üstünde
fazla yağı süzdürüldükten sonra, daha önceden ısıtılmış tabakta servis
edilecek.
Şinitzelin
üstüne, maydanoz veya başka lezzet vericilerle tatlandırılmış bir parça
tereyağı, bir dilim katı yumurta, bir rulo ançüez filetosu koymak gerekir. Ilık
patates salatası bu muhteşem etin vazgeçilmez dostudur.
Aristokrat
bir Viyanalı, şinitzelin yanında kesinlikle bira içmez. Mutlaka kırmızı şarabı
tercih eder. Bir Viyanalı’nın, gerçek aristokrat olup olmadığı seçtiği kırmızı
şarabın kalitesinden anlaşılır. Seçtiği şarabın markasını göremediyseniz kulak
verin. Eğer Fransızca konuşuyorlarsa, onların gerçek Viyanalı aristokrat
olduğundan şüpheniz kalmasın.
Kartpostalda
gezinmek
Zirvesi
karlı yüce dağlar, eteklerinde yemşeyil bir ova, ovanın bitiminde ağaçlarla
çevrili masmavi göl, gölün ortasında küçük bir ada. Adada ağaçların arasından
çan kulesi görünen bir kilise. Yeşil başlı ördekler ve beyaz kuğular. Gölün
karşı yamacında bir kaya üstüne kondurulmuş kartal yuvası gibi bir şato.
Kırmızı damlı evler, gökyüzünde yumak yumak beyaz bulut kümeleri. Bütün bu
anlattıklarım, bir broşürün kapağını süsleyen fotoğrafta yer alıyordu. O
broşürü gördükten sonra Slovenya’ya gitmek bende tutkuya dönüştü.
Başkente,
Ljubljana Havaalanı’na indiğimde gün ışımamıştı. Bavulumu alıp dışarı çıkınca
buz gibi bir hava yüzümü bıçak gibi kesti. Bled kasabasına doğru yola çıktım.
Okuduklarıma
göre ülke Avusturya, Hırvatistan, İtalya ve Macaristan’la çevrilmişti. Adriya
Denizi kıyısında 46,6 kilometrelik bir sahili vardı.
Gezime,
görüntüsüyle bu ülkeye gelmeme neden olan Bled kasabasında başladım. Gölün
kıyısın çepeçevre dolanan yolda ilerlemekte zorlanıyordum. Her köşede öylesine
muhteşem görüntüler karşıma çıkıyordu ki, sık sık durup bunların fotoğrafını
çekiyordum. Gölün büyük bir bölümü buz tutmuştu. Onun için “plenta” denen,
kasabaya özgü tekneye binip adaya gidemedim.
Programımda
30 kilometre ötedeki Bohinj kasabası vardı. Bu yöre için kitaplarda “Julius
Alpleri’nin incisi” tanımı kullanılıyordu. Yolun bir kıyısında berrak, yemyeşil
bir nehir akıyordu. Diğer kıyısında ise Alp Dağları yükseliyordu. Hem araba
kullanmak, hem bu güzellikleri seyretmekte oldukça zorlanıyordum. Fazla trafik
olmadığı için yaptığım zikzaklar tehlike yaratmıyordu. Bohinj’de fazla
oyalanmadan, Triglav Ulusal Parkı’nın tam ortasında yer alan ülkenin en derin
gölüne gittim.
Gölün
kenarındaki XV.yüzyıldan kalma, Aziz Johannes adına yapılan kilise bir biblo
gibi duruyordu.
Gölün
öteki yakasındaki Stara Fuzina köyüne gidip, hemen hemen tümü pansiyon olarak
kiralanan Alp tarzı dağ evlerini gezdim.
Savica
Nehri’nde kano yapanları, 71 metreden düşen Savica Çağlayanı’nı seyrettikten
sonra, zirvedeki Vogel kayak merkezine tırmanan teleferiğin önünde uzun süre
park yeri aradım.
Piran
adındaki balıkçı köyüne vardığımda, kendimi Akdenizli bir yerleşim yerinde
buldum. Kuruluş tarihi 1283 yılında dayanan bu tarihi kente girebilmek için 2
dolar ödedim. Balıkçı teknelerinin barındığı küçük limanı geçip sokaklara
daldım.
Köyü
kuşbakışı gören tepedeki Aziz Georgius adına yapılmış kiliseye tırmandım.
Çevre
gezisini bitirdikten sonra, deniz kıyısında yan yana dizilmiş balık
restoranlarından adı “Uç Dullar” olanına oturdum. Önden roka, tere, ahtapot
üçlüsüyle yapılmış bir salata yedim. Daha sonra, biraz önce denizden çıkan
sardalye balığını ızgaraya attırdım. Yemekle birlikte, köyün bağlarından elde
edilmiş serin bir beyaz şarap içtim. Yemek boyunca gözümü Adriya Denizi’nin
lacivert sularından alamadım. Karnımı doyurup, ruhumu dinlendirdikten sonra,
ülkenin kıyısındaki köyleri geze geze (Portoroz, Fiesa, Belvedere, İzola,
Koper) dönüş yolunu tuttu.
Broşürde
okuduğum şu cümleyle gideceğim yere karar verdim: “Julius Alpleri en güzel
Kranjska Gora’dan görünür…” Ülkenin bu önemli kayak merkezi, İtalya ile
Avusturya sınırında yer alıyordu. Her virajdan sonra başka bir manzarayla
karşılaşıyordum. Alpler’in bembeyaz zirveleri göz kamaştırıyordu. Neredeyse her
yüz metrede bir duruyor, fotoğraf çekiyor sonra yoluma devam ediyordum. Çünkü
açılar değiştikçe, dağların görünümün de değiştiriyordu. Bazen kırmızı damlı
bir kilise, bazen bir çağlayan, bazen düşlerimi süsleyen yüksek çatılı köy
evleri görüntüye giriyordu.
Kranjska
Gora’ya girdiğimde, kendimi renk cümbüşü içinde buldum.
Yemek
giysilerine bürünüp, bu kez başka bir lokantaya gittim. Önden erişteli et suyu
çorbası, ardından içi patates ve kıymayla doldurulmuş, mantı benzeri bir yemek
(idrija zlikrofi) ısmarladım. Yemek faslını, Bohinj bölgesinin ünlü emantel
peyniriyle sonlandırdım. Yemeğin yanında, garsonun çok övdüğü cabarnet
sauvignon üzümünden damıtılmış Quercus marka şarabı içtim. İlk yudumda garsonun
övgülerinde haklı olduğuna karar verdim.
Ertesi gün
rotamın üstünde, ülkenin en doğusu vardı. Sabah erkenden yola çıktım. İlk
molayı Drava Nehri kıyısındaki Ptuj kentinde verdim. Tarihi Romalılar dönemine
kadar dayanan bu müze kentte, gördüğüm her şeye hayran kaldım. Kırmızı
kiremitli damlarıyla Ptuj evlerini birer bibloya benzettim.
Daha sonra
ülkenin ikinci büyük kenti Maribor’a gittim. Kenti anlatan kitapçıkta kalenin
XII. Yüzyılda yapıldığını, tarih boyu bölgenin en önemli kenti olduğunu okudum.
Prag’ın
aşk kokan odaları
Prag’a
soğuk bir kış günü gitmiştim.
Viyana’dan
trene, Kafka’nın sevgilisi Milena’yla buluştuğu pastanenin yanı başındaki
gardan binmiştim. Peronda kompartımanı ararken, kulaklarımın soğuktan
hissizleşmesini umursamıyordum. Gara gelmeden önce bir meydanda içtiğim sıcak
şarap ve koluma girip beni dansa sürükleyen kız, boş vermişlik durumuna
sokmuştu beni. Orta Avrupa konulu bir romanın kahramanlarından birişmiş gibi
hissediyordum kendimi.
Tren
kuzeye doğru ilerledikçe kar şiddetini arttırmıştı. Pencerenin çevrelediği
buğulu görüntüde artık iki renk kalmıştı: ovaların üstünü örten karın beyazı
ile onu yarıp geçen trenin siyahı. Soğuk pencereye başımı yaslayıp, Avrupa’nın
ortasında, gözümün önünden kayıp giden kavaklara ve ucu bucağı görünmeyen
beyazlığa bakıp ne düşündüğümü şimdi hiç hatırlamıyorum.
Adını
bilmediğim birçok istasyondan geçmiştim. Hepsinde de Doğu Avrupa’nın
sessizliğini, yalnızlığını, terk edilmişliğini, görmüştüm. İçimi kaplayan hüznü
hiç unutmadım.
Prag’a
vardığımda, gün kararmış, kar durmuş, hava ayaza kesmişti. Bir taksiye binip,
şoföre gideceğim yerin adresinin yazılı olduğu buruşuk kağıdı uzatmıştım.
Kalacağım pansiyon, suları donmuş Vltava Nehri’nin hemen kıyısındaydı.
Ertesi gün
hava güneşli ve ayazdı. Bu kent hakkında yazılan birçok kitap okumuştum.
Rilke’yi, Kafka’yı, Kundera’yı, Havel’i hep Prag sokaklarında düşlemiştim.
Düşlerimde şekillendirdiğim kentle bugün yüz yüze gelecektim.
Rainer
Maria Rilke, doğduğu kent Prag için yüzyılın başında şunları yazmıştı: “Onu
tanımak istiyorsanız, yüreğinden, yani “Eski Kent’ten başlayın…” Ben de öyle
yapmıştım.
Kafka’nın
büyüdüğü sokaklar, sözcüklerle oynadığı evler, Değişim’i yazdığı odanın
penceresi… Dünya ünlüsü bir yazarla bu kadar içlidışlı olmak, hoş duygularla
sarmalamıştı beni. Yorgunluğumu attıktan sonra, saat kulesi önünde fotoğraf
çektiren Japon turistleri yararak geçtiğim arka sokaklardan, Vaclavske
Bulvarı’na ulaşmış, Prag halkının Sovyet tanklarına yumruklarıyla karşı
çıkışlarını hatırlamıştım. Öldürülen üniversite öğrencisi Jan Palash ve
Dubcek’e saygılarımı sunduktan sonra yoluma devam etmiştim.
Eski
Kent’i, Hradcany Şatosu’nun bulunduğu Mala Strana’ya bağlayan Karl Köprüsü’nden
geçerken, sokak çalgıcılarının tebeşirle çizdikleri sahnelerde dans etmiş,
köprü üstündeki heykelleri ve eserlerini satmaya çalışan ressamları teker teker
selamlamıştım. Prag’da bir tiyatro sahnesinde gibiydim. Sanki tek kişilik bir
oyun oynuyordum. Geçmiş, bugün ve gelecek.
Dar
sokaklar, sarı, uçuk mavi, pembe renkli evler, nehirde yüzen kuğular. Bugüne
kadar gördüğüm en güzel kentti Prag. Gotikten rokokoya, baroktan modern sanata,
tüm mimari tarzlar kentin sokaklarında ve caddelerinde birbirine yaslanmıştı.
Ve hiçbiri aradan sırıtmamıştı.
Kent
mimariye olan saygısını müzikten de esirgememişti. Smetana ve Dvorak gibi
ünlüleri yetiştirdiği gibi Weber, Beethoven, Chopin, Liszt, Wagner ve daha nice
dahilere de kapılarını sonuna kadar açmış, onları kucaklamıştı.
Ya Mozart…
Onun
izlerinin peşine düşüp, Bertramka Villası’na gitmiştim. Yakın dostu bestekar
Dusek’in konuğu olan ünlü müzisyenin, Don Juan’ı bestelerken neler düşündüğünü
kestirmeye çalıştım. Acaba Prag’ın arka sokaklarındaki odalar, o zaman da aşk
kokuyor muydu?...
Bekçinin
dışarı çıkmasından yararlanıp, Mozart’ın besteyi yaparken kullandığı piyanonun
tuşlarını okşamış, elyazısıyla yazdığı notalara bakmıştım. Parmaklarım
parmaklarına, bakışlarım bakışlarına dokunmuştu.
Prag’ı
soğuk bir günde tanımış ve soğuğun ona yakıştığına karar vermiştim.
Dört
günlük bir gezi sonunda bir kentim daha olmuştu. Şimdi onu çok özlüyordum.
Kalinikta
Atina
Plaka’daki
meyhanede, buzlu uzolar birbiri arkasından nasıl da tükenmişti! Küçük
tabaklarda gelen zeytinyağlı dolma, horoz fasulyesinden yapılmış pilaki, cacık,
ciğer tava, kalamata zeytin, uzonun her yudumuna ne güzel de eşlik etmişlerdi.
Bir de buziki çalan Barba geceyi uzatmıştı.
Önce
tümünü görmek istediğim için Likavitos tepesine çıkmıştım. Orada oturduğum
kahveden, Atina’nın her yanını görebiliyordum – bütün taşlarını. Birbiri üstüne
abanmış beyaz evler, ışığı yansıtan caddeler, alanlar, kahve terasları, çamaşır
asılmış balkonlar. Ne yalan söyleyeyim, ilk görüşte pek sarsmamıştı kent beni,
aşkımız için “bir bakış” yetmemişti. Elimin altında Nedim Gürsel’in Seyir
Defteri vardı.
Akrapolis’in
asırlık taşlardan oluşmuş merdivenlerini tırmanırken, bir eski zaman düşüne
dalmıştım. Bu yolları kimler arşınlamıştı, Atina’nın koruyucusu tanrıça Athena,
Parthenon’un dev sütunlarının ardından, aşağıdaki kente baktığında neler
görüyordu? Hangi düşünürler hangi düşünceleriyle bu merdivenleri tırmanmıştı?
Tepenin yamacında bulunan Dionisos Tiyatrosu’nda, hangi replikler havalarda
uçuşmuştu? Yaklaşık iki bin beş yüz yıllık taşların üstüne oturup, uzaktan
görünen denizin maviliğine bakarken, aklıma ne de çok soru üşüşmüştü.
Ben de
Ekselsiyor Kahvesi’nin güzeller güzeli garsonuna iyi geceler deyip, buzukili
bir geceyi sabaha erdirmek için yine Plaka’da bir meyhaneye gitmiştim.
Gökyüzüne yıldızlar yapışmıştı pırıl pırıl. Önümde bir sakız rakısı, biraz
yeşil zeytin, bir cacık. Hava midye tava ve anason kokuyordu.
Santorini
Rüyası
Antikçağ’daki
adıyla Thira, bizim bildiğimiz adıyla Santorini adasına, bir öğleden sonra
Atina’dan kalkan pervaneli küçük bir yolcu uçağıyla gelmiştim.
Santorini
beni pek yanıltmamıştı. Aynı düşlediğim gibiydi. Topu topu 76 kilometre kare
büyüklüğünde olan hilal şeklindeki adanın kuzeye doğru uzanan iki ucunun
arasında, yukarıda anlattığım patlamayla kopan, Nea Kameni (yeni yanık) ve
Palania Kameni (eski yanık) adında iki küçük volkan ada yer alıyordu. Bir
anacadde tüm adayı baştan başa dolaşıyor, daracık sokaklar ise beyaz badanalı
evlerin arasından zikzaklar çizerek bir o yana bir bu yana uzanıyordu. Ve her
sokak bir uçurumla sona eriyordu.
Amerika
Amerika
Sevgilim
New York
New York –
Mini Rehber
Özgürlük
Anıtı: Bir hatıra fotoğrafı siz de çektirin.
Ellis
Adası: Göçmenlerin ilk geldiği yer. ABD tarihi burada başlıyor.
Wall
Street: New York Borsası… Dünyanın para merkezi.
Brooklyn
Köprüsü: 1883’te yapılan tarihi köprü.
Chinatown:
Çinlilerin yaşadığı bölge. Ucuz alışveriş ve lezzet burada.
Little
İtaly: Mafia filmlerindeki tipleri görmek isteyenler için.
Soho:
Sanatçıların ve sanat galerinin bölgesi.
Greenwich
Village: Bohemlerin ve alternatif yaşamların peşinde koşanların yeri.
5.Cadde:
Ünlü mağazalar yan yana. Alışveriş cenneti.
Empire
State Building: Dünyanın ilk ve en yüksek gökdelenlerinden biri.
Broadway:
Tiyatro, gösteri, caz, bar. Kentin renkli geceleri burada.
Central
Park: Gece değil, gündüz gezin.
Times
Square: Seks kokulu dükkânlar, mekânlar.
Harlem:
Siyahların dünya başkenti. Mutlaka gündüz ve rehber eşliğinde gidin.
Metropolitan
Müzesi: Sanat şaheserlerinin asılları tam karşınızda olacak.
Modern
Sanatlar Müzesi: Sergileri kaçırmayın.
Guggenheim
Müzesi: Dikkat; Perşembe günleri kapalı.
Frank:
Sokakta satılan sosisli sandviç. Tatmadan dönmeyin.
Blue Note:
En güzel canlı caz müziği. Rezervasyon şart.
Bloomingdale:
Alışveriş merkezi. Ne ararsan var.
New
Orleans: cazın anavatanı
New
Orleans – Mini Rehber
Creole:
Kökleri Fransa’ya dayanan kişilere verilen ad. Güney mutfağında ve müziğinde
önemli yerleri var. En ünlü yemekler: jambon, tavukla pişirilen bol baharatlı
“jambalaya” denen pilav, ördek etiyle pişirilen, siyaha yakın meyaneli gumbo
çorbası ve kaplumbağa çorbası.
Cajun:
1755 yılında, Nova Scotia’dan güneye göç eden Fransız asıllı Kanadalılara
verilen ad. Yemekler şöyle sıralanabilir: tavşan panesi, haşlanmış kereviz,
domuz sosisli pilav.
Louisiana:
Tüm güneyin ortak bölgesi. Buranın mutfağını Creole, Cajun mutfaklarının
karışımı oluşturuyor. İstiridye, acı biberli sosta haşlanmış karides, yengeç ve
kara fasulyeli pilav gözde yemeklerden. Ayrıca “po-boy” (poor boy) sandvici de
denemeye değer lezzetlerden biri.
Kaliforniya
rüyası
Vali
Felipe de Neve’nin kente koyduğu ilk isim şöyleydi: “El Pueblo de Nuestra
Senora la Reina de Los Angeles.” Türkçe’ye tercüme edersek: Hanımefendimiz
Melekler Kraliçesinin Köyü.” Yıllar bu uzun ismi yıpratmış, kala kala Los
Angeles kalmıştı.
Los
Angeles, “Kalifornia rüyası”nın ilk durağıydı. Sırada San Dieogo, Palm Spring,
Mohave Çölü, Las Vegas, Ölü Vadi, Yosemite Ulusal Parkı, Sacramento, şarap
diyarı Napa Vadisi ve nihayet San Francisco vardı.
Amerika’nın
bittiği yer
Tek
bildiğim şey Amerika San Dieogo’da bitiyor, daha sonra Meksika’da başlıyordu.
Ülkelerin bittiği noktalar, oldum olası ilgimi çekmiştir.
Dünyanın
çeşitli yörelerinde güneş batışlarının fotoğraflarını çekmeyi alışkanlık
edindim.
Rayların
üstündeki saray
Orient
Express
Mönü
İlk Gün
Öğle
Avokado
dilimli füme vahşi sombalığı.
Kaz
ciğerli bonfile, yanında truffle mantarıyla.
Anasonlu
ve bademli pasta, seçme Fransız peynirleri, Kolombiya kahvesi.
Akşam
Enginar ve
zencefille tatlandırılmış sote iri karides ve dana ciğeri.
Kırmızı
orman meyveleri sosu eşliğinde fırında pişirilmiş ördek göğsü, yanında et
suyunda haşlanmış marul ve tatlı patates.
Karışık
pasta tabağı, peynir tabağı ve kahve.
Ertesi Gün
Sabah
Sıcak
kruvasan, üzümlü kek, küçük sandviçler.
Reçel
sepeti, peynir çeşitleri, tereyağı.
Taze
portakal suyu ve kahve.
Öğle
Rakle
peyniriyle fırınlanmış taze kuşkonmaz.
Sutereli
tereyağıyla lezzetlendirilmiş haşlanmış yarım ıstakoz, yabani sarımsak ve
patates eşliğinde.
Elmalı
turta, peynir tabağı ve kahve.
Akşamüstü
Küçük
sandviçler.
Skon (özel
İngiliz bisküvisi) kaymak ve çilek marmelatı eşliğinde.
Pasta
çeşitleri ve kahve.
Kısa
Tarihçe
1883
yılında sefere başladı. 1906’da Simplon Tüneli açılınca Paris, Milano, Venedik
güzergâhında sefer düzenlendi. Daha sonra bu seferlere Belgrad, Sofya, Atina ve
İstanbul güzergâhı eklendi. 1950’lerden itibaren hava ulaşımı devreye girince
Orient Express’in yolcu sayısında azalma oldu. 1977 yılının mayıs ayında
seferler kaldırıldı. Orient Express Otelleri Başkanı, Monte-Carlo’daki bir açık
artırmadan 1920 yıllarında yolcu taşımış iki vagonunu satın aldı. Avrupa’nın
çeşitli yerlerinde bu orijinallere benzeyen yeni vagonlar yaptırıldıktan sonra
ünlü trenin seferleri 1982 yılının mayıs ayında tekrar başladı.
Arka
Kapak:
“Seyahat
özürlü olduğum için, sevgili dostum Mehmet Yaşin’in nice zamanların emeği gezi
yazılarının bir an önce yayınlanmasını talep edip duruyordum. Mehmet Yaşin’in
gezip gördüğü, sıcak, yakın, Türkçe’ye gönül vermiş bir anlatımla dile
getirdiği yerler uçsuz bucaksız. Mehmet Yaşin’in seyahat tutkusu da, benimki
gibi, kitaplar, eserler aracılığıyla. “Romanlardaki Kentler” yazısında öyle güzel
anlatıyor ki! Uzakname’yi okurken, bir uçtan bir uca, Aliaono köyünden Kuzey’e,
sonra ta çöllere, buralara çok şükür Mehmet Yaşin uğramış diyorum. Çünkü yazar,
gittiği her yerde kültürü, tarihin mirasını, sanatı yansıtmayı unutmuyor.
“Gündelik” dünyanın yansıtılmasının çok ötesinde bir tutum bu. Dahası, Mehmet
Yaşin bilgiçlikler taslamıyor; her yolculuğunda, her gezisinde amatör bir
gezginin heyecanını koruyor.” Selim
İleri
“Karlı bir
kış günüydü… Trenle Viyana’dan Prag’a gidiyordum. Elimde, Kafka’nın Milena’ya
Mektuplar adlı kitabı vardı. Kâh buğulu pencerenin ardından karın beyaza
boyadığı ovayı seyrediyor, kâh kitaptan birkaç satır okuyor, kah karşımda
oturan kızıl saçlı kıza bakıyordum. Kitabı okudukça Viyana’yı gözümün önüne
getiriyor, Prag’ı ise düşlüyordum. Bunlar kitabın kahramanı iki kentti… Kızıl
saçlı kızı bazen Milena’ya bazen de Kundera’nın, Prag’ın arka sokaklarındaki
bir bodrum katında seviştiği kadınlara benzetiyordum. Kompartımanda, dilini
bilmediğim insanların arasında otururken oynadığım bir düş oyunuydu bu…”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)