20 Haziran 2014 Cuma

keyifli banyo



Köpük banyosu keyfi yapın. Küveti sıcacık suyla doldurun. Aynen filmlerde olduğu gibi müziğinizi açın, etrafa mumları dizip ışığı kapayın ve bir kadeh şarabınızı alıp küvete uzanın. Bu keyifli banyo ile tüm sıkıntılarınız da aksın, gitsin!



Banyo, insanın suyla kurduğu en kadim ve en mahrem ilişkidir; yalnızca bedeni arındırmakla kalmaz, zihni de çözümler. Keyifli bir banyo, dışsal bir rahatlamadan öte, içsel bir çözülmenin ritüelidir. Su, burada bir madde değil; bir geçiştir—gündelik olanın ağırlığından, düşünsel olanın hafifliğine doğru bir akış. Buharın yükselişi, zihnin bulanıklığını temsil eder; ve her damla, bir düşüncenin çözülüşüne eşlik eder.

Sabun, yalnızca temizlik aracı değil; bir dokunuşun, bir temasın, bir kendilik deneyiminin aracıdır. Cilde yayılan köpük, insanın kendine duyduğu şefkatin en somut hâlidir. Bu şefkat, dış dünyada çoğu zaman eksik kalır; ama banyoda, insan kendine döner, kendini tanır, kendini sever. Keyifli banyo, bu yönüyle bir içsel terapi biçimidir—sessiz, sabırlı ve dönüştürücü. Çünkü su, yalnızca kirleri değil, yükleri de taşır.

Zaman, banyoda farklı akar. Dakikalar, dış dünyanın işlevsel ritminden kopar; bir tür içsel zaman algısı belirir. Bu algı, insanın kendini yeniden kurduğu bir boşluktur. Banyoda geçirilen her an, bir tür yeniden doğuştur; çünkü su, hem sonun hem başlangıcın simgesidir. Keyifli banyo, burada bir lüks değil; bir varoluş pratiğidir. İnsan, suyun içinde yalnızca gevşemez; aynı zamanda çözülür, dağılır ve yeniden toplanır.

Ve nihayet, banyo sona erdiğinde, yalnızca beden değil, zihin de hafiflemiş olur. Havlunun dokusu, bir kapanışın değil; bir geçişin simgesidir. Çünkü banyo, insanın kendine döndüğü, kendini duyduğu ve kendini yeniden kurduğu bir alandır. Keyifli banyo, bu yönüyle bir sessizlikte yankılanan şiirdir—suyun diliyle yazılmış, köpüğün dokusuyla okunmuş, buharın içinde kaybolmuş bir anlatı. Ve insan, bu anlatının sonunda, biraz daha kendine yaklaşmış olur.

19 Haziran 2014 Perşembe

zeytinyağı

"... Zeytinyağı doğallıktır, sağlıktır, lezzettir... Binlerce yıllık bir kültürdür... Hayattır... Sıkılan ilk danedir, süzülen ilk damladır, bandırılan ilk ekmektir... Alın teridir… Sevinçtir... Mutluluktur... Zeytinyağı yaşama biçimidir... Sadakattir... Tutkudur... Berekettir... Ciddiyettir... Zeytinyağı bizim için  bir gelenektir..."

Zeytinyağı, Akdeniz’in yalnızca toprağından değil, hafızasından süzülen bir özdür; doğanın sabrıyla, insanın ritüeliyle ve zamanın sessizliğiyle damıtılmış bir varlık. O, bir gıda maddesi olmaktan çok, bir kültürel mirasın sıvılaşmış hâlidir. Her damlası, bin yıllık bir ağacın gövdesinden değil, onunla kurulan ilişkinin derinliğinden süzülür. Zeytinyağı, burada bir tat değil; bir anlatıdır—toprağın, güneşin ve insanın ortak dilinde yazılmış bir anlatı.

Zeytin ağacı, ölümsüzlüğün simgesi olarak anılır; çünkü onun meyvesi, zamanla değil sabırla olgunlaşır. Bu sabır, zeytinyağının dokusunda hissedilir: ne aceleye gelir ne gösterişe. O, sade olanın ihtişamını taşır; çünkü gerçek değer, biçimde değil özde saklıdır. Zeytinyağı, bu yönüyle bir düşünce biçimidir—fazlalıktan arınmış, özüyle var olan. Ve bu varoluş, yalnızca mutfakta değil; edebiyatta, felsefede ve ritüelde yankı bulur.

Bir damla zeytinyağı, yalnızca bir tat değil; bir zamanın, bir coğrafyanın ve bir insanlık hâlinin izidir. Onun altın rengi, güneşin değil; sabrın rengidir. Sofraya konduğunda, yalnızca yemekleri değil, sohbetleri de yumuşatır. Çünkü zeytinyağı, temasın en zarif biçimidir—ne yakar ne bastırır, yalnızca eşlik eder. Bu eşlik, bir dostluk gibidir; sessiz, sadık ve derin. Ve insan, bu eşlikte kendini değil, kendiliğini bulur.

Sonuçta zeytinyağı, yalnızca bir ürün değil; bir kültürün damıtılmış hâlidir. Onunla pişirilen yemekler, yalnızca karın doyurmaz; belleği besler. Çünkü zeytinyağı, geçmişin değil; geçmişle kurulan ilişkinin simgesidir. Her damlası, bir anlatının devamıdır—toprağın sabrıyla, insanın emeğiyle ve zamanın tanıklığıyla yazılmış bir devam. Ve biz, o damlayı dilimizde hissettiğimizde, yalnızca bir tat değil; bir anlam taşırız içimize.

18 Haziran 2014 Çarşamba

çünkü her anı bir kahveyle başlar...



Uyandım ve bir kahve yaptım. Çünkü her anı bir kahveyle başlar.
 
 
Kahve, zamanın ritmini belirleyen sessiz bir eşlikçidir; yalnızca uyanışı değil, düşüncenin doğuşunu da temsil eder. “Her anı bir kahveyle başlar” demek, varoluşun en sıradan anlarında bile bir anlam arayışının izini sürmektir. Çünkü kahve, bir içecekten öte, bir duraksamadır—dış dünyanın telaşına karşı iç dünyanın davetidir. Fincanın kenarında bekleyen o ilk yudum, insanın kendine dönme cesaretidir; bir başlangıç değil, bir farkındalık eşiğidir.

Kahveyle başlamak, yalnızca güne değil; bir cümleye, bir sessizliğe, bir özleme de kapı aralamaktır. Onun kokusu, bellekte yankılanan bir çağrıdır; geçmişin izlerini bugüne taşıyan bir zaman köprüsü. Kahve, burada bir içsel ritüeldir—düşüncenin ağırlaştığı, duygunun yoğunlaştığı, kelimenin şekillendiği bir alan. Her yudum, bir içsel çözülmenin habercisidir; çünkü kahve, insanın kendini dinlediği en mahrem sessizliktir.

Bir kahveyle başlayan an, çoğu zaman bir yalnızlıkla örtüşür; ama bu yalnızlık, eksiklik değil, derinliktir. İnsan, kahveyle birlikte yalnız kalmaz; kendine eşlik eder. Bu eşlik, dışsal değil; düşünsel bir yakınlıktır. Kahve, burada bir dost değil; bir tanıktır—sessizce izleyen, sabırla bekleyen, yargılamadan eşlik eden. Ve insan, bu tanıklıkta kendi iç sesini duyar; çoğu zaman ilk kez, çoğu zaman geç kalmış bir biçimde.

Sonuçta kahve, bir başlangıç değil; bir geçiştir. Anın sıradanlığından anlamın derinliğine, gündeliğin yüzeyselliğinden varoluşun kıvrımlarına doğru bir geçiş. “Her anı bir kahveyle başlar” demek, aslında her anlamın bir duraksamayla doğduğunu kabul etmektir. Çünkü kahve, zamanın değil, düşüncenin ritmini taşır. Ve insan, bu ritimde yürürken, yalnızca bir anı değil; kendini başlatır.

16 Haziran 2014 Pazartesi

imaj



İmaj mühim midir değil midir?: İmaj önemlidir, mühimdir. Çünkü sizin nasıl bir insan olduğunuzu, zevklerinizi  belirler ya da saklar. Bu da sosyal hayatta olumlu ya da olumsuz dikkat çekmemizi sağlar. 
İmaj var mı yok mu kavrayışı: İmajımın olup olmadığı  hala  tam bir kâbus. Tıpkı bir Amerikan Westernde John Wayne’in dediği gibi: “En iyi silaha sahip olabilirsin, onu çekemedikten sonra...” Bir imaj edinebilirsin. Ona uygun giyinebilir, ona uygun mekânlarda dolaşabilirsin. Ama ya doğru imajı bulmadıysan? Ya korkunç bir yanlışlık yapıp kendi öz imajını en son gittiğin falcının dediği gibi kapasitenin altıda tutuyorsan. Ağlama sen ağlama, hayata bir kez gelinir, her türlü imaja her an bürünülür. Simyacı’da Paolo Coelho ne der: Düşün sen, düşün, belki geçip gitmekte olan kız da senin için aynı şeyleri hissediyordur.
Stilim var ama hala dertliyim kendimden emin değilim: Doğru imajı tuttursanız bile mutlu olmama ihtimaliniz (kısaca DİTMO diye adlandırabiliriz bu sendromu) var. Bu sendroma Nişantaşı ya da Bağdat Caddesi’nde yakalanılmaz. Bu sendrom, en çok kendiniz olduğunuz yerlerde meydana gelir. Eviniz gibi, okulunuz gibi.
Seksenlerin Kadını: Seksenler insanı, çok renkli, funky bir kentli insandır. Gucci’nin kıyafetleri bunu iyi yansıtır. Star Trek’ten fırlamış gibidir bu insan. Grace Jones’un fotoğrafları, salonunun duvarlarını süsler.  Keith Haring, Jasper Johns’u sever. Bilim kurgu kitapları okur. William Gibson’un Neoromancer’ını en az üç, en fazla yedi defa okumuştur. Çizmeleri sivri burunlu,  sivri topukludur. Miles Davis’den, teknoya kadar her şeyi dinler. Ama tercihi elektronik müziktir. Orbital’ı, Orb’u dinler.
Etnik Kadın Dünya Vatandaşı: İssey Miyake, etnik insanın modacısıdır. İlkel kabile figürlerini, tarzlarını iyi bilir ve bunlara hayran olur. Paul Klee’ye bayılır. Frank Stella’ya da. Bob Marley de dinler, Afro-Amerikan caz gruplarını da, Khaled’i de. Peştamal da takar, Hint elbisesi de giyer. Evinde 27 çeşit ayrı kokulu tütsüsü vardır. Aydınlatması asla tavandan değil yerdendir. Genellikle mumladır. Yazın Malezya pareolarını elbise, etek, bluz yapar giyer. Kışın bunları kalın çorapla yine giyer. Tao, Tantrik Öğreti nedir bilir. Budizme gönül verir. Meditasyon sayesinde depresyona asla girmez.
Transparan Kadın: Prada’nın elbiselerinde gördüğümüz bu stil için en elzem şey güzel bir vücuttur. Fazlalığı olmayan güzel bir vücut. Dar bir kalça, uzun bacaklar ve kilit nokta küçük göğüslü bir gövde. Transparan insan en çok vücuduna güvenir. Mistiktir. Ne kadar kendi bedenini ortaya koyarsa koysun kendisini bunun içine saklamayı bilir. Kedi sever. En çok çizgi roman okur. Yabancı dilde biriktirdiği bu çizgi romanları okumasa bile onlara bakar. Onları sever. Evine en çok kırmızı ve siyah tonları hakimdir. Cam sehpalar. Rahat bir koltuk (asla iki değil) salonunda  yer alır. Müzik olarak  Nina Simone, Gloria Gaynor ve Ella Fitzgerald’ı tercih  eder.
Asyalı Doğulu Kadın: Bu stile en iyi örnek Christian Dior’un kimonolarıdır. Mao tanınır. Serde “Maoculuk” olmasında herhangi bir sakınca yoktur. Asyalı doğulu insan stilini belirleyeceklerin saçlarını düz ve siyah tutmaları salık verilir. Bakışları masum, biraz gerçeküstü olmalıdır. En sevdikleri film Pillow Book (Tual Bedenler)dur. Çeşitli Çin hikâye kitaplarını başuçlarında tutmaları gerekir. Evleri Japon lambalarıyla aydınlatılırken, mutfaklarında Çin yemeği tavası mutlaka vardır. Çin yemeklerini bilirler, misafirlerine yemekleri çubuklarla ikram ederler. Kıyafetlerinde saten kumaş mutlaka en önde gelir. Saten ve desenli kumaştan elbiseler, etekler, pantolonlar. Dümdüz yere inen bol pantolonlar. Ketenler. Bir örnek bluz ve ceket...

15 Haziran 2014 Pazar

meyve salatası

6 kişilik  
Hazırlama süresi: 10 dakika
Malzeme:                                                                               
2 adet sert elma,                    2 adet sulu armut,
1 adet portakal,                     2 adet muz,
2 adet kivi,                             400 gr çilek,
2-3 kaşık pudra şekeri,         ½ limon suyu,
3-4 kaşık portakal likörü.
 
Hazırlanışı:
Elma, armut, kivi ve muzu soyun, ufak küp şeklinde doğrayın. Portakalı soyun, dilimlerin zarlarını çıkarıp doğrayın. Çilekleri ortadan bölün. Şeker ve limon suyu ile karıştırın, geniş ve derin bir kap içinde dolapta bekletin. İkram etmeden önce üzerine krem şanti, pudra şekeri, rende çikolata veya ince çekilmiş fıstık, fındık ekleyebilirsiniz. 
 
 Meyve salatası, doğanın renk paletinden koparılmış bir armonidir; yalnızca tatların değil, zamanın ve coğrafyanın da buluştuğu bir anlatı yüzeyidir. Her meyve, kendi mevsiminin tanığıdır; güneşin eğimiyle olgunlaşmış, toprağın sabrıyla şekillenmiş bir varlık. Bu birliktelik, bir karışım değil; bir uyumdur. Çünkü meyve salatası, farklılıkların birbirine tahakküm etmediği, aksine birbirini tamamladığı bir varoluş biçimidir. Tatlar çatışmaz; birbirine alan açar.

Bir tabakta buluşan elma, muz, nar ve kivi; yalnızca birer besin değil, birer kültürel izdir. Elma, Batı’nın bilgeliğini; nar, Doğu’nun bereketini; muz, tropiklerin gevşek zaman algısını; kivi ise sınırların ötesindeki merakı temsil eder. Meyve salatası, bu yönüyle bir coğrafya haritası değil; bir insanlık sentezidir. Her dilimde, bir halkın sesi; her dokuda, bir geçmişin yankısı vardır. Ve insan, bu tabakta yalnızca tat almaz; tarih okur, kültür duyar, anlam hisseder.

Bu birliktelik, biçimsel değil; özsel bir çoğulluktur. Meyveler, kendi kimliklerinden vazgeçmeden bir araya gelir; çünkü meyve salatası, homojenliği değil, heterojenliği kutlar. Bu kutlama, bir estetik değil; bir etik tavırdır. Farklı olanın dışlanmadığı, aksine davet edildiği bir sofradır bu. Ve insan, bu sofrada yalnızca beslenmez; birlikte var olmanın inceliğini öğrenir. Çünkü meyve salatası, bir tarif değil; bir düşünce biçimidir—çokluk içinde uyumun mümkünlüğü.

Sonuçta meyve salatası, yalnızca bir tatlı değil; bir metafordur. Hayatın karmaşasında, farklılıkların bir araya gelip bir bütün oluşturabileceğine dair bir umut taşır. Her lokma, bu umudun bir onayıdır; her renk, bu birlikteliğin bir kanıtı. Ve insan, bu tabakta yalnızca damak zevkini değil; birlikte yaşamanın, birlikte düşünmenin ve birlikte hissetmenin zarafetini keşfeder. Çünkü meyve salatası, doğanın değil; insanlığın en sade ama en derin anlatısıdır.