İnsan, varoluşunun en derin sorularını çoğu zaman yolda sorar kendine; çünkü yol, yalnızca bir mesafe değil, bir düşünce biçimidir. Gezgin, adım attığı her taşta, baktığı her manzarada, duyduğu her sessizlikte kendini yeniden kurar. Mekân, burada salt fiziksel bir gerçeklik değil; belleğin, kültürün ve zamanın iç içe geçtiği bir düşünsel düzlemdir. Her yer, bir anlatıdır; ve anlatı, insanın kendini tanıma çabasında bir aynadır.
Bir köyün sessizliğinde yankılanan ezan, bir dağın yamacında unutulmuş bir mezar taşı, bir yaşlının gözlerinde biriken tarih… bunlar, gezginin karşılaştığı sahneler değil, onun iç dünyasında yankılanan metafizik sorulardır. Yaşam biçimleri, gelenekler, ritüeller; hepsi bir toplumun zamana karşı direniş biçimidir. Kültür, burada bir müze değil, yaşayan bir organizmadır. Ve gezgin, bu organizmanın bir hücresi gibi, geçici de olsa onunla bütünleşir.
Tarih, mekânda yalnızca iz bırakmaz; onu biçimlendirir, ona ruh verir. Bir yerin taşında, toprağında, kokusunda bile geçmişin soluğu vardır. Gezgin, bu soluğu duyumsadığında, zamanın doğrusal olmadığını fark eder. Çünkü geçmiş, yalnızca geride kalmaz; şimdiye sızar, geleceği biçimlendirir. Bu farkındalık, gezgini sıradan bir gözlemciden çıkarır; onu bir düşünür, bir tanık, bir anlatıcı kılar.
Ve nihayet, yolun sonunda varılan yer, haritada bir nokta değil, zihinde bir kavrayış olur. Gezgin, gördüğü yerin ötesinde, kendini görmüştür. Mekân, ona bir soru sormuştur: “Sen kimsin, nereden geldin, nereye gidiyorsun?” Bu sorular, yolculuğun en kıymetli armağanıdır. Çünkü her yol, insanın kendine doğru attığı bir adımdır; ve her durak, varoluşun bir başka yüzüdür.
Günlüğünüz karşısında ruhen çırılçıplak kalmayı göze alabileceğiniz belki de tek dostunuz.
27 Ekim 2025 Pazartesi
mekânın hafızasında zamanı aramak
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder