Şubat, takvimin en kısa ama en derin soluklu ayıdır; varlığı, yokluğa en yakın duran bir zaman parçası gibi, yılın içindeki bir suskunluk parantezidir. Ne tam anlamıyla kışın hükümranlığına aittir ne de baharın vaatkâr uyanışına. Bu arada kalmışlık, Şubat’a varoluşsal bir yalnızlık yükler. Tıpkı insanın kendi iç zamanında sıkışıp kaldığı o geçiş anları gibi, Şubat da bir eşiktir: ne geçmişin tam içindedir, ne de geleceğe tam açılmış. Bu yüzden Şubat, zamanın kendine tuttuğu bir aynadır; eksikliğiyle tamam, kısalığıyla derin.
Bu ay, doğanın suskunluğunun en yoğunlaştığı andır. Ağaçlar hâlâ çıplaktır, toprak henüz uyanmamıştır; gökyüzü gri bir düşünce gibi ağır, kar ise hâlâ varlığını sürdüren bir örtü gibi yeryüzünü sarmalar. Şubat, doğanın içe çekildiği, kendiyle baş başa kaldığı bir tefekkür mevsimidir. Bu içe dönüş, insanın da kendi iç âlemine yönelmesini çağırır. Dış dünyanın sessizliği, iç dünyanın sesini daha duyulur kılar. Şubat, bu anlamda, yalnızca bir ay değil, bir içsel iklimdir; düşüncenin, sorgulamanın ve yeniden doğuşun eşiğidir.
Felsefi düzlemde Şubat, zamanın lineer akışına karşı bir itiraz gibidir. Onun eksik günleri, bize zamanın mutlak değil, kurgusal bir yapı olduğunu hatırlatır. Takvimdeki bu eksiklik, aslında bir fazlalıktır: düşünmek için, durmak için, yeniden kurmak için açılmış bir boşluktur. Heidegger’in “varlık unutulmuştur” önermesi, Şubat’ta yeniden yankı bulur; çünkü bu ay, varlığın sessizce kendini hatırlattığı bir aralıktır. Şubat, zamanın kendini geri çekerek anlam kazandığı bir boşluktur; tıpkı suskunluğun, sözden daha çok şey söylediği anlar gibi.
Ve belki de bu yüzden, Şubat ayı, aşkın da en kırılgan hâline ev sahipliği yapar. Sevgililer Günü’nün bu ayda yer alması tesadüf değil, varoluşsal bir ironidir: en kısa ayda, en uzun duyguların kutlanması. Aşk, tıpkı Şubat gibi, eksikliğiyle tamamlanır, geçiciliğiyle kalıcı olur. Bu ay, hem zamanın hem duyguların sınırlarını sorgulatan bir aynadır. Şubat, yılın en kısa cümlesidir ama en uzun anlamını içinde saklar. Ve insan, bu cümleyi her yıl yeniden okur; eksik harfleriyle, tamamlanmamış duygularıyla, ama hep derin bir iç çekişle.
Bu ay, doğanın suskunluğunun en yoğunlaştığı andır. Ağaçlar hâlâ çıplaktır, toprak henüz uyanmamıştır; gökyüzü gri bir düşünce gibi ağır, kar ise hâlâ varlığını sürdüren bir örtü gibi yeryüzünü sarmalar. Şubat, doğanın içe çekildiği, kendiyle baş başa kaldığı bir tefekkür mevsimidir. Bu içe dönüş, insanın da kendi iç âlemine yönelmesini çağırır. Dış dünyanın sessizliği, iç dünyanın sesini daha duyulur kılar. Şubat, bu anlamda, yalnızca bir ay değil, bir içsel iklimdir; düşüncenin, sorgulamanın ve yeniden doğuşun eşiğidir.
Felsefi düzlemde Şubat, zamanın lineer akışına karşı bir itiraz gibidir. Onun eksik günleri, bize zamanın mutlak değil, kurgusal bir yapı olduğunu hatırlatır. Takvimdeki bu eksiklik, aslında bir fazlalıktır: düşünmek için, durmak için, yeniden kurmak için açılmış bir boşluktur. Heidegger’in “varlık unutulmuştur” önermesi, Şubat’ta yeniden yankı bulur; çünkü bu ay, varlığın sessizce kendini hatırlattığı bir aralıktır. Şubat, zamanın kendini geri çekerek anlam kazandığı bir boşluktur; tıpkı suskunluğun, sözden daha çok şey söylediği anlar gibi.
Ve belki de bu yüzden, Şubat ayı, aşkın da en kırılgan hâline ev sahipliği yapar. Sevgililer Günü’nün bu ayda yer alması tesadüf değil, varoluşsal bir ironidir: en kısa ayda, en uzun duyguların kutlanması. Aşk, tıpkı Şubat gibi, eksikliğiyle tamamlanır, geçiciliğiyle kalıcı olur. Bu ay, hem zamanın hem duyguların sınırlarını sorgulatan bir aynadır. Şubat, yılın en kısa cümlesidir ama en uzun anlamını içinde saklar. Ve insan, bu cümleyi her yıl yeniden okur; eksik harfleriyle, tamamlanmamış duygularıyla, ama hep derin bir iç çekişle.
Şubat ya da küçük ay (halk arasında gücük
ay), Gregoryen Takvimi'ne göre yılın 2. ayı. Artık yıllarda 29, diğer
yıllarda 28 çeker.
Artık yıllar, 4 ile kalansız
bölünebilen yıllardır (400 ile bölünemeyen yüzyıl başları hariç). Örneğin 2008
yılı artık yıl iken 2100 yılı artık yıl değildir.
Kökenbilim
Süryanice Şabat sözcüğünden Türkçeye
geçmiştir.
Şubat ayının batılı dillerdeki
adları, Roma arınma Tanrıçası Februus’un adından gelir. Kış mevsimi aysız
olarak kabul edildiği için Ocak ve Şubat, Roma takvimine sonradan eklenmiştir.
Bu değişiklik, Numa Pompilius tarafından, takvimi, standart kameri yıl ile bir
hizaya getirebilmek için yaklaşık M.Ö. 700’lerde yapılmıştır.
28 ve 29 gün çekmesinin nedenleri
Bugün kullandığımız Gregoryen
takviminin kökeni, Roma İmparatoru Julius Caesar’ın, Mısırlı astronomi bilgini
Sosigenes’e yaptırdığı “Julyen” takvimidir. Bu takvime göre bir yıl 365 gün
sürer ve her yıldan 6 saat artar. Artan bu saatler her 4 yılda, bir gün eder ve
yıla eklenir. Böylece bir yıl, 4 yılda bir 366 güne çıkar. Ne var ki 366 sayısı
12’ye tam olarak bölünmediğinden bazı ayların 30 bazı ayların da 31 çekmesi
uygun görülür. Julyen takviminde yılbaşı, mart ayındadır ve buna göre şubat,
yılın en son ayıdır. “July” olarak bilinen temmuz ayı, Julius Caesar’ın adını
taşır ve 31 gün sürer.
Caesar’dan sonra yaşayan bir başka
Roma İmparatoru Augustus da kendi adını bir aya verir. Ne var ki Ağustos
(Augustus’un adından) ayının 30, Caesar’ın adını taşıyan Temmuz ayının 31
çekmesini haşmetine yakıştıramayan İmparator Augustus, kendi adıyla anılan ayın
da 31 gün sürmesini emreder. Bunun üzerine astronomlar, yılın son ayı olan
şubattan bir günü alıp, ağustos ayına ekler. Böylece 30-29 gün döngüsü yaşayan
şubat ayı 29-28 gün olarak belirlenir.
Şubat, yıl Mart ile başladığı için
Roma takviminin son ayı idi. Belirli zaman aralıklarında Romalı rahipler, yılı
mevsimlerle hizalayabilmek için, Şubat'tan sonra araya bir eklenti ay (Mercedonius)
yerleştiriyorlardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder