30 Nisan 2015 Perşembe

Sen sadece iyi insan olma mücadeleni arttır.....


Allah sana kötülük yapanın cezasını verirken, bazen senin görmeni istemez, insansın sonuçta egona yenilip, oh olsun dersin de, içine fitne eklenir diye. Uzakta, sen görmeden halleder. Bazen de süreci uzatır, sana unutturur, ona ise yıllar sonra toplu bir ceza verir. Kimin, neyi, ne kadar hak ettiğini sen bilemezsin. Bilme ki düşman gibi pusuda bekleme! Sen sadece iyi insan olma mücadeleni arttır.

İnsan, sınırlı idrakiyle adaletin zamanını ve biçimini tayin etmeye meyleder; çünkü varoluşun kırılganlığı içinde, haksızlığa uğramak, benliğin en derin yaralarından birini açar. Ancak ilahi adalet, insanın arzularına değil, hakikatin terazisine göre işler. Bu adalet, çoğu zaman gözle görülmez, kulakla işitilmez; çünkü onun amacı, yalnızca cezalandırmak değil, aynı zamanda insanın içsel dengesini korumaktır. Zira kötülüğe uğrayanın “oh olsun” demesiyle başlayan içsel çürüme, adaletin kendisini kirletir; bu nedenle, ceza çoğu zaman gözlerden uzak, kalplerden ırak bir yerde tecelli eder.

İlahi müdahale, insanın egosunu tatmin etmek için değil, varlığın bütünlüğünü muhafaza etmek için vardır. Bu yüzden bazen süreç uzar, zaman genişler, failin cezası ertelenir. Bu erteleme, bir ihmal değil, bir pedagojidir; çünkü unutmak, insanın iyileşme biçimidir. Failin yıllar sonra karşılaştığı toplu ceza, yalnızca bir hesaplaşma değil, aynı zamanda bir hatırlatmadır: her eylem, zamanın dokusunda iz bırakır ve bu iz, vakti geldiğinde yankı bulur. Bu yankı, ne intikamdır ne de öç; o, yalnızca hakikatin gecikmiş bir tezahürüdür.

İnsanın düşman gibi pusuda beklemesi, adaleti değil, nefreti besler. Beklemek, çoğu zaman içsel bir zehir üretir; çünkü göz, cezayı görmek ister, kalp ise tatmin arar. Oysa bilmemek, bir erdemdir; çünkü bilmemek, yargılamamayı getirir, yargılamamak ise insanı hakikate daha yakın kılar. Kimin neyi hak ettiğini bilmemek, insanın haddini bilmektir. Bu sınır, insanı Tanrı’nın yerine geçmekten alıkoyar; çünkü adaletin nihai sahibi, zamanın ve mekânın ötesinde hüküm süren kudrettir.

Bu nedenle, insanın asli görevi, kötülüğe karşı pusuda beklemek değil, iyiliği çoğaltmaktır. İyi insan olma mücadelesi, yalnızca bireysel bir etik tavır değil, aynı zamanda kozmik bir dengeye katkıdır. Her iyilik, kötülüğün ağırlığını azaltır; her sabır, adaletin sessizliğine bir saygı duruşudur. Ve belki de en büyük adalet, kötülüğe uğrayanın kötülüğe dönüşmemesidir. Çünkü hakikat, en çok iyiliğin sabrında tecelli eder.

29 Nisan 2015 Çarşamba

biriyle küsünce


Biriyle küsünce şuna dikkat edin.
Kim küstüğünün arkasından
Başkasına konuşuyorsa suçlu odur.
Haklı olan emindir sadece üzülür.
Haksız olan ise toplar herkesi,
Seni çekiştirir.
O sadece köpürür.
Unutma ortalık durulunca
Köpük gider, su kalır.

28 Nisan 2015 Salı

Çingeneler (Kainatın müziğe, eğlenceye, neşeye adanmış varlıkları)

Çingenelik, yalnızca etnik bir kimlik ya da sosyolojik bir kategori değil, aynı zamanda varoluşun sabitlenemeyen, köksüzleşmeyi reddeden bir biçimidir. Bu biçim, yerleşik hayatın sınırlarını aşan, mekâna ve zamana karşı özgün bir duruş sergileyen bir yaşam felsefesini imler. Çingene, Batı metafiziğinin “yer” ve “aidiyet” saplantısına karşı, hareketin ve geçiciliğin etik ve estetik bir savunusudur. Onun göçü, yalnızca fiziksel bir yer değiştirme değil, aynı zamanda sabit kimliklerin, sınırların ve normların reddidir. Bu yönüyle çingenelik, Derrida’nın “fark” kavramıyla örtüşen bir varoluş biçimidir: hep ertelenen, hep başka olan, ama asla yok olmayan.

Çingene kültürü, modernitenin homojenleştirici ve disipline edici yapısına karşı bir direnç alanı oluşturur. Müzikleri, dansları, renkleri ve ritüelleri, yalnızca folklorik bir zenginlik değil, aynı zamanda bir epistemolojik başkaldırıdır. Bu kültür, logosun hâkimiyetine karşı pathosun, düzenin karşısında kaosun, yazının karşısında sözlü geleneğin tarafındadır. Bu bağlamda çingene, Batı aklının dışladığı “öteki”dir; ama bu dışlanmışlık, onu edilgen kılmaz. Aksine, bu dışarılık hâli, ona özgürlükle yoğrulmuş bir içsel bütünlük kazandırır. Çünkü çingene, sınırların dışında değil, sınırların kendisinde yaşar.

Toplumun çingeneye yönelttiği bakış, çoğu zaman egzotizmle ötekileştirme arasında salınır. Onlar ya romantize edilir ya da kriminalize; ya büyülenerek izlenir ya da korkuyla dışlanır. Bu ikili bakış, aslında yerleşik düzenin kendi istikrarsızlığını örtme çabasıdır. Çünkü çingene, yerleşik olanın bastırdığı arzuları, unuttuğu özgürlükleri ve terk ettiği doğallığı temsil eder. Onun varlığı, düzenin kırılganlığını ifşa eder. Bu yüzden çingene, yalnızca bir birey değil, bir aynadır: toplumun kendine bakmaktan kaçındığı, bastırdığı imgeleri yansıtan bir yüzey.

Çingenelik, bir kimlikten ziyade bir varoluş biçimidir; sabitlenemeyen, tanımlanamayan, ama hissedilen bir ruh hâlidir. Onlar, zamanın doğrusal akışına değil, döngüsel ritmine inanırlar; mekânı sahiplenmez, onunla akarlar. Bu akışkanlık, modern insanın kaybettiği bir bilgeliği taşır: aidiyetin, sabitlikte değil, ilişkide ve hareketlilikte bulunduğu bilgisi. Ve belki de en çok bu yüzden, çingeneler, dünyanın en özgür tutsaklarıdır; çünkü onların zinciri yoktur, ama yolları vardır. Onlar, varoluşun haritasında sabit bir nokta değil, sürekli hareket eden bir izdir.


Yüzyıllar boyunca dünyanın her yerinde, türlü milletler içinde yaşadıkları halde, Çingeneler daima ayrı tutulmuş, içinde bulundukları halkla kaynaşamamışlardır. Onlar hem tam içimizde, hem de bize en uzak bir noktadadırlar. Biz de istemeyiz onlara "gereğinden fazla" yaklaşmayı. En radikal geçinenlerimizin bile kuralları vardır. Ama onların yoktur. Çünkü Çingeneler genel kurallara uymazlar. Çünkü bu kurallar bizim kurallarımızdır, onlar bunları takmazlar. Onların kuralları sanki kuralsızlık üstünedir. Bu nedenle hiçbir şeye sahip değildirler. Çingenelerin Anadolu'da, hele İstanbul'daki varlıkları Türkler'den çok eskidir. Bizans belgelerinde İmparator IX Konstantinos Monomahos'un 1055 yılında Çingeneleri İstanbul'a getirttiği ve onlara "Athinganoi" dendiği yazılıdır. Sonraları çeşitli yazmalarda Çingenelerden sihirbaz, falcı, yılan oynatıcı olarak bahsediliyor.  Ayrıca demircilik, nalbantlık yapan, elek imal eden Çingeneler, belgelere göre "asıl meslekleri" olan hırsızlık, dilencilik ve karabüyücülüğe dönmüşlerdir zamanla. Evliya Çelebi ise, Fatih Sultan Mehmet'in Çingeneleri Gümülcine ve Muğla'dan İstanbul'a getirerek Balat civarına yerleştirdiğini yazar. Ancak Fatih'in torunu Kanuni, dedesinin bu icraatından memnun kalmamış olsa gerek, Çingenelere pek insaflı davranmamış. Osman Şerefgil'in Osmanlı arşivlerinden aktardığına göre, Kanuni Sultan Süleyman Rumeli  eyaletindeki kadılara gönderdiği emirle hırsızlık ve soygunculuk yapan Çingenelerin kürek cezasına çarptırılmasını istemiş. Ayrıca ata binmelerini, eşek ve öküz kullanmalarını, aşağı yukarı gezinmelerini yasaklamış ve sakin sakin kendi işlerini görmelerini buyurmuş. Ancak ne padişah buyruğu, ne kadı cezası onları bildikleri yoldan alıkoymaya yetmemiş tabii. Eremya Çelebi, İstanbul Tarihi'nde, Topkapı'nın iç ve dış bölgesinde yaşayan Ermeni Çingenelerden "poşo" olarak bahseder. İçlerinden bazıları III. Ahmet zamanında Müslüman olmuşlardır. İstanbul Çingeneleri çoğunlukla kentin kırsal kesimlerinde, surdiplerinde ve kenar mahallerde yaşıyorlardı. Sulukule, Balat, Ayvansaray, Kuştepe, Dolapdere, Hacıhüsrev, Üsküdar Selamsız, Karagümrük Sultan Mahallesi, Lonca gibi semtleri mekan tutmuşlardı.
Çingene'nin İşi: Osmanlıda Çingeneler göçebe ve Lonca Çingeneleri olarak ayrılabilir. Bir çeribaşının idaresinde kentten kente gezen göçebe Çingeneler elekçilik, sepetçilik, hasır örücülüğü, ayıcılık, maymunculuk yaparladı.
Müzik, dans, gösteri ve kehanet zanaatında ustalaşan Çingenelerin yazılı bir tarihi yok aslında. Mesleklerinden mesken tuttukları yerlere, Çingeneler hakkında ipuçlarını Padişah fermanları, kartpostallar, polis kayıtları, seyahatnameler ve benzeri kaynaklardan ediniyoruz.
Kökleri, Dilleri, Dinleri: Genel kanı, Çingeneler'in Hindistan kökenli oldukları yönünde... Gittikleri hemen her yerde zulüm gördüklerinden, göç etmeye devam etmişler, pek azı yerleşik düzene geçmiş. 17. yüzyılda Almanya ve Fransa'da görülen Çingenelerin aslında Mısırlı oldukları zalim bir hükümdar tarafından dinlerini değiştirmeye zorlandıkları söylenir. İddiaya göre, günahlarını affettirmek için Roma'ya gitmiş ve sürdürecekleri bu hayat karşılığı Papa'nın onları günahlarından arındıracağına inanmışlardı. İngilizcede Çingenelere "gypsy" denmesinin nedeni de Mısır'ın Amgyptos kentinden geldiklerine inanılmasıdır. Müslüman Çingenelere Türkçe'de Kıpti de denmiştir. Bir varsayıma göre ise Mısır ahalisinden Kopt kavmine ait olduklarından Kıpti ismini aldıkları yönünde... Bugün dünyada değişik ülkelerde yaşayan beş-altı milyon Çingene genellikle yaşadığı ülkenin dil ve dinini benimsemiş durumda. Çingenece diye bir dilden bahsetmek mümkün olmasa da tüm dünya Çingenelerinin kullandığı ortak sözcükler var. Çingenelerin dini inançlarını en iyi anlatan ise belki de Evliya Çelebi'nin şu satırları: Çingeneler kafirler ile kızıl yumurta, Müslümanlar ile Kurban Bayramı, Yahudiler ile Kamış bayramı yapan bir kavimdir. Tarihçiler, vaftiz olmadan ölen Katolik, sünnet olmadan ölen Müslüman Çingenelerden bahseder.
Çingene değil "Roman":  Her yıl 5 Mayıs'ta kutlanan Kakava Çingene bayramı bir cümbüş, bir renk ve eğlence curcunası aslında. Kakava bahar bayramı, birçok inancın; doğunun Hıdrellezi, batının Aziz İlyas kutlamalarının yapıldığı gün. Ortadoğu'nun Nevruz ateşi, Hindular'ın Ganj'ı niyetine Tunca suyu Kakava'nın içinde aşure oluvermiş. Kendi kökenlerine hiç de yabancı olmayan ateş ve su, pagan, şaman ve Zerdüşt inançlarından fırlayıp çıkmış sanki.
Mimozalar Çingeneler Gibidir: Şehir hayatıyla barışıp medeniyete alışan, asimile olmuş Çingenelerden söz edilse de unutmayalım ki Çingeneler çoğunlukla kendi içlerinde evlenirler. Birilerine uymaktansa birilerini kendilerine uydurmayı tercih ederler. Yerleşerek ev kurdukları  muhitler, mahalleler şehrin en az rağbet gören yerleri olduğundan aynı zamanda en ucuz bölgeleri olarak kalmıştır. Dar gelirli pek çok Çingene olmayan aile de bu bölgelere yerleşmiş ve zaman içinde Çingenelerin alışkanlıklarını edinmiş; yaşam tarzları, giyim kuşamları değişerek asimile olmuşlardır.

25 Nisan 2015 Cumartesi

Giorgia Fiorio


Kadın fotoğrafçı, kahramanları, sert erkekleri, aralarına dişi sineğin bile giremediği erkek topluluklarını seviyor. New York’un zenci boksörlerinin hayatı, Ukraynalı maden işçileri, Saint Petersbourg’un denizcileri, matadorların ve serüvencilerin yaşam tarzları ise en ilgisini çekenlerden... 1990 yılında New York Uluslararası Fotoğrafçılık sınıfında okurken bir eğitimci kendisine fotoğrafçılığı terk edip, sınıfı bırakması konusunda tavsiyede bulundu. O bu fikri çok saçma bulup, yılsonu çalışmaları için “boksörler” temasını seçti. Hiçbir zaman sipariş üzerine çalışmamayı kendime prensip edindim. Matador, madenci ya da maceraperest erkeklerin dünyaları onun ilgi odağı. Erkeklerin “ilkel” davranışlarına, o, şefkat ve “aşkla” yaklaşıyor. Erkeklerin dünyasında sadece ölüm teması gerçektir ve değişmez. Diğer her şeyin değiştiğini keşfettim. Bazıları cesur olduğu için matador, kimileri de seçim şansı olmadığı için Ukrayna’da madenci... Gittiği yerlerde uzun bir zaman dilimi geçirdiği için, her defasında önce gideceği ülkenin dilini öğreniyor ve fiziksel olarak hazırlanıyor. “Sırtım üzerinde sekiz kilo taşıyorum ve karşılaşabileceğim riskleri önemsemiyorum. Hedefim sadece formda olmak” diyor ve devam ediyor: Röportaj sırasında korunduğumu ve ölümsüzlüğe ulaştığımı hissediyorum. İnsanlara önyargı ile yaklaşanlardan nefret ediyorum. Ama ne yazık ki günümüzde herkes önyargılı. İşte bu nedenle serüvenciler üzerine yaptığım çalışma öncesi, onların hakkındaki ayrıntıları öğrenmek istemedim. Bunu aslında bir arkeoloji çalışmasına benzetebiliriz ve benim de onlara tarafsız bir açıdan bakabilmem için bu çalışmayı yapmam gerekiyordu. İnsanlar neden sadece erkeklerin fotoğraflarını çektiğimi merak ediyorlar. Ben de onlara soruyorum: Peki neden bazı fotoğrafçılar sadece moda çekimi yaparlar? Rusya’da baletlerin çekimini yaptım. Karşı cinsin teni tanımadığım bir dünyaya açılan kapı gibi. Aylarca her şeyi paylaştığı kişilerden ayrılma vakti gelince Giorgia çantasını sırtına atıyor ve dünyanın belirsiz bir köşesine hareket ediyor. Bu hiç de kolay değil, her zaman bir  “son gün” yaşıyorum. Onlara güneşi vaat ediyorum, bir gün geri geleceğimi, güzel haberler getireceğimi. Ama onları bir daha hiç göremeyeceğimi ve vaat ettiklerimi yapamayacağımı da biliyorum. İnsanların fotoğrafını çekmeniz için, mutlaka bir sebebiniz olmalı ki, sizi sorguladıkları vakit onları çabucak ikna edin. Örneğin, Rusya’da ortak bir hücreyi paylaşan idama mahkûm hükümlülerin fotoğraflarını çekmek istemiştim. Mahkûmlar neden fotoğraflarını çekmek istediğimi sorunca da, Ruslar üzerine bir kitap hazırladığımı belirttim. Bunun üzerine aralarından biri, “Evet, bizi çekin. Siz bizi dünyaya taşıyacaksınız” dedi. Mühim olan arkanda bırakabileceğin bir şeylerin var olması. Her şeyi fazla ciddiye almadan.
 
 Giorgia Fiorio, İtalya'nın sanatsal çok yönlülüğüyle öne çıkan bir figürdür: hem müzik hem de fotoğraf alanında iz bırakmış bir sanatçıdır.

🎤 Sanat Yolculuğu: Müzikten Fotoğrafa

- Giorgia Fiorio, 23 Temmuz 1967’de Torino, İtalya’da doğmuştur. Babası ünlü spor yöneticisi Cesare Fiorio, kardeşi ise ralli pilotu Alex Fiorio’dur⁽¹⁾.
- Sanat kariyerine 1982 yılında şarkıcılık ve oyunculuk ile başlamıştır. Özellikle Sanremo Müzik Festivali’ne 1983’te “ Avrò” adlı şarkısıyla katılarak dikkat çekmiştir. Bu parça ticari başarı elde etmiş, ancak 1984’teki “ Se ti spogli” adlı şarkısı daha az ilgi görmüştür.
- 1988’de “ Io con te” adlı şarkıyla tekrar Sanremo’ya katılmış, ancak beklediği başarıyı elde edememesi üzerine müzik kariyerini sonlandırmıştır⁽¹⁾.

📸 Fotoğraf Sanatçısı Olarak Dönüşüm

- Müzik kariyerinden sonra Giorgia Fiorio, fotoğrafçılığa yönelmiş ve bu alanda uluslararası tanınırlık kazanmıştır.
- Fotoğrafçılıkta özellikle insan doğası, maneviyat ve kimlik temalarını işleyen çalışmalarıyla öne çıkmıştır. Belgesel tarzındaki projeleri, farklı kültürleri ve ritüelleri derinlemesine inceleyen antropolojik bir duyarlılıkla şekillenmiştir.

24 Nisan 2015 Cuma

hangi parfümü ne zaman sürmeli?

Koku, insan varoluşunun en kadim ve sezgisel duyularından birine hitap eder; o, yalnızca bir duyum değil, aynı zamanda bir hafıza, bir çağrışım ve bir kimliktir. Parfüm ise bu duyusal evrende, bireyin zamana ve mekâna bıraktığı görünmez bir iz, bir varlık beyanıdır. Her anın, her bağlamın kendine özgü bir kokusal dili vardır; alışverişin telaşlı adımlarında Must de Cartier’nin aristokratik dinginliği, Tiffany’nin kristal berraklığı ya da Champs Elysées’nin nostaljik zarafeti, tüketim ritüelinin estetik eşlikçileri olarak belirir. Bu kokular, yalnızca birer aksesuar değil, bireyin kamusal alandaki varlığını biçimlendiren metafizik dokunuşlardır.

Spor anı, bedenin doğayla kurduğu en içten ilişkidir; terin, nabzın ve nefesin ritmiyle uyumlu bir koku, bu fiziksel varoluşun estetik tamamlayıcısıdır. New West’in serinliği, Polo Sport’un dinamikliği ya da Davidoff Cool Water’ın okyanus ferahlığı, yalnızca bedeni değil, zihni de arındırır. Bu kokular, Heidegger’in “aletler dünyası”nda işlevselliğin ötesine geçerek, eylemin kendisine bir anlam katmakla kalmaz, aynı zamanda bireyin kendisiyle kurduğu içsel diyaloğu da dönüştürür. Spor, burada yalnızca bir fiziksel etkinlik değil, bir varoluş pratiğidir; koku ise bu pratiğin sessiz tanığıdır.

İş ortamı, bireyin toplumsal maskeleri kuşandığı, kimliğini disiplinin ve düzenin kalıplarına göre şekillendirdiği bir sahnedir. Jill Sander No.4’ün sofistike mesafesi, Dune’un içe dönük zarafeti ya da Envy’nin kontrollü cazibesi, bu sahnede oynanan oyunun kokusal replikleridir. Öğle yemeğinde ise Miss Dior’un naifliği ya da Eden’in pastoral dokusu, gündelikliğin içinde bir soluklanma anı yaratır. Bu kokular, zamanın akışında bir parantez açar; bireyin kendine döndüğü, dış dünyanın taleplerinden geçici olarak azade olduğu anların kokusal suretidir.

Gecenin düşsel sahnesinde, kokteyller ve partiler, varoluşun teatral boyutunu açığa çıkarır. Organza’nın mitolojik zarafeti, Allure’ün baştan çıkarıcı denge arayışı ya da Angel’ın kozmik dokunuşu, bireyin kendini yeniden inşa ettiği anların kokusal manifestosudur. Shalimar’ın oryantal derinliği ya da Champagne’in ironik neşesi, bu yeniden doğuşun parfümerik alegorileridir. Parfüm, burada yalnızca bir koku değil, bir varlık biçimidir; zamanın ruhuna eşlik eden, mekânın anlamını dönüştüren ve bireyin görünmeyen ama hissedilen izini taşıyan bir metafizik dokunuş. Kokular, zamanın içinde değil, zamanla birlikte var olur. Ve insan, her anın kokusunu seçerken, aslında kim olmak istediğine karar verir.


Alışverişte: Must de Cartier; Tiffany; Champs Elysees, Guerlain; Week end,  Burberrys; Jean-Paul Gaultier.
 
Spor Yaparken: New West, Aramis; Polo Sport, Ralph Lauren; L’Eau d’Issey, Miyake; Gio, Giorgio Armani; Davidoff Cool Water. 
 
İşe Giderken: Jill Sander No.4; Dune, Christian Dior; Eternity, Calvin Klein; Envy, Gucci; Acte 2 Escada. 
 
Öğle Yemeğinde: Miss Dior; Pleasure, Estee Lauder; Eden, Cacharel; Elysium, Clarins; White Linen Breeze, Estee Lauder. 
 
Kokteylde: Organza, Givenchy; Treso, Lancome; Dolce Vita, Christian Dior; Allure, Chanel;  Angel, Thierry Mugler. 
 
Partide: Shalimar, Guerlain; Coco Chanel; Champagne, YSL; Donna Karan; Diva, Ungaro.

22 Nisan 2015 Çarşamba

anaïs nin

Anaïs Nin (1903–1977), 20. yüzyılın en özgün ve cesur yazarlarından biri olarak, özellikle günlükleri ve erotik edebiyat alanındaki öncü çalışmalarıyla tanınır.

📚 Hayatı ve Edebi Kimliği

- Tam adı: Angela Anaïs Juana Antolina Rosa Edelmira Nin y Culmell
- Doğum: 21 Şubat 1903, Neuilly-sur-Seine, Fransa
- Ölüm: 14 Ocak 1977, Los Angeles, ABD
- Köken: Kübalı bir ailenin çocuğu olarak Fransa’da doğdu. Babası besteci Joaquín Nin, annesi ise klasik müzik eğitimi almış bir şarkıcı olan Rosa Culmell’di.

✍️ Edebi Katkıları

- Anaïs Nin, 11 yaşından itibaren günlük tutmaya başladı ve bu günlükler, onun yaşamı boyunca süren içsel yolculuğunun hem tanığı hem de tanımı oldu. Bu günlükler, yalnızca kişisel bir anlatı değil, aynı zamanda 20. yüzyılın kültürel ve entelektüel panoramasını yansıtan bir belge niteliğindedir.
- İlk kitabı olan D.H. Lawrence: An Unprofessional Study 1932’de yayımlandı. Ancak asıl ününü, 1966’da yayımlanan günlüklerinin ilk cildiyle kazandı.
- Nin’in yazıları, özellikle kadın arzusu, cinsellik ve bilinçaltı üzerine yoğunlaşır. Bu yönüyle, ikinci dalga feminizmin yükselişiyle birlikte yeni kuşaklar tarafından keşfedildi ve benimsendi.
- Henry Miller ile olan ilişkisi ve bu ilişkinin edebi yansımaları, onun yazınsal kimliğini derinleştiren önemli bir etkendir.

💔 Yaşamındaki Çelişkiler

- Nin’in yaşamı da yazıları kadar sıra dışıydı. Aynı anda iki erkekle evli kaldı: Hugh Parker Guiler ile 1923’te evlendi, 1955’te ise Guiler ile evliliği sürerken Rupert Pole ile ikinci bir evlilik yaptı. Her iki eş de uzun süre birbirlerinden habersizdi.
- Bu ikili yaşam, onun kimlik, sadakat ve aşk üzerine yazdığı metinlerdeki çok katmanlılığı da besledi.

Anaïs Nin’in eserleri, yalnızca edebi birer metin değil, aynı zamanda kadın kimliğinin, arzunun ve içsel özgürlüğün felsefi bir sorgulamasıdır. Onun yazdıkları, hem bireysel hem kolektif bilinçdışına açılan birer kapı gibidir. Dilersen onun en etkileyici alıntılarını, kitap önerilerini ya da Henry Miller’la ilişkisini edebi bağlamda da inceleyebiliriz.


Yaşadıklarım, hissettiklerim, hayallerim, hayal kırıklıklarım... Her şey, ama her şey günlüğümün bir parçası haline geliyordu. Kendi yargılarım önemliydi benim için. Hayatımı böyle tanımlıyordum... En küçük bir darbede yıkılabilecek olan görkemli bir harikalar diyarı. Kendime küçük bir klasör aldım ve üzerine “Yalanlar Kutusu” yazdım. Yaptığım her şeyi fişliyordum artık. Sıkıcılık günahların en büyüğüydü bence.

21 Nisan 2015 Salı

Bodrum... Bodrum...


Bodrum'u düşünürken maviyi düşlüyor insan. Sonra beyaz ve yeşil... Dar sokaklar, küçük meydanlar, taş duvarlar, beyaz evler... Bir ahşap  kepenk, demir bir kapı, mor bongonviller. Deniz kıyısında yediği balığı, barlar sokağında içtiği rakıyı, meyhaneler sokağında dinlediği fasılı düşünüyor. Neyzen Tevfik'i, Cevat Şakir'i....
 
 Bodrum, yalnızca bir coğrafi mekân değil, aynı zamanda belleğin ve düşlerin iç içe geçtiği bir varoluş sahnesidir. Mavi, burada yalnızca bir renk değil, varlığın hafifleme arzusu, sonsuzlukla kurulan estetik bir ilişki biçimidir. Beyaz evler, taş duvarlar ve mor begonviller, zamanın dokusuna sinmiş birer simge olarak, insanın mekânla kurduğu ontolojik bağın dışavurumudur. Bu bağlamda Bodrum, Heidegger’in “yer” kavramıyla örtüşen bir anlam taşır: insanın kendini mekânda değil, mekânla birlikte var ettiği bir sahne. Her sokak, her meydan, her kepenk, varlığın estetik bir biçimde açığa çıktığı birer metafizik eşiktir.

Deniz kıyısında yenen balık, barlar sokağında içilen rakı, meyhaneler sokağında dinlenen fasıl; bunlar yalnızca birer eylem değil, ritüel niteliği taşıyan varoluş pratikleridir. Bu pratikler, insanın gündelikliğin sıradanlığı içinde anlam arayışına yöneldiği anlarda belirir. Rakı, burada bir içki değil, bir düşünce aracıdır; fasıl, yalnızca müzik değil, kolektif hafızanın melodik bir tezahürüdür. Bodrum’un bu yönüyle bir tür “liminal alan” olduğunu söylemek mümkündür: bireyin kendilik sınırlarını aşarak, zamanın ve kimliğin ötesine geçtiği bir eşik mekân. Bu eşikte, varlık hem çözülür hem yeniden kurulur.

Neyzen Tevfik ve Cevat Şakir, Bodrum’un yalnızca tarihsel figürleri değil, aynı zamanda bu mekânın felsefi ruhunu taşıyan arketipleridir. Neyzen’in mistik sarhoşluğu ve Cevat Şakir’in hümanist yalnızlığı, Bodrum’un ontolojik derinliğini besleyen iki ayrı damar gibidir. Onların varlığı, mekânın yalnızca fiziksel değil, düşünsel bir zemin olduğunu gösterir. Bodrum, bu anlamda bir “topos”tur; düşüncenin, şiirin ve varoluşun iç içe geçtiği bir yer. Onların izleri, sokaklarda değil, zamanın kıvrımlarında dolaşır; her rüzgârda, her dalga sesinde yankılanır.

Bodrum, bir mekân olmaktan çıkarak bir düşünce biçimine dönüşür. İnsan, burada yalnızca tatil yapmaz; kendini, zamanını ve anlamını yeniden düşünür. Maviyle düşlenen, beyazla arınan, yeşille köklenen bu yer, varlığın estetik bir hafifliğe kavuştuğu nadir coğrafyalardan biridir. Bodrum’u düşünmek, aslında kendini düşünmektir; çünkü mekân, insanın aynasıdır. Ve belki de en çok bu yüzden, Bodrum’un sokaklarında yürümek, varoluşun en derin sorularına sessizce eşlik etmektir.

19 Nisan 2015 Pazar

istanbul ne renk

İstanbul, yalnızca bir şehir değil, bir varlık biçimidir; onun rengi, biçimi ve sesi, insanın duyusal ve düşünsel evreninde bir özneye dönüşür. Bal rengiyle tanımlanan bu şehir, sabit bir tonun değil, değişken bir ruh halinin temsilidir. Tıpkı Spinoza’nın “substans” kavramı gibi, İstanbul’un özü tekil ve bütüncülken, tezahürleri sonsuzdur. Gözleri bal rengidir; ama bu gözler, mavi bir giysiyle yeşile, hüzünle griye dönüşebilir. Bu dönüşüm, şehrin yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda duygusal ve metafizik bir organizma olduğunu gösterir. İstanbul, bir portre değil, bir ruhun resmidir.

Bu şehir, insanın içsel durumlarıyla rezonansa giren bir aynadır. Ortaköy’de içilen çay, yalnızca bir içecek değil, varoluşun hafifletilme ritüelidir. İnce belli bardakta sunulan bu çay, zamanın yavaşlatıldığı, düşüncenin berraklaştığı bir aralıktır. Kuzguncuk’un sokakları, insanın kendine döndüğü, kalabalığın içindeki yalnızlığını anlamlandırdığı bir sahnedir. İstanbul’un bal rengi, bu sahnelerin ortak tonudur; çünkü bu renk, hem sıcaklığı hem melankoliyi, hem geçmişi hem arzuyu içinde taşır. Bu bağlamda, İstanbul’un rengi, onun zamansal ve duygusal çokluğunun bir simgesidir.

New York’la kurulan karşılaştırma, mekânın insan üzerindeki etkisini evrensel bir düzleme taşır. Manhattan’da içilen bir kahveyle İstanbul’da içilen bir çay, aynı varoluşsal cümleyi kurar: “İyi ki buradayım.” Bu cümle, mekânın yalnızca fiziksel değil, ontolojik bir sığınak olduğunu gösterir. Şehir, burada bir coğrafya değil, bir kimliktir. New York’lu olmak bir tutkuysa, İstanbul’lu olmak bir teslimiyettir; çünkü İstanbul, insanı kendine çeken değil, içine alan bir şehirdir. Onun bal rengi, bu teslimiyetin rengidir: tatlı, yoğun, değişken ve derin.

İstanbul, bir şehir olmaktan çıkarak bir varlık haline gelir. Onun rengi, sabit bir pigment değil, bir ruhun titreşimidir. Bal rengi, bu titreşimin en temel tonudur; çünkü o, hem ışığı hem gölgeyi, hem arzuyu hem hüznü taşır. İstanbul’u anlamak, onun rengini anlamakla başlar; çünkü renk, varlığın en sessiz ama en güçlü dilidir. Ve belki de bu yüzden, İstanbul’un bal rengi gözlerine bakmak, insanın kendi içindeki katmanları görmeye başlamasıdır. Şehir, bir aynadır; ama bu ayna, yalnızca dışı değil, içi de gösterir.


İstanbul bence bal rengi. Sanki bir kişi, bir portre gibi... Ve benim için bir dişi o. Bir kadın. Onun gözleri bal rengi. Yüzünün rengini de bu renk belirliyor. Giydiği giysiye göre de gözlerinin reni değişiyor. Mavi giydiğinde bal renginin içindeki o yeşil ve mavi canlanıyor. Çok hüzünlü olduğunda griye dönüşebiliyor. Tıpkı balı çevirmenizle oluşan yuvarlak halkların oluşturduğu kat kat renkler gibi. Onun için ruh durumuna göre değişken. Ama aslı bal rengi. New York’lu bir arkadaşıma demiştim ki: “Bütün sıkıntılarıma rağmen Ortaköy ya da Kuzguncuk’a gidip şöyle ince belli bardakta çay içmenin bütün sıkıntılara değdiğini düşünüyorum. O da bana Tıpkı bir New Yorklu gibi düşünüyorsun. Sıkıntılarına rağmen oturup da Manhattan’da bir şey içtiğim zaman, iyi ki burada yaşıyorum derim. Böyle bir tutkudur New York’lu olmak dedi.

17 Nisan 2015 Cuma

nisan ayı...

Nisan, doğanın kendini yeniden yazdığı, varoluşun en taze parantezlerinden biridir. Kışın içe kapanan, kabuğuna çekilen doğa, bu ayla birlikte yeniden açılır; tıpkı insanın içsel bir uyanışla kendine dönmesi gibi. Nisan, yalnızca bir takvim ayı değil, aynı zamanda bir bilinç hâlidir: toprağın hafızasından fışkıran yeşil, gökyüzünün berraklaşan mavisi ve yağmurun arındırıcı dokunuşuyla şekillenen bir varlık estetiğidir. Bu mevsim, Heidegger’in “varlığın açığa çıkışı” dediği o eşikte durur; çünkü Nisan’da her şey, kendini yeniden gösterir.

Yağmurun bu ayda taşıdığı anlam, sıradan bir doğa olayının ötesindedir. Nisan yağmuru, yalnızca toprağı değil, insanın içini de yıkar; geçmişin tortularını, kışın donukluğunu ve zamanın yorgunluğunu siler. Bu yağmur, bir tür içsel vaftizdir; bireyin kendini yeniden kurduğu, geçmişle gelecek arasında bir geçit açtığı bir arınma anıdır. Bu bağlamda Nisan, yalnızca doğanın değil, insanın da yeniden doğduğu bir eşiktir. Her damla, bir hatırayı siler, bir umudu yeşertir.

Nisan aynı zamanda çelişkilerin ayıdır: güneşle yağmurun, sıcakla serinliğin, neşeyle hüzün arasında gidip gelen bir ruh hâli taşır. Bu geçişkenlik, insanın da kendi içindeki zıtlıklarla yüzleşmesini sağlar. Tıpkı doğanın bir günde dört mevsimi yaşatması gibi, insan da bu ayda geçmişin yüküyle geleceğin ihtimalleri arasında salınır. Bu salınım, Kierkegaard’ın “ya ya da”sını andırır; seçimle, belirsizlikle ve özgürlükle yüzleşmenin ayıdır Nisan. Bu yüzden, onun güzelliği yalnızca çiçeklerde değil, çelişkilerde de saklıdır.

Sonuç olarak, Nisan, varoluşun en şiirsel ayıdır. O, yalnızca doğayı değil, insanı da yeniden yazan bir zamansal metindir. Her tomurcuk, bir cümle; her yağmur damlası, bir noktalama işareti gibidir. Nisan’da doğa, kendi dilini konuşur; insan ise bu dili anlamaya çalışır. Ve belki de en çok bu yüzden, Nisan’da yürümek, yalnızca bir mevsimin içinde değil, kendi içimizde yürümektir. Çünkü Nisan, dışarıda değil, içeride başlar.



Nisan, Gregoryen Takvimi'ne göre yılın 4. ayı olup 30 gün çeker.
Nisan sözcüğünün, Farsça (nisan), Süryanice (nisanna), Sümerce (nisag = ilk meyveler), Akadca (nisānu) ve İbranice (nîsān) sözcüklerinden alındığı söylenebilir.
Nisan adının İngilizcesi olan April sözcüğünün Latince aprilis'den geldiği rivayet olunur. Klasik etimolojiye göre, Latince aperire (açmak); ağaçların çiçek açmaya başladığı mevsimi ima eder. Aynı tez, modern Yunancada ilkbahar anlamına gelen ἁνοιξις (açmak) ile de destek bulmaktadır.

16 Nisan 2015 Perşembe

nisan... yağmur....

Yağmur, doğanın en kadim ritüellerinden biri olarak yalnızca fiziksel bir olgu değil, aynı zamanda varoluşsal bir deneyimdir. Onun düşüşü, gökyüzünün içsel yükünü boşaltmasıdır; tıpkı insanın iç dünyasında biriken duyguların, düşüncelerin ve sezgilerin dışa vurumu gibi. Ancak bu düşüşe verilen tepki, bireyin varlıkla kurduğu ilişkinin niteliğini açığa çıkarır. Bazıları yağmuru hisseder; yani onunla özdeşleşir, onun ritmini içselleştirir, onunla birlikte var olur. Diğerleri ise yalnızca ıslanır; yağmurun varlığını bedeninde hisseder ama ruhunda yankı bulmaz. Bu ayrım, hissediş ile maruz kalış arasındaki ontolojik farktır.

Yağmuru hisseden birey, fenomenolojik bir derinlikte yaşar; çünkü onun için yağmur, yalnızca bir doğa olayı değil, bir anlam taşıyıcısıdır. Merleau-Ponty’nin beden-fenomeni anlayışıyla örtüşen bu hissediş, bedenin dünyayla kurduğu dolaysız ilişkiyi imler. Yağmurun tenle buluşması, bir temas değil, bir diyalogdur. Bu diyalogda birey, kendini doğanın bir parçası olarak konumlandırır; varlığını, yağmurun ritmiyle yeniden tanımlar. Oysa yalnızca ıslanan birey, bu diyaloğun dışında kalır; onun için yağmur, dışsal bir etkidir, içsel bir dönüşüm değil.

Bu bağlamda, hissediş bir bilinç hâlidir; varlığın kendini dünyaya açma biçimidir. Heidegger’in “açıklık” kavramıyla ifade ettiği gibi, insan ancak dünyaya açık olduğunda hakikati deneyimleyebilir. Yağmuru hisseden, bu açıklığı taşır; çünkü onun varlığı, doğayla kurulan bir içsel rezonansa dönüşmüştür. Islanan ise kapalıdır; dışsal etkilerle biçimlenir, ama içsel bir anlam üretmez. Bu fark, yalnızca duyusal değil, aynı zamanda etik bir ayrımdır: hisseden, dünyaya karşı sorumluluk taşır; ıslanan ise dünyayı tüketir.

Yağmurun düşüşü bir sınavdır: varlıkla kurulan ilişkinin niteliğini açığa çıkaran bir eşiktir. Bu eşikte kimileri durur, düşünür, hisseder; kimileri ise geçip gider, unutur, ıslanır. Yağmur, burada bir metafor değil, bir hakikatin taşıyıcısıdır. Onunla kurulan ilişki, bireyin kendilik bilincini ve dünyayla kurduğu etik bağları belirler. Ve belki de en çok bu yüzden, yağmuru hissedenler, yalnızca doğayı değil, kendilerini de daha derinlemesine tanırlar. Çünkü hakikat, en çok hissedilenlerde saklıdır.

Bazıları yağmuru hisseder. Diğerleri sadece ıslanır.     Bob Marley

13 Nisan 2015 Pazartesi

Birbuçuk kiloluk sır küpü- Beynimiz hakkında şaşırtıcı 10 gerçek

 
İnsan beyni hiç bir bilgisayarla karşılaştırılmayacak kadar karmaşık bir sisteme sahip. Öyle ki, dünyanın en zeki canlısı olmamıza rağmen beynimizin sırlarının henüz çok azına vakıfız. Orada henüz kavramayı tam olarak beceremediğimiz bambaşka bir dünya var. İşte bu dünyaya ait 10 şaşırtıcı gerçek…
Beynimiz acı hissetmez
Beynimizde acı algılama reseptörü bulunmuyor. Bu sebeple cerrahlar beyin ameliyatlarını hasta uyanıkken ve anestezi uygulamadan gerçekleştiriyorlarmış. Bu durum cerrahlara ameliyat sırasında hastanın motor fonksiyonlarına herhangi bir zarar gelip gelmediğini kontrol etmekte yardımcı olsa da, ameliyat odasında korku filmlerinden fırlamış görüntülere sebebiyet verebilir tabii...
Beynimiz tam 1 terabit bilgi saklayabilir
Bu da Britannica Ansiklopedisi'nin beş katı kadar bilgiye tekabül eder. Eh, fena sayılmaz...
Beynimizde 160,000 kilometre uzunluğunda kılcal damar bulunuyor
Yüz milyarlarca da nöron... Bu sayının galaksideki gök cisimlerinin sayısına çok yakın olduğunu da belirtelim. Gelgelelim vücudumuzdaki enerjinin %17'sini ve oksijenin %20'sini kullanan beynimiz vücudumuzun sadece %2'sini kaplıyor.
Uyurken beynimiz daha çok çalışıyor
Çünkü beyinlerimiz, gün boyunca edinilen bilgileri ve hafızayı düzenleme işini biz uyurken yapıyor. Yani gün boyunca edinilen karmaşık veriler biz uyurken düzenleniyor. İşte bu yüzden, uykusuz geçen dönemlerde, hafızamız çok daha zayıf çalışıyor, öğrendiklerimizi çok çabuk unutuyoruz ve anılarımız hafızada kolay kolay yer edemiyor.
"Bilinçli rüya" görmek gerçekten mümkün
Kişinin sonuçlarını istediği gibi manipüle edebildiği "bilinçli rüya" (lucid dreaming) kavramı bize Hollywood filmlerini hatırlatsa da, hayal ürünü değil. Belli bir eğitim sürecinden sonra erişilebileceği iddia edilen "bilinçli rüya" durumu istediğiniz rüyayı istediğiniz kişilerle süsleyip dilediğiniz gibi sonlanmasını sağlıyor. "Bilinçli rüya", beynimizin uçsuz bucaksız potansiyeline dair ufak da olsa bir ipucu veriyor.
Niye güldüğümüz (ya da gıdıklandığımız) ise hala meçhul
Beyinlerimiz, hayvanlar aleminde gülebilen tek canlılar olan biz insanların bunu nasıl başarabildiğine dair bize henüz bir ışık yakmış değil. Niçin gıdıklandığımız ve bunun ne işe yaradığı da, aynı şekilde, hala bir muamma...
Erkek beyni kadın beyninden %10 daha büyük, fakat...
 
... kadın beyni daha fazla sinir hücresi ve daha fazla nöron bağlantısıyla daha verimli çalışıyor. Kadınlarda daha duygusal olan sağ beyinde daha fazla faaliyet varken, erkeklerde ise mantık ağırlıklı çalışan sol beyin faaliyeti daha çok görülüyor.
Peki boyunun bir önemi var mı?
Araştırma sonuçları olayı çok aydınlatmamış. Mesela ortalama bir beyin 1.400 gramken, Albert Einstein'in beyni sadece 1.230 grammış. Öte yandan, kafası büyük insanların daha zeki olduğunu, sivri kafalılarınsa daha aptal olduğunu savunan araştırmalar da var. Yani henüz beyin boyutunun zekayla doğru orantılı olduğunu kanıtlayan hiç bir veri bulunmuyor.
Beynimizin iki yarısı birbirine eşit değil
Beynimizin iki lobu her ne kadar birlikte çalışsa da, sol lob, konuşma, matematiksel işlemler, diziler, sayılar ve analiz gibi konularda yetenekliyken, sağ lobumuz, ritm, hayal kurma, renkler, boyut, hacim ve müzik gibi konularda uzman. Bu iki lob ayrıca birbirine ayna olarak ters tepki veriyor, yani sol ayağımıza bir iğne batarsa bu beynimizin sağ lobunu harekete geçiriyor. En garip gerçek ise şu: beynin bir lobu tamamen alınsa bile insan tek lobla yaşamaya devam edebiliyor.
Dünyada yaşamış en zeki insan: William James Sidis
Dünyanın gelmiş geçmiş en zeki insanı olduğu iddia edilen William James Sidis'in IQ seviyesinin 250-300 arasında olduğu kabul ediliyor. Sidis, 6 aylıkken alfabeyi çözmüş, 2 yaşında Latince'yi, 3 yaşında Yunanca'yı öğrenmiş, anatomi üzerine denemeler yazdığında 4 yaşındaymış ve 8 yaşından önce İngilizce, Latince, Yunanca, Rusça, İbranice, Fransızca ve Almanca'yı öğrenmiş. 11 yaşında Harvard'a kabul edilen William, aynı sene profesörlerine 4 boyutlu objeler hakkında ders vermeye başlamış! 16 yaşında Harvard Hukuk Fakültesine geçen Sidis’in, bir günde bir dili öğrenebildiği ve ertesi gün bildiği diğer dillere tercüme yapabilir hale geldiği de iddialar arasında... Zekiyim mi dediniz? :)

11 Nisan 2015 Cumartesi

Ünlü Astrofizikçi Neil de Grasse Tyson'ın Zeki İnsanlara Önerdiği 8 Kitap

Amerikalı bir astrofizikçi olan ve 1996 yılından beri Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'ne ait Hayden Planetaryumu'nun yöneticiliğini yapan Neil deGrasse Tyson, 2011 yılının Aralık ayında Reddit’s Ask Me Anything isimli bir buluşmaya katıldı. Bu buluşmada halktan insanlar katılımcılara istedikleri soruyu sorabiliyorlardı. Bir okuyucu Tyson'a şu soruyu yöneltti: "Sizce her zeki insanın okuması gereken en temel kitaplar hangileridir?" Tyson bu soruya yalnızca kitap isimleri saymakla yetinerek cevap vermedi, aynı zamanda hangi kitabın bizlere Batı dünyasını şekillendiren temel düşünce ve anlayışları anlamak konusunda nasıl yardım edeceğini de açıkladı. İşte Tyson'ın sıraladığı, her zeki insanın okuması gereken 8 kitap;
 

1. Kutsal Kitaplar

Ne düşünmeniz gerektiğinin başkaları tarafından söylenmesinin çok daha kolay olduğunu ve asıl meselenin düşüncelerinize kendinizin karar vermesi gerektiğini anlamak için okunmalı.
 

2. Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri - Isaac Newton

Evrenin bilinebilir bir yer olduğunu ve bilgiye ulaşmak için matematiği kullanmamız gerektiğini anlamak için okunmalı.
 

3. Türlerin Kökeni - Charles Darwin

 Cahil insanların akıllı insanlardan çok daha fazla olduğunu anlamak için okunmalı.

4. Gulliver'in Gezileri - Jonathan Swift

Cahil insanların akıllı insanlardan çok daha fazla olduğunu anlamak için okunmalı.
 

5. Akıl Çağı - Thomas Paine

Dünya üzerinde temel özgürlük kaynağının rasyonel düşünce olduğunu anlamak için okunmalı.
 

6. Ulusların Zenginliği - Adam Smith

Kapitalizmin hırs ve açgözlülük dolu bir ekonomi olduğunu anlamak için okunmalı.
 

7. Savaş Sanatı - Sun Tzu

Tıpkı sizin gibi insan olan canlıları öldürmenin bir sanat haline dahi dönüştürülebileceğini anlamak için okunmalı.
 

8. Prens - Machiavelli

Güce sahip olmayan insanların güce ulaşmak için ve güce sahip olan insanların güçlerini korumak için her şeyi yapabileceğini anlamak için okunmalı.
 

"Eğer bu kitapların hepsini okuduysanız" diyor Tyson, "İşte o zaman Batı tarihinin nasıl şekillendiği hakkında derin bir bilgiye sahipsiniz demektir."