Allah
sana kötülük yapanın cezasını verirken, bazen senin görmeni istemez, insansın
sonuçta egona yenilip, oh olsun dersin de, içine fitne eklenir diye. Uzakta,
sen görmeden halleder. Bazen de süreci uzatır, sana unutturur, ona ise yıllar
sonra toplu bir ceza verir. Kimin, neyi, ne kadar hak ettiğini sen bilemezsin. Bilme
ki düşman gibi pusuda bekleme! Sen sadece iyi insan olma mücadeleni arttır.
İnsan, sınırlı idrakiyle adaletin zamanını ve biçimini tayin etmeye meyleder; çünkü varoluşun kırılganlığı içinde, haksızlığa uğramak, benliğin en derin yaralarından birini açar. Ancak ilahi adalet, insanın arzularına değil, hakikatin terazisine göre işler. Bu adalet, çoğu zaman gözle görülmez, kulakla işitilmez; çünkü onun amacı, yalnızca cezalandırmak değil, aynı zamanda insanın içsel dengesini korumaktır. Zira kötülüğe uğrayanın “oh olsun” demesiyle başlayan içsel çürüme, adaletin kendisini kirletir; bu nedenle, ceza çoğu zaman gözlerden uzak, kalplerden ırak bir yerde tecelli eder.
İlahi müdahale, insanın egosunu tatmin etmek için değil, varlığın bütünlüğünü muhafaza etmek için vardır. Bu yüzden bazen süreç uzar, zaman genişler, failin cezası ertelenir. Bu erteleme, bir ihmal değil, bir pedagojidir; çünkü unutmak, insanın iyileşme biçimidir. Failin yıllar sonra karşılaştığı toplu ceza, yalnızca bir hesaplaşma değil, aynı zamanda bir hatırlatmadır: her eylem, zamanın dokusunda iz bırakır ve bu iz, vakti geldiğinde yankı bulur. Bu yankı, ne intikamdır ne de öç; o, yalnızca hakikatin gecikmiş bir tezahürüdür.
İnsanın düşman gibi pusuda beklemesi, adaleti değil, nefreti besler. Beklemek, çoğu zaman içsel bir zehir üretir; çünkü göz, cezayı görmek ister, kalp ise tatmin arar. Oysa bilmemek, bir erdemdir; çünkü bilmemek, yargılamamayı getirir, yargılamamak ise insanı hakikate daha yakın kılar. Kimin neyi hak ettiğini bilmemek, insanın haddini bilmektir. Bu sınır, insanı Tanrı’nın yerine geçmekten alıkoyar; çünkü adaletin nihai sahibi, zamanın ve mekânın ötesinde hüküm süren kudrettir.
Bu nedenle, insanın asli görevi, kötülüğe karşı pusuda beklemek değil, iyiliği çoğaltmaktır. İyi insan olma mücadelesi, yalnızca bireysel bir etik tavır değil, aynı zamanda kozmik bir dengeye katkıdır. Her iyilik, kötülüğün ağırlığını azaltır; her sabır, adaletin sessizliğine bir saygı duruşudur. Ve belki de en büyük adalet, kötülüğe uğrayanın kötülüğe dönüşmemesidir. Çünkü hakikat, en çok iyiliğin sabrında tecelli eder.
İlahi müdahale, insanın egosunu tatmin etmek için değil, varlığın bütünlüğünü muhafaza etmek için vardır. Bu yüzden bazen süreç uzar, zaman genişler, failin cezası ertelenir. Bu erteleme, bir ihmal değil, bir pedagojidir; çünkü unutmak, insanın iyileşme biçimidir. Failin yıllar sonra karşılaştığı toplu ceza, yalnızca bir hesaplaşma değil, aynı zamanda bir hatırlatmadır: her eylem, zamanın dokusunda iz bırakır ve bu iz, vakti geldiğinde yankı bulur. Bu yankı, ne intikamdır ne de öç; o, yalnızca hakikatin gecikmiş bir tezahürüdür.
İnsanın düşman gibi pusuda beklemesi, adaleti değil, nefreti besler. Beklemek, çoğu zaman içsel bir zehir üretir; çünkü göz, cezayı görmek ister, kalp ise tatmin arar. Oysa bilmemek, bir erdemdir; çünkü bilmemek, yargılamamayı getirir, yargılamamak ise insanı hakikate daha yakın kılar. Kimin neyi hak ettiğini bilmemek, insanın haddini bilmektir. Bu sınır, insanı Tanrı’nın yerine geçmekten alıkoyar; çünkü adaletin nihai sahibi, zamanın ve mekânın ötesinde hüküm süren kudrettir.
Bu nedenle, insanın asli görevi, kötülüğe karşı pusuda beklemek değil, iyiliği çoğaltmaktır. İyi insan olma mücadelesi, yalnızca bireysel bir etik tavır değil, aynı zamanda kozmik bir dengeye katkıdır. Her iyilik, kötülüğün ağırlığını azaltır; her sabır, adaletin sessizliğine bir saygı duruşudur. Ve belki de en büyük adalet, kötülüğe uğrayanın kötülüğe dönüşmemesidir. Çünkü hakikat, en çok iyiliğin sabrında tecelli eder.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder