19 Nisan 2015 Pazar

istanbul ne renk

İstanbul, yalnızca bir şehir değil, bir varlık biçimidir; onun rengi, biçimi ve sesi, insanın duyusal ve düşünsel evreninde bir özneye dönüşür. Bal rengiyle tanımlanan bu şehir, sabit bir tonun değil, değişken bir ruh halinin temsilidir. Tıpkı Spinoza’nın “substans” kavramı gibi, İstanbul’un özü tekil ve bütüncülken, tezahürleri sonsuzdur. Gözleri bal rengidir; ama bu gözler, mavi bir giysiyle yeşile, hüzünle griye dönüşebilir. Bu dönüşüm, şehrin yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda duygusal ve metafizik bir organizma olduğunu gösterir. İstanbul, bir portre değil, bir ruhun resmidir.

Bu şehir, insanın içsel durumlarıyla rezonansa giren bir aynadır. Ortaköy’de içilen çay, yalnızca bir içecek değil, varoluşun hafifletilme ritüelidir. İnce belli bardakta sunulan bu çay, zamanın yavaşlatıldığı, düşüncenin berraklaştığı bir aralıktır. Kuzguncuk’un sokakları, insanın kendine döndüğü, kalabalığın içindeki yalnızlığını anlamlandırdığı bir sahnedir. İstanbul’un bal rengi, bu sahnelerin ortak tonudur; çünkü bu renk, hem sıcaklığı hem melankoliyi, hem geçmişi hem arzuyu içinde taşır. Bu bağlamda, İstanbul’un rengi, onun zamansal ve duygusal çokluğunun bir simgesidir.

New York’la kurulan karşılaştırma, mekânın insan üzerindeki etkisini evrensel bir düzleme taşır. Manhattan’da içilen bir kahveyle İstanbul’da içilen bir çay, aynı varoluşsal cümleyi kurar: “İyi ki buradayım.” Bu cümle, mekânın yalnızca fiziksel değil, ontolojik bir sığınak olduğunu gösterir. Şehir, burada bir coğrafya değil, bir kimliktir. New York’lu olmak bir tutkuysa, İstanbul’lu olmak bir teslimiyettir; çünkü İstanbul, insanı kendine çeken değil, içine alan bir şehirdir. Onun bal rengi, bu teslimiyetin rengidir: tatlı, yoğun, değişken ve derin.

İstanbul, bir şehir olmaktan çıkarak bir varlık haline gelir. Onun rengi, sabit bir pigment değil, bir ruhun titreşimidir. Bal rengi, bu titreşimin en temel tonudur; çünkü o, hem ışığı hem gölgeyi, hem arzuyu hem hüznü taşır. İstanbul’u anlamak, onun rengini anlamakla başlar; çünkü renk, varlığın en sessiz ama en güçlü dilidir. Ve belki de bu yüzden, İstanbul’un bal rengi gözlerine bakmak, insanın kendi içindeki katmanları görmeye başlamasıdır. Şehir, bir aynadır; ama bu ayna, yalnızca dışı değil, içi de gösterir.


İstanbul bence bal rengi. Sanki bir kişi, bir portre gibi... Ve benim için bir dişi o. Bir kadın. Onun gözleri bal rengi. Yüzünün rengini de bu renk belirliyor. Giydiği giysiye göre de gözlerinin reni değişiyor. Mavi giydiğinde bal renginin içindeki o yeşil ve mavi canlanıyor. Çok hüzünlü olduğunda griye dönüşebiliyor. Tıpkı balı çevirmenizle oluşan yuvarlak halkların oluşturduğu kat kat renkler gibi. Onun için ruh durumuna göre değişken. Ama aslı bal rengi. New York’lu bir arkadaşıma demiştim ki: “Bütün sıkıntılarıma rağmen Ortaköy ya da Kuzguncuk’a gidip şöyle ince belli bardakta çay içmenin bütün sıkıntılara değdiğini düşünüyorum. O da bana Tıpkı bir New Yorklu gibi düşünüyorsun. Sıkıntılarına rağmen oturup da Manhattan’da bir şey içtiğim zaman, iyi ki burada yaşıyorum derim. Böyle bir tutkudur New York’lu olmak dedi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder