Nisan, doğanın kendini yeniden yazdığı, varoluşun en taze parantezlerinden biridir. Kışın içe kapanan, kabuğuna çekilen doğa, bu ayla birlikte yeniden açılır; tıpkı insanın içsel bir uyanışla kendine dönmesi gibi. Nisan, yalnızca bir takvim ayı değil, aynı zamanda bir bilinç hâlidir: toprağın hafızasından fışkıran yeşil, gökyüzünün berraklaşan mavisi ve yağmurun arındırıcı dokunuşuyla şekillenen bir varlık estetiğidir. Bu mevsim, Heidegger’in “varlığın açığa çıkışı” dediği o eşikte durur; çünkü Nisan’da her şey, kendini yeniden gösterir.
Yağmurun bu ayda taşıdığı anlam, sıradan bir doğa olayının ötesindedir. Nisan yağmuru, yalnızca toprağı değil, insanın içini de yıkar; geçmişin tortularını, kışın donukluğunu ve zamanın yorgunluğunu siler. Bu yağmur, bir tür içsel vaftizdir; bireyin kendini yeniden kurduğu, geçmişle gelecek arasında bir geçit açtığı bir arınma anıdır. Bu bağlamda Nisan, yalnızca doğanın değil, insanın da yeniden doğduğu bir eşiktir. Her damla, bir hatırayı siler, bir umudu yeşertir.
Nisan aynı zamanda çelişkilerin ayıdır: güneşle yağmurun, sıcakla serinliğin, neşeyle hüzün arasında gidip gelen bir ruh hâli taşır. Bu geçişkenlik, insanın da kendi içindeki zıtlıklarla yüzleşmesini sağlar. Tıpkı doğanın bir günde dört mevsimi yaşatması gibi, insan da bu ayda geçmişin yüküyle geleceğin ihtimalleri arasında salınır. Bu salınım, Kierkegaard’ın “ya ya da”sını andırır; seçimle, belirsizlikle ve özgürlükle yüzleşmenin ayıdır Nisan. Bu yüzden, onun güzelliği yalnızca çiçeklerde değil, çelişkilerde de saklıdır.
Sonuç olarak, Nisan, varoluşun en şiirsel ayıdır. O, yalnızca doğayı değil, insanı da yeniden yazan bir zamansal metindir. Her tomurcuk, bir cümle; her yağmur damlası, bir noktalama işareti gibidir. Nisan’da doğa, kendi dilini konuşur; insan ise bu dili anlamaya çalışır. Ve belki de en çok bu yüzden, Nisan’da yürümek, yalnızca bir mevsimin içinde değil, kendi içimizde yürümektir. Çünkü Nisan, dışarıda değil, içeride başlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder