Hep başarmak zorunda hissetme hali.
Yaşıtlarımı, arkadaşlarımı, kendimi düşündüm bir an. Hepimiz hayatı boyunca
aynı sendromu yaşamış çocuklardık aslında. Zorunlu galibiyetler peşinde koşan,
rekabet içinde yaşanan, hayatı başarıya endeksli çocuklar. 80 kuşağının alın
yazısını anlatan en güzel cümleydi bu. Bizler Özal döneminin getirdiği
Liberalizmle, Kapitalizmle, Globalleşmeyle yoğrulmuş, hava yerine “Başarı ve
Para” soluyarak büyümüştük. Öyle bir değişim ve gelişim süreci içerisinde hayata
atılmıştık ki çalışmaktan, başarılı olmaktan başka çaremiz olmadığına inandık
hep.
Sonuçta her insanın içinde birtakım
hırslar vardır. Onlar bunları daha açık ifade ediyorlar. Kariyerlerine son
derece düşkünler, çok rekabetçiler, hayli sabırsızlar ama o sabırsızlığın
karşılığını verecek bir çalışkanlıkları da var. Ben çok para kazanayım, benim
çok iyi bir kariyerim olsun ama aynı zamanda ben sinemayı da çok iyi biliyim,
kültürlü de olayım, dünyayı da gezeyim, domestik olayım. Çok fazla şeyi aynı
anda talep eden halleri, en belirgin özellikleri.
Bir yandan sabırsızlık, bir yandan o
sabırsızlığın açığını kapatmaya çalışan çalışkanlık ve üstüne bir de hayatın
temposu eklenince, hiçbir şeyin derinene fazla inmediğini görüyoruz 80
kuşağının. Zaman zaman hırsları ve rekabetçilikleriyle o yükselmeye
endekslenmiş mantıklarıyla itici olabiliyorlar.
Yeterli eğitim ve bilgi olmadan elde
edilen başarı mutlaka ve mutlaka çökmeye yüz tutmuş ya da sürreel bir
başarıdır. Ne kadar sürürse sürsün, önemli değil. Biz istiyoruz ki bir an önce
bir şeyler olsun, bir an önce bir yerlere gelelim ve bir an önce bir şeyleri
tüketelim.
Hedef ne kadar yüksek olursa, siz de ona
ulaşmak için o kadar yükseğe tırmanıyorsunuz. Belki o hedefe hiçbir zaman
ulaşmış kabul etmiyorsunuz kendinizi ama aşağıya bir baktığınızda hatırı
sayılır bir yol kat ettiğinizi görüyorsunuz. Genç yaşta başarı, kendine güveni
getiriyor. Kendine güvenmek ve inanmak, yeni ufukların, başarıların önünü
açıyor. Erken yaşta başarının getirdiği dezavantaj, başarının yüklediği
sorumluluk. Bu, bir işte başarılı olmayı, kimi zaman idealden çok bir
mecburiyet haline getirebiliyor çünkü.
“Babamız Özal, annemiz Madonna” ifadesi, 1980 kuşağının kültürel ve ideolojik çelişkilerini ironik biçimde özetleyen çarpıcı bir metafordur. Bu kuşak, Türkiye’de 12 Eylül darbesi sonrası doğmuş ya da büyümüş, neoliberal politikaların ve küresel pop kültürün eşzamanlı etkisi altında şekillenmiş bir nesildir. Turgut Özal, serbest piyasa ekonomisinin ve bireysel özgürlük söyleminin yerli temsilcisi olarak görülürken; Madonna, Batı’nın cinsellik, özgürlük ve gösteri kültürünü simgeleyen küresel bir ikondu. Bu iki figür, 80 kuşağının hem yerli hem yabancı, hem muhafazakâr hem özgürlükçü yönlerini temsil eder.
Bu kuşak, bir yandan Özal’ın “köşe dönme” ideolojisiyle girişimciliğe ve bireysel başarıya yönelirken, diğer yandan Madonna’nın sahne performanslarında cisimleşen özgürlük ve beden politikalarıyla tanıştı. Televizyonun yaygınlaşması, özel radyoların doğuşu, ithal malların cazibesi ve pop müziğin evlere girmesiyle birlikte, 80 kuşağı hem yerel hem küresel bir kimlik inşa etti. Bu kimlik, çoğu zaman çelişkiliydi: hem arabesk dinleyip hem Michael Jackson hayranı olmak, hem milliyetçi söylemleri benimseyip hem MTV izlemek gibi.
Edebiyat ve sanat çevrelerinde “80 Kuşağı” terimi, aynı zamanda 1980 sonrası ortaya çıkan yeni şiir ve yazı anlayışını da ifade eder. Bu kuşak, İkinci Yeni’nin soyut dilinden ve 70’lerin toplumcu gerçekçiliğinden uzaklaşarak bireysel, ironik ve postmodern bir söylem geliştirdi. Şairler ve yazarlar, ideolojik yüklerden arınmış, daha kişisel ve biçimsel arayışlara yöneldi. Dergilerde, özellikle Gösteri, Üç Çiçek, Poetika gibi yayınlarda bu kuşağın sesi duyulmaya başladı⁽¹⁾.
Dolayısıyla “Babamız Özal, annemiz Madonna” ifadesi, yalnızca bir mizahi slogan değil; aynı zamanda 80 kuşağının kültürel DNA’sını çözümleyen bir anahtardır. Bu kuşak, hem yerli hem küresel, hem geleneksel hem modern, hem içe dönük hem dışa açık bir sentezin çocuklarıdır. Onların hikâyesi, Türkiye’nin geç kapitalistleşme süreciyle küresel kültürün kesişim noktasında yazılmıştır.
Bu kuşak, bir yandan Özal’ın “köşe dönme” ideolojisiyle girişimciliğe ve bireysel başarıya yönelirken, diğer yandan Madonna’nın sahne performanslarında cisimleşen özgürlük ve beden politikalarıyla tanıştı. Televizyonun yaygınlaşması, özel radyoların doğuşu, ithal malların cazibesi ve pop müziğin evlere girmesiyle birlikte, 80 kuşağı hem yerel hem küresel bir kimlik inşa etti. Bu kimlik, çoğu zaman çelişkiliydi: hem arabesk dinleyip hem Michael Jackson hayranı olmak, hem milliyetçi söylemleri benimseyip hem MTV izlemek gibi.
Edebiyat ve sanat çevrelerinde “80 Kuşağı” terimi, aynı zamanda 1980 sonrası ortaya çıkan yeni şiir ve yazı anlayışını da ifade eder. Bu kuşak, İkinci Yeni’nin soyut dilinden ve 70’lerin toplumcu gerçekçiliğinden uzaklaşarak bireysel, ironik ve postmodern bir söylem geliştirdi. Şairler ve yazarlar, ideolojik yüklerden arınmış, daha kişisel ve biçimsel arayışlara yöneldi. Dergilerde, özellikle Gösteri, Üç Çiçek, Poetika gibi yayınlarda bu kuşağın sesi duyulmaya başladı⁽¹⁾.
Dolayısıyla “Babamız Özal, annemiz Madonna” ifadesi, yalnızca bir mizahi slogan değil; aynı zamanda 80 kuşağının kültürel DNA’sını çözümleyen bir anahtardır. Bu kuşak, hem yerli hem küresel, hem geleneksel hem modern, hem içe dönük hem dışa açık bir sentezin çocuklarıdır. Onların hikâyesi, Türkiye’nin geç kapitalistleşme süreciyle küresel kültürün kesişim noktasında yazılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder