30 Mayıs 2015 Cumartesi

sana yazdım


Karda, kışta, zorda; baharında yazında mevsimin, sana açtım çiçeklerini içimin, hep sana soldum sonra. . .
Hep sana üşüdüm ayazında bu aşkın, ben bu şehrin yağmurundan hep sana aktım. . .
Sana doldu gözlerim şarkıların en acıklı yerlerinde;
sana bağırdım avaz avaz, sana sustum. . .
Seni düşündüm yarımında, eksiğinde zamanın;
sana küstüm kimse bilmeden, kimse bilmeden seninle barıştım.

Ben bütün papatyaları sana yoldum! Bildiğim bütün küfürleri sana ettim.
Sana yandım, sana soğudum, sana söndüm.
Ben bütün yollardan sana gittim, sana döndüm. . .
Ben hep sana yazdım ya, bütün soru işaretlerini, bütün virgülleri, bütün ünlemleri, bütün noktaları sana koydum.
Sana açtım bütün parantezleri, bütün parantez içlerini seninle doldurdum.

Ben sana, ben hep sana, ben bunu da sana yazdım. . .
Ben sana yazarken her şeyi, sen başka baharında mevsimin, başka zamanında hayatın, başka düşlerin, başka kolların, başka acıların koynunda, yatağında en arsız sevişmelerin;
ben sana durdum ayakta, sana düştüm. . .
Sana saydım yok oluşlarımı ve yeniden doğuşlarımı.
Ben bütün yaralarını içimin, sana sardım. . .
Sana topladım dağılan parçalarımı dağıldıkları yerlerden; sana hastalandım sana iyileştim.
Sana fırlattım oklarını hayallerimin; seni hedef aldım, seni ıskaladım, seni vurdum, sana kızdım, seni affettim. Sana içlendim, sana sabrettim; ben sana, ben hep sana, yine sana yazdım.

Ben sana yazdım ya her şeyi; aşkı, ayrılığı, en karasını cümlelerin, en kanlısını, en ihtiraslısını, en yaralısını, en acısını hatta en ağırını.
Ben uyutmak için bazen içimin canavarlarını, bozmak için aşkın kara büyülerini, yakmak için bazen sana ait kelimelerini dilimin, tuz basmak için tenimin senden kalan yerlerine; uyuyabilmek için, uyanabilmek için, unutabilmek için, unutamamak için, acıtmak için bazen senin de canını, sana yazdım. . .
Var olmakla yok olmak gibi, kaçmakla yakalanmak gibi, iyiyle kötü gibi, melekle şeytan gibi, atmak gibi kendi uçurumlarından kendini ama ölmemek gibi, ölememek gibi.
Aşk; ne karmaşık bir şeydi

Yasemin Pulat

28 Mayıs 2015 Perşembe

Ama ipe her dokunuşunuzda canınızı acıtan tek nokta yine o düğümdür.


Kopan bir ipe sımsıkı bir düğüm atarsanız, ipin en sağlam yeri artık bu düğümdür.
 
Ama ipe her dokunuşunuzda canınızı acıtan tek nokta yine o düğümdür.

Her varoluş, kendi zamanında örülmüş bir iptir; geçmişin, şimdiyle kurduğu gerilimli bir bağ. Bu ip, yalnızca olayların kronolojisini değil, aynı zamanda duyguların, arzuların ve inkârların düzensizce sarıldığı bir örgüyü taşır. Ne var ki, bu örgünün içinde bir düğüm vardır — ne çözülür ne de unutulur. Her temas, her hatırlayış, her geri dönüş, o düğümün etrafında yeniden şekillenir. Düğüm, yalnızca bir zamanın değil, bir anlamın, bir kırılmanın, bir suskunluğun kristalleşmiş hâlidir.

Bu düğüm, psikoanalitik bağlamda bastırılanın geri dönüşüdür; Lacan’ın “gerçek” dediği, simgeselin sınırında yankılanan, dile gelmeyenin çığlığıdır. Her ne kadar ipi çözmeye, geçmişi düzleştirmeye çalışsak da, düğüm orada, dokunulmaz bir çekirdek gibi kalır. Çünkü düğüm, yalnızca bir travmanın izi değil, aynı zamanda kimliğin kurucu öğesidir. Onu çözmek, benliği çözmektir; onu unutmak, kendini inkâr etmektir. Bu yüzden her temas, bir acı değil, bir hatırlayıştır — ve her hatırlayış, varoluşun kendiyle yüzleşmesidir.

Düğümün acısı, yalnızca fiziksel bir sızlama değil, zamansal bir yankıdır. Bergson’un süre kavramıyla düşünüldüğünde, bu acı, lineer zamanın ötesinde, bilinçte yoğunlaşan bir an’dır. O an, geçmişin şimdiyle çakıştığı, zamanın kıvrıldığı bir eşiktir. Her dokunuşta, düğümün içindeki zaman yeniden açılır; anılar, kelimelerden önceki hâlleriyle geri döner. Bu dönüş, bir tür içsel arkeolojidir: Ruhun derinliklerinde gömülü kalmış bir hakikatin, istemsizce gün yüzüne çıkması.

Ve belki de en trajik olan, bu düğümün çözülmeye değil, taşınmaya yazgılı oluşudur. İnsan, kendi ipini omzunda taşıyan bir Sisifos’tur; her adımda düğümle yeniden karşılaşır, her durakta onunla hesaplaşır. Ama bu hesaplaşma, bir zayıflık değil, bir bilinçlenmedir. Çünkü düğüm, acının değil, anlamın merkezidir. Onu taşımak, insanın kendi hikâyesine sadakatidir; ve belki de hakikat, tam da bu sadakatin içinde, düğümün çözülmezliğinde saklıdır.

27 Mayıs 2015 Çarşamba

Tabaktaki fazla yemek karnını, hayatındaki fazla insan da başını ağrıtır.


Tabağına yiyebileceğin kadar yemek, hayatına sevebileceğin kadar insan al.

İsrafın lüzumu yok.

Tabaktaki fazla yemek karnını, hayatındaki fazla insan da başını ağrıtır.
 
 İnsan varlığı, hem biyolojik hem de ontolojik bir metabolizmaya sahiptir; yalnızca bedenini değil, ruhunu da besleyen bir tüketim ve haz döngüsünde yaşar. Bu bağlamda, tabağa konan her lokma yalnızca bir gıda değil, aynı zamanda bir seçimin, bir yönelimin, bir arzunun maddi tezahürüdür. Ne var ki, doyumun sınırları belirsizleştikçe, ihtiyaç ile israf arasındaki çizgi silikleşir. Tıpkı hazla doygunluk arasındaki fark gibi, insanın neye ne kadar ihtiyacı olduğunu bilmesi, hem bedensel hem de ruhsal sağlığının mihenk taşıdır. Aksi hâlde, fazlalık, birikim değil, taşkınlıktır; haz, bir noktadan sonra yük olur.

Bu düşünce, yalnızca maddi tüketimle sınırlı değildir; insan ilişkileri de benzer bir tasarruf ilkesine tâbidir. Her yeni ilişki, bireyin duygusal sermayesinden bir pay talep eder; her dostluk, bir tür yatırım, her yakınlık bir tür sorumluluktur. Lakin bu yatırımların getirisi kadar götürüsü de vardır. Hayatına haddinden fazla insanı dâhil eden birey, kendi içsel alanını başkalarının talepleriyle işgal eder; benliğin sınırları, başkalarının varlığıyla aşınır. Bu noktada, ilişkisel israf, ruhsal bir obeziteye dönüşür: Duygusal hazlar doyurmaz, aksine baş ağrıtır; çünkü her fazla insan, bir başka yük, bir başka çözülmemiş düğümdür.

Sosyal varlık olarak insanın, başkalarıyla kurduğu bağlar üzerinden anlam inşa ettiği doğrudur; ancak bu bağların niceliği değil, niteliği belirleyicidir. Aristo’nun “philia” kavramı, dostluğu yalnızca bir duygusal yakınlık değil, aynı zamanda erdemli bir ortaklık olarak tanımlar. Bu bağlamda, hayatımıza aldığımız her birey, etik bir sorumluluğun ve karşılıklı bir gelişimin parçası olmalıdır. Aksi hâlde, ilişkiler, bir tür duygusal tüketim nesnesine indirgenir; insan, kendi içsel bütünlüğünü, başkalarının geçici varlıklarında harcar.
 
Hem sofrada hem hayatta tasarruf, bir yoksunluk değil, bir bilgelik göstergesidir. Tabağa yalnızca yiyebileceğin kadar yemek almak, doğaya ve bedene saygının; hayatına yalnızca sevebileceğin kadar insan almak ise ruha ve zamana hürmetin ifadesidir. İsraf, yalnızca kaynakların değil, anlamın da tükenişidir. Ve bu tükenişin yankısı, mideyi değil, zihni ve kalbi ağrıtır; çünkü fazlalık, her zaman bir eksiklik biçimidir — ölçüsüzlüğün içinde kaybolan özün sessiz çığlığıdır.

 
 

26 Mayıs 2015 Salı

kırgındım.....

Kırgınlık, yüzeyde bir duygusal sarsıntı gibi görünse de, derinlerde çok daha karmaşık bir varoluşsal kırılmanın tezahürüdür. Bu duygu, yalnızca bir hayal kırıklığının yankısı değil, aynı zamanda öznenin kendi sınırlarının ihlâl edildiği bir içsel boşluk hâlidir. Husserl’in fenomenolojik indirgemesiyle bakıldığında, kırgınlık, bilincin kendine yönelmiş bir yaralanma biçimidir; çünkü kırgın olan, yalnızca başkasına değil, aynı zamanda kendi beklentilerine, kendi inançlarına ve kendi tahayyülüne de kırgındır. Bu yönüyle kırgınlık, benliğin kendiyle kurduğu ilişkinin çatlamasıdır.

Bu çatlak, Levinas’ın “öteki”yle kurulan etik ilişkideki sorumluluk ilkesinin ihlâliyle daha da derinleşir. Kırgınlık, ötekinin yüzünü çevirmesiyle değil, yüzünü göstermesine rağmen içeriği inkâr etmesiyle başlar. Bu, bir tür etik suskunluktur; söylenmeyen sözlerin, verilmemiş cevapların, yarım bırakılmış temasların tortusudur. Kırgınlık, bu suskunluğun içinde yankılanan bir iç monologdur; bireyin kendi iç sesine karşı duyduğu güvensizlikle örülür. Çünkü kırgınlık, yalnızca başkasına değil, aynı zamanda kendi sezgilerine, kendi sezdiği hakikate duyulan bir sitemdir.

Psikanalitik düzlemde kırgınlık, bastırılmış öfkenin ve çözülmemiş bağlanma travmalarının bir izdüşümüdür. Freud’un “melankoli” kavramıyla örtüşen bu hâl, kaybın nesnesinin dışsallaştırılamadığı, içselleştirilip benliğe nüfuz ettiği bir duygusal çöküntüdür. Kırgınlık, bu çöküntünün sessiz formudur; bağırmaz, dövünmez, ama içten içe çözer. Her kırgınlık, bir bağın çözülmesidir; her çözülme, bir kimlik kaybıdır. Bu yüzden kırgınlık, yalnızca bir duygusal tepki değil, bir kimlik sarsıntısıdır — insanın kendini yeniden tanımlamak zorunda kaldığı bir eşiktir.

Son kertede, kırgınlık, insanın ötekiyle kurduğu ilişki biçiminin kırılganlığını ifşa eder. Bu duygu, hem etik hem de ontolojik bir uyarıdır: Varlık, başkasıyla kurduğu bağda yaralanabilir, ama bu yara aynı zamanda bir farkındalık alanıdır. Kırgınlık, insanın sınırlarını, beklentilerini ve özlemlerini yeniden düşünmeye zorlar. Ve belki de en derin kırgınlıklar, en sahici dönüşümlerin habercisidir; çünkü kırgınlık, sessizliğin içindeki çatlakta yankılanan bir hakikattir — insanın kendine dönme zorunluluğunun en çıplak hâlidir.

21 Mayıs 2015 Perşembe

‘yer çekimi’ değil, ‘yâr çekimi’ derim....


beni alıp çıkarsalar feza füzesiyle gözümü bağlayıp,
atsalar sırtımdan itip;
yine İstanbul’a düşerim.
‘yer çekimi’ değil,
‘yâr çekimi’ derim.
 
Klasik fizik, kütlelerin birbirini çekmesini evrensel bir yasa olarak tanımlar: yer çekimi, cismin mekânla kurduğu zorunlu bir bağdır. Ancak insan, yalnızca fiziksel bir varlık değil, aynı zamanda duygusal, düşünsel ve metafizik bir faildir. Bu bağlamda, öznenin çekildiği şey, her zaman yerin ağırlığı değil, yârın varlığıdır. “Yâr çekimi” kavramı, bu fiziksel zorunluluğun ötesine geçerek, aşkın fenomenolojik bir kuvvet olarak tezahür etmesini ifade eder. Çünkü insan, en çok sevdiğine doğru düşer; ve bu düşüş, yerin değil, yüreğin çekim alanında gerçekleşir.

Bu çekim, yalnızca romantik bir yönelim değil, aynı zamanda varoluşsal bir yönelmedir. Heidegger’in “Dasein” kavramıyla düşündüğümüzde, insanın dünyada bulunma hâli, bir tür yönelmişliktir — bir şeye, birine, bir anlam alanına doğru. Yâr, bu yönelmişliğin en yoğun biçimidir; çünkü sevilen, yalnızca bir kişi değil, aynı zamanda bir anlamın, bir imkânın, bir hakikatin taşıyıcısıdır. Yâr çekimi, bu anlamda, öznenin kendi varlığını aşma çabasıdır; kendinden öteye, kendini aşan bir yere doğru yönelmesidir. Bu yönelim, yer çekiminin dikeyliğini değil, aşkın yatay ve içsel derinliğini taşır.

Yâr çekimi, aynı zamanda bir tür içsel determinizmdir; özne, sevdiğine doğru çekilirken, bu çekimin nedenini sorgulamaz, çünkü aşk, nedensizliğin en sahici hâlidir. Spinoza’nın “conatus” kavramıyla örtüşen bu yönelim, varlığın kendi varlığını sürdürme çabası değil, başka bir varlıkla birleşme arzusudur. Bu birleşme, fiziksel bir temas değil, metafizik bir yakınlıktır; iki ruhun aynı çekim alanında titreşmesi, aynı anlam frekansında buluşmasıdır. Yâr çekimi, bu anlamda, aşkın kozmik bir yasaya dönüşmesidir — evrenin sessizce tanıdığı ama bilimsel olarak ölçemediği bir çekim kuvvetidir.

“Yer çekimi” insanı dünyaya bağlarken, “yâr çekimi” onu dünyadan koparır; çünkü aşk, yerin ağırlığını hafifleten, zamanın yükünü unutturan bir kudrettir. Bu kudret, ne Newton’un formüllerine sığar ne de Einstein’ın eğriliklerine; çünkü aşkın çekimi, ölçülemez olanın alanında işler. Yâr çekimi, insanın kendi merkezinden uzaklaşarak başka bir merkezde yeniden doğmasıdır. Ve belki de en hakiki çekim, insanın kendi yüreğinde hissettiği o tarifsiz yönelmedir — yer değil, yâr çeker; çünkü insan, en çok sevdiğine doğru düşer. 

16 Mayıs 2015 Cumartesi

Hint Usulü bol baharatlı mercimek çorbası

Hint usulü mercimek çorbası, Doğu’nun baharatlı hikmetini Batı’nın ölçülü rasyonelliğiyle buluşturan bir sentezdir. Köri, kimyon, kişniş ve zerdeçal gibi baharatlar, yalnızca aromatik öğeler değil, aynı zamanda birer epistemolojik çağrıdır; duyunun sınırlarını zorlayan, belleği harekete geçiren, geçmişin izlerini bugünün tadında yeniden kuran simgesel araçlardır. Bu bağlamda yemek, yalnızca bir tüketim değil, bir anlam üretimidir. Her karıştırma, her soteleme, her kaynatma, insanın doğayla kurduğu kadim diyalogun yeniden sahnelenmesidir — bir tür gastronomik hermenötiğin icrasıdır.

Bu tarifteki kırmızı mercimek, hem maddi hem de metaforik bir merkezdir. Mercimek, doğanın en sade ama en derinlikli armağanlarından biridir; pişerken çözülür, dağılır, ama özünü kaybetmez. Tıpkı insanın zamanla yumuşayan, ama özünden taviz vermeyen içsel yapısı gibi. Hindistan cevizi sütüyle buluştuğunda, bu çorba yalnızca bir lezzet değil, bir uzlaşmadır: sert ile yumuşak, baharatlı ile tatlı, Doğu ile Batı arasında kurulan bir barış antlaşması. Bu anlamda, tarifin kendisi bir tür kültürel diyalogdur; farklılıkların bir potada eridiği, çokluğun birliğe dönüştüğü bir varoluş pratiği.

Bu çorba yalnızca bir öğün değil, bir düşünme biçimidir. Tabağa konan her kaşık, insanın doğayla, kültürle ve kendi iç dünyasıyla kurduğu ilişkinin bir izdüşümüdür. Limonun asidik dokunuşu, hayatın keskinliğini; defne yaprağının aromatik gölgesi, geçmişin silinmeyen izlerini; taze kişnişin yeşil ferahlığı ise umudun ve yenilenmenin simgesini taşır. Bu çorba, yalnızca açlığı bastırmaz; aynı zamanda anlamı çağırır, belleği uyandırır, insanı kendine ve ötekine dair düşünmeye davet eder. Çünkü bazen bir tarif, bir metinden daha çok şey anlatır.
 
Malzemeler

4 kişilik

4 çorba kaşığı (60 ml) sıvı yağ
1 adet büyük soğan, küçük küpler şeklinde doğranmış
1 adet havuç, küçük küpler şeklinde doğranmış
½ adet Meksika biberi, ince doğranmış
2 diş sarımsak, ince doğranmış
1 tatlı kaşığı (5 ml) taze zencefil, rendelenmiş
1 adet Granny Smith elma, küçük küpler şeklinde doğranmış
100 gr. domates, konkase
1,5 tatlı kaşığı (7,5 ml) köri
½ tatlı kaşığı (2,5 ml) kimyon
¼ tatlı kaşığı (1,25 ml) toz kişniş
¼ tatlı kaşığı (1,25 ml) tatlı kırmızı biber
¼ tatlı kaşığı (1,25 ml) zerdeçal
1 adet defne yaprağı
1 su bardağı (250 ml) kırmızı mercimek
6 su bardağı (1500 ml) tavuk suyu
2/3 su bardağı (180 ml) Hindistan cevizi sütü
Tuz
Taze çekilmiş karabiber
Limon dilimleri

Hazırlanışı

Orta boy bir tencerede, orta ateşte sıvı yağda soğanları 7-8 dakika soteleyin. Havucu ekleyip 3-4 dakika sotelemeye devam edin. Sarımsak, Meksika biberi ve zencefili ekleyip 1 dakika kadar soteledikten sonra elma, domates, köri, kimyon, kişniş, toz-tatlı kırmızı biber, defne yaprağı ve zerdeçalı da ekleyip 1 dakika daha soteleyin. Mercimek ve tavuk suyunu ilave edin karışım kaynama noktasına ulaşana kadar pişirin. Kısık ateşte, mercimekler iyice yumuşayana kadar 20-25 dakika pişirmeye devam edin. Defne yaprağını alıp çorbayı el blender’ı ile püre haline getirin. Hindistan cevizi sütünü ekleyip karışıma yedirin. Tuz ve taze çekilmiş karabiber ile tatlandırın. Hint Usulü Mercimek çorbasını taze kişniş ile süsleyip limon dilimleri ile servis edin.

15 Mayıs 2015 Cuma

Tunus usulü aromatik balık çorbası

Bir çorbanın kaynadığı tencere, yalnızca bir mutfak nesnesi değil, aynı zamanda kültürel bir hafıza mekânıdır; zamanın, coğrafyanın ve kimliğin bir araya geldiği bir varoluş sahnesidir. Tunus usulü aromatik balık çorbası, Akdeniz’in tuzlu rüzgârlarını, Sahra’nın yakıcı sessizliğini ve Arap mutfağının baharatlı hikmetini aynı potada birleştiren bir anlatıdır. Bu anlatı, yalnızca damak tadına değil, aynı zamanda belleğe ve kimliğe hitap eder. Her malzeme, bir coğrafyanın sesi, bir halkın hafızası, bir kültürün metaforudur; ve bu çorba, o seslerin senfonik bir birleşimidir.

Patatesin toprakla kurduğu köklü ilişki, domatesin güneşle yoğrulmuş kırmızılığı, sarımsağın keskinliği ve limonun asidik uyarıcılığı — hepsi, duyuların sınırlarını zorlayan birer fenomenolojik çağrıdır. Baharatlar ise bu çağrının dilidir: kimyonun sıcaklığı, kırmızı biberin cesareti, pul biberin uyarıcılığı ve zeytinyağının kadim yumuşaklığı, çorbanın yalnızca lezzet değil, anlam taşımasını sağlar. Taze nane, maydanoz ve kişnişin aromatik dokunuşları, doğanın dilini konuşan birer şiirsel imadır. Bu çorba, doğayla insan arasındaki kadim diyalogun edebi bir tezahürüdür.

Levrek filetolarının çorbaya dahil oluşu, varlığın suyla kurduğu ilişkiyi simgeler. Balık, hem yaşamın hem de geçiciliğin metaforudur; suyun içinde doğar, suyla pişer, ama sonunda toprağın sofrasına gelir. Bu dönüşüm, bir tür varoluşsal geçiştir: doğadan kültüre, hamdan pişmişe, sessizlikten sese. Balığın çorbaya katılması, yalnızca bir protein takviyesi değil, aynı zamanda bir anlam yoğunlaşmasıdır. Çünkü balık, Akdeniz’in derinliklerinden gelen bir hikâyedir; ve bu hikâye, baharatlarla, sebzelerle ve otlarla yeniden yazılır.
 

Tunus usulü aromatik balık çorbası, yalnızca bir yemek değil, bir düşünme biçimidir. Tencerede kaynayan her şey, insanın doğayla, kültürle ve kendi iç dünyasıyla kurduğu ilişkinin bir izdüşümüdür. Bu çorba, hem bedeni hem zihni besler; hem geçmişi hem geleceği taşır. Servis edilen her tabak, bir davettir: tatmaya, düşünmeye, hatırlamaya. Çünkü bazen bir tarif, bir metinden daha çok şey anlatır; ve bazen bir çorba, bir halkın ruhunu daha sahici biçimde dile getirir.


Malzemeler
4 Kişilik

4 su bardağı (1 l) su
500 gr. taze patates, 1 cm. kalınlığında halkalar şeklinde dilimlenmiş
2 adet domates, soyulmuş ve 8 eşit parçaya bölünmüş
3 diş sarımsak, ince doğranmış
2 çorba kaşığı ( 30 ml) limon suyu
1 tatlı kaşığı (5 ml) tatlı-toz kırmızı biber
½ tatlı kaşığı (2,5 ml) kimyon
¼ tatlı kaşığı (1,25) pul biber
2 çorba kaşığı (30 ml) taze nane, jülyen doğranmış
4 çorba kaşığı (60 ml) maydanoz, ince doğranmış
4 çorba kaşığı (60 ml) kişniş
500 gr. levrek fileto, 4x2 cm’lik parçalar halinde kesilmiş
3 çorba kaşığı (45 ml) sızma zeytinyağı
tuz
karabiber

Hazırlanışı
Su, patates, domates, sarımsak, limon suyu, tatlı-kırmızı biber, kimyon, pul biber, taze nane, maydanoz ve kişnişi orta boy bir tencereye atın. Orta ateşte kaynama noktasına ulaşana kadar ısıtın. Ateşi kısıp kapağı kapalı olarak 20-25 dakika pişirmeye devam edin. Balık ve zeytinyağını ilave edin. Çorbayı tuz ve karabiberle tatlandırın. Kısık ateşte 10 dakika daha pişirin. Taze nane, maydanoz ve kişniş yaprakları ile süsleyip servis edin.

14 Mayıs 2015 Perşembe

tütsü ve kokular

Koku, duyular arasında en sessiz ama en derin olanıdır; görmenin keskinliğinden, işitmenin yankısından yoksun olsa da, belleğe en doğrudan erişimi sağlayan duyusal bir geçittir. Tütsü, bu geçidin ritüelistik biçimidir: zamanın, mekânın ve kimliğin kokusal bir simgeye dönüştüğü, varlığın görünmeyen ama hissedilen bir boyutta yeniden kurulduğu bir eylemdir. Her yakılan tütsü, yalnızca bir aromatik salınım değil, aynı zamanda bir metafizik çağrıdır; geçmişin izlerini şimdiye taşıyan, görünmeyeni görünür kılan bir hafıza kıvılcımıdır. Bu bağlamda tütsü, hem duyusal hem de ontolojik bir iz sürücüdür.

Kokunun doğası, fenomenolojik olarak ele alındığında, nesneyle özne arasındaki mesafeyi ortadan kaldıran bir temas biçimidir. Merleau-Ponty’nin algı kuramıyla düşünüldüğünde, koku, bedenin dünyayla kurduğu en içkin ilişkidir; çünkü koku, solukla birlikte içe alınır, benliğe nüfuz eder, düşünceye değil doğrudan sezgiye hitap eder. Tütsü, bu sezgisel temasın ritüel formudur: bir mekânı kutsallaştırmak, bir zamanı yoğunlaştırmak, bir duyguyu somutlaştırmak için yakılır. Her duman, bir anlamın göğe yükselişidir; her koku, bir duygunun dile gelişidir.

Tütsü ve kokular, yalnızca estetik değil, aynı zamanda etik bir işlev taşır. Doğu mistisizminde tütsü, ruhu arındırmanın, mekânı temizlemenin ve zamanı kutsamanın aracıdır. Batı düşüncesinde ise koku, genellikle bastırılmış olanın, bilinçdışının ve arzunun simgesel taşıyıcısıdır. Bu iki yaklaşım, kokunun hem kutsal hem de dünyevi doğasını ifşa eder. Tütsü, bu ikili doğanın somutlaşmış hâlidir: hem bir arınma hem bir hatırlayıştır; hem bir başlangıç hem bir vedadır. Bu yüzden tütsü, zamanın döngüselliğini ve varlığın geçiciliğini kokusal bir metaforla dile getirir.
 

Tütsü ve kokular, insanın dünyayla kurduğu ilişki biçiminin en incelikli göstergelerindendir. Koku, görünmeyenin dili; tütsü, bu dilin ritüelidir. Her yakılan tütsü, bir niyetin, bir özlemin, bir hatıranın kokusal formudur. Ve belki de en sahici hatırlayışlar, kelimelerle değil, kokularla gerçekleşir. Çünkü koku, zamanın içinden geçer; mekânı aşar, belleğe dokunur. Tütsü ise bu dokunuşun görünür kılınmış hâlidir — dumanla yükselen, ama kökü derinlerde kalan bir anlamın sessiz salınımıdır.



Yardley:
Sandal ağaçlarının ve limon aromasının muhteşem karışımıdır. Bu özel karışım son derece rahatlatıcıdır. Başarı sembolüdür. Kırık kalplere huzur verdiği söylenir. Derin meditasyon hipnoz seanslarında kullanılır. Sebepsiz iç sıkıntılarını giderir. Hayal gücünü ve konsantrasyonu arttırır hafızayı yeniler.
Magnolia:
Yoğun manolya kokusu sinirleri rahatlatır. Ferahlatıcıdır. Anlayış sembolü denilebilir. Uyum mutluluk neşe getirir. Karşı cinsi çekebilen çiftlerin anlaşmasını sağlayan aşkı yeniden canlandıran bir tütsüdür. Melankoliyi şifalandırır.
Chandan:
Pratik zekayı arttırıcı, düşünceleri rahatlatıp konsantrasyonu arttırıcı özelliğe sahiptir. Özellikle ders çalışırken yakılması önerilir.
Her türlü inisyasyonda dansta meditasyonda ruhsal şifalandırmada kullanılır. Güç ve güven sembolüdür, özel ritüellerde kullanılır.
Rain Forest:
Yağmur ormanlarının tazeliği ve doğanın huzurunu dinginliğini yaşadığınız ortama taşır. Meditasyonda vizyonsal gücü geliştirir. İletişimi arttırır, uykusuzluğa iyi gelir. Kendini sevmeye yardımcı olur. Diet stressini kaldırır.
Rose:
Gül ferahlatır ve huzur verir. Gül bahçelerinin muhteşemliği ve büyüleyici kokusunu yaşamınıza doldurur. İnancı sağlamlaştırır.
Dualarda kullanılabilir. Aşkın sembolüdür. Şifada fobileri olan kişilerin (karanlık, asansör, vs. korkusu ) tedavilerinde koku terapisi, tamamlayıcı olarak kullanılır.
Orange:
Portakal çiçeklerinin nefis kokusu yorgunluğu giderir ve sinir bozukluklarına iyi gelir. Zihin beden ruh titreşimlerini birleştiricidir. Yoga meditasyonda pasif jimnastiklerde yararlıdır. Romantik gecelere yakışır. Şifada kulak burun boğaz yollarını açtığı gözlemlenmiştir.
Gribal olan her türlü hastalıklarda rahatlatıcıdır.
Saltana:
Üzüm aroması ve gizemli kokusu ile bedeni ve zihni gücü arttırır, tazelik ve güzellik verir. Kalbi canlandırır. Şans getirdiği
gözlemlenmiştir. Gizem ve spiritüel ortamı sağlar. Duygusal direnci arttırır. Halk müziği, sufi müzikli ortamda yakılması durumunda geçmişi hatırlatır. Şifada ağrıları hafifleticidir.
Jasmine:
Gizemli, huzur verici, sinirleri güçlendirici harika bir kokudur. Yasemin bahçelerinin ve baharın tazeliğini yaşamınıza katar. Saf ve arınmışlığı temsil eder bencil kişilerde kendilerini görmelerini sağlar haksızlıkları ortaya çıkarır. Güçlü bir yapıya sahip olmak isteyenlere iyi gelir. Şifada acıları yatıştırıcı özelliği vardır.
Violet:
Vücuda rahatlık verir, gevşetir, sinirleri yatıştırır. Geleceği görmede yardımcı olur. Medyumluk yapan kişilere oldukça yararlıdır. Şifa vermeyi ve almayı kolaylaştırdığı söylenir. Vizyonları gerçekleştirir. Bilinci yükseltir.
Strawberry:
Vücudu kuvvetlendirir. Direnç verir ve gevşeticidir. Endişeyi yok eder gerilimli ortamlarda sakinliği ve anlayışlı olmayı sağlar. Zeka açıcıdır. Şifa terapilerinde yakılması şifayı aktarmada kolaylık sağlar. Şifalananı rahatlatır. Umudun simgesi olduğu söylenir.
Cinnamon:
Tarçın kabuklarının nefis kokusu ruhsal sıkıntıları giderir. Rahatlatır. Baharın canlılığını yaşatır. İştah açıcı özelliği vardır. Hayal gücünü oluşturur, yetenekleri geliştirme de faydalıdır, zihinde aktivasyonu sağlar. Olumsuzlukları yenmekte yardımcı olur.
Kararsızlıklara iyi gelir. Büyüleyici kokusu kan basıncını da dengeler.
Lime:
Ihlamur çiçeklerinin muhteşem kokusu sinirleri güçlendirir. Huzur verir. İletişimi kolaylaştırır ve cesaret verir. Vücut direncini arttırır enerji depolatır. Dingin bir zihin isteyenler yorgun olduklarında kullanacakları bir kokudur. Gribal enfeksiyon, nezle gibi hastalıklarda şifalıdır.
Erotic:
Egzotik çiçeklerden oluşan bu muhteşem karışım son derece gevşetici ve huzur vericidir. Aşkın tensel ifadesidir romantik bir gecede mum ışığında yenilen yemekle birlikte yanan bu tütsü afrodizyak etkisi verir. Meditasyon, Taiçi Hipnozda kullanıldığında oldukça yararlı olduğu gözlemlenmiştir.
Darshan: (asoka)
Bu muhteşem koku sinirleri rahatlatır. Konsantrasyonu arttırır. Huzur dolu bir ortam sağlar. Güçlü sevgi ifadesidir, birlikte hareket etmeyi uyum içinde yaşamayı sağlar. Gerek çiftler gerek aile gerekse arkadaşlar arasında dargınlığı kaldırıp yenilenmeyi sağlar. Spiritüel eşler (eşruh) in karşılaşmasını sağlar. Karma temizlemede de kullanılır.
Sun:
Güneşin sıcaklığı ve kudretini hissettirir. Ruhunuzu ısıtacak ve huzurlu bir ortam sağlayacaktır. Güzelliği yaşamı sempatiyi ifade eder karşı cinse daha büyüleyici gözükmek için kullanılabilir. Şifa olarak kullanıldığında hiperaktivite ve ruhsal dengesizlikleri dengeler obsesyonda ya da korkuların aşılmasında yardımcı olur. Kabuslardan kurtarır. Bolluk ve rızk için de kullanılır maddi gücü elde etmek isteyen kişiler çalışma ortamlarında yakarlarsa beklemedikleri gelirler elde ederler.
Heena:
Gizemli ve huzur vericidir. Nefis kokusu yaşadığınız ortama mutluluk katacaktır. Orman kokusudur. Gerçeklerin ortaya çıkmasına sebep olur dans ve aktif sporlarda yakıldığında enerjiyi maxsimum yapar. İki kalbin bir arada durmasını ve sadakati temsil eder.
Ölümsüz aşkın sembolü de denilebilir.
Lily:
Su zambağının egzotik kokusu ferahlatıcı ve tazeleyici etkisiyle sinirleri yatıştırır, huzur verir. Temizliği temsil eder aşkını ifade edemeyenler için çekim gücü vardır sevgi sembolü olarak kullanılabilir yeni ilişkiler için canlılık sağlar. Ayrılık acısını hafifletir, enerji verir depresyona birebir iyi gelir.
Aphrodesia:
Bu muhteşem koku Uzak Doğunun gizemli huzurunu taşır. Spritüale bir kokudur meditasyon yoga da kullanıldığında konsantrasyon sağlar, zihinsel aktiviteyi dengeler. Rüyaların hatırlanmasına yardımcı olur, sınav öncesi yakılırsa berrak bir zihine sahip olunur.
Myrrh:
Sarı sakız yada mür denir. Muhteşem kokusu etkileyicidir. Çevrenize huzur ve sükunet verir.
Musk:
Misk otunun muhteşem egzotik kokusu ferahlatıcı ve sakinleştiricidir. Nazar veya benzeri terslikleri ortamdan temizler. Karşısındaki insanın gerçekleri söylemesini sağlayıcı etkisi vardır, heyecanı yatıştırır. Şifa kokusudur. İyileştirici etkisinden dolayı baş ağrısı ve bilinen çeşitli ağrıları hafifletici özelliği vardır.
Sage:
Adaçayının taze ve büyüleyici kokusu huzur verir, sinirleri yatıştırır, bedeni gençleştirir. Koku terapisi için idealdir. Ortamdaki olumsuz enerjileri temizler, metabolizmayı dengeler, diet yapanlara tokluk hissi verir.
Citronella:
Güney Asya otundan elde edilen bu tütsü, stress’ten arındırır. Uykusuzluğa iyi gelir, şifa ritüellerinde kullanılır. Derin dünyaların sırrını kokusunda sakladığı söylenir. Romantizmi destekler. Bilincin yükselişine yardımcı olur. Sanatın sembolüdür, hayalleri zenginleştirir. 

12 Mayıs 2015 Salı

irlanda usulü buğdaylı kuzu yahni

Yahni, yalnızca bir yemek değil, zamanla kurulan bir müzakeredir. Modern dünyanın hız takıntısına karşı, yavaşlığın ve bekleyişin felsefi bir direnişidir. İrlanda usulü buğdaylı kuzu yahni, bu direnişin somutlaşmış hâlidir: her bir malzeme, doğanın ritmine saygı duyan bir sabırla, ateşin başında ağır ağır çözülür, birleşir, dönüşür. Bu dönüşüm, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda metafiziktir; çünkü yahni, zamanın lineer akışını askıya alır, onu dairesel bir ritüele dönüştürür. Her karıştırma, geçmişle şimdi arasında kurulan bir köprüdür; her buhar, belleğin katmanlarında yankılanan bir çağrıdır.

Buğday, bu tarifin merkezinde yer alır; yalnızca bir tahıl değil, aynı zamanda insanlık tarihinin tarımsal hafızasıdır. Ebly buğdayı, toprağın sabırla sunduğu, emeğin ve mevsimlerin ortak ürünü olan bir varlıktır. Onun yahniye katılması, doğayla insan emeği arasındaki kadim sözleşmenin yeniden ifadesidir. Kuzu etiyle kurduğu ilişki, hem besleyici hem de simgeseldir: hayvansal olanla bitkisel olanın, doğanın iki ayrı yüzünün, aynı potada buluşması. Bu buluşma, Aristoteles’in “hylomorphism” kavramını çağrıştırır: madde ve formun, doğa ve kültürün, beden ve ruhun birliğidir.

Tane karabiberin keskinliği, defne yaprağının aromatik gölgesi, kekik dallarının pastoral dokunuşu — hepsi, duyuların ötesinde bir anlam taşır. Bu baharatlar, yalnızca tat değil, aynı zamanda birer simgedir: karabiber, zamanın acılığı; defne, zaferin ve hatıranın; kekik ise doğanın dirilişinin kokusudur. Yahni, bu anlamları bir araya getirerek, yalnızca bir damak zevki değil, bir düşünce biçimi sunar. Her lokma, insanın doğayla, zamanla ve kendi geçmişiyle kurduğu ilişkinin bir izdüşümüdür. Bu yüzden yahni, bir yemek değil, bir anlatıdır — sessiz ama derin bir anlatı.
 

İrlanda usulü buğdaylı kuzu yahni, bir coğrafyanın iklimiyle, bir halkın hafızasıyla ve bir mutfağın felsefesiyle yoğrulmuş bir varoluş biçimidir. Tencerede ağır ağır pişen bu yemek, modernliğin hızına karşı bir yavaşlık manifestosu, tüketimin yüzeyselliğine karşı bir derinlik çağrısıdır. Servis edilen her tabak, yalnızca bir öğün değil, bir davettir: hatırlamaya, yavaşlamaya, düşünmeye. Çünkü bazen en derin hakikatler, kitaplarda değil, buğusu tüten bir yahninin içinde saklıdır.


Malzemeler
4 Kişilik

4 çorba kaşığı (60 ml.) zeytinyağı
1 çorba kaşığı (15 ml) tereyağı
800 gr. haşlamalık kuzu, küçük parçalar halinde kesilmiş
4 adet soğan, 1 cm. kalınlığında dilimlenmiş
4 adet havuç, 1 cm. kalınlığında halkalar şeklinde dilimlenmiş
7-8 top tane karabiber
3 adet defne yaprağı
4-5 taze kekik
1 su bardağı (250 ml.) Ebly buğday
8 su bardağı (2 ml) tavuk ya da sebze suyu
600 gr. taze patates, soyulmuş, 4 parçaya bölünmüş
süslemek için ince doğranmış maydanoz

Hazırlanışı
Büyükçe bir tencerede, orta ateşte zeytinyağı ve tereyağını ısıtın. Soğanları ilave edip 5-6 dakika soteleyin. Havucu ilave edip, 4-5 dakika daha sotelemeye devam edin. Tane karabiber, defne yaprağı ve taze kekiği de ekleyip 1 dakika soteleyin. Kuzu parçalarını ve tavuk suyunu ilave edin. Damak tadınıza göre tuz ve taze çekilmiş karabiberle tatlandırın. Kaynama noktasına ulaşana kadar ısıtın. Kısık ateşte 25-30 dakika pişirmeye devam edin. Patates ve buğdayı da ilave edip patatesler yumuşayana kadar yaklaşık 15 dakika pişirin. Yahniyi ateşten alıp 15 dakika kadar dinlendirin. Bu aşamada kuzu parçalarını alıp kemiklerini ayıklayın. Etleri yahniye geri ilave edin. Üzerine doğranmış maydanoz serpiştirip servis edin.

10 Mayıs 2015 Pazar

Andrea Bocelli - Love in Portofino

 

“Love in Portofino”, aşkı yalnızca bir duygulanım değil, aynı zamanda bir mekân deneyimi olarak işler. Portofino, burada yalnızca bir coğrafi koordinat değil, aşkın vücut bulduğu, zamanın yavaşladığı ve varoluşun yoğunlaştığı bir liman kentidir. Şarkının sözlerinde geçen “Lo strano gioco del destino” (kaderin garip oyunu), aşkın rasyonel açıklamalara direnen doğasını vurgular. Bu bağlamda Portofino, Heidegger’in “yer” kavramıyla örtüşür: sadece bir mekân değil, insanın kendini dünyada hissettiği, varlığını duyumsadığı bir “bulunuş” alanıdır.

Aşkın Fenomenolojisi: Rastlantı ve Hatırlayış

Bocelli’nin sesiyle yankılanan bu melodi, aşkın fenomenolojik doğasını açığa çıkarır. Aşk, burada bir seçim değil, bir bulunuş hâlidir; öznenin, ötekiyle karşılaşmasında kendini yeniden keşfetmesidir. “Socchiudo gli occhi e a me vicino, a Portofino rivedo te” dizesi, aşkın zamansal olmayan doğasını, hatırlamanın duyusal bir deneyimle nasıl tetiklendiğini gösterir. Koku, ses, ışık gibi duyusal izlenimlerin bellekteki aşk imgesini yeniden canlandırması, Bergson’un “durée” (süre) kavramıyla açıklanabilir: geçmiş, şimdiye içkin bir biçimde varlığını sürdürür.

Estetik Bir Teslimiyet: Aşkın Sessiz Ontolojisi

Bu şarkı, aşkı bir sahiplenme değil, bir teslimiyet olarak sunar. “Il mare ti ha portato a me” (deniz seni bana getirdi) dizesi, aşkın özne tarafından yönlendirilen değil, doğanın ve kaderin akışı içinde gerçekleşen bir olay olduğunu ima eder. Bu yönüyle aşk, Levinas’ın ötekiyle karşılaşma anında ortaya çıkan etik sorumluluğa benzer: planlanamaz, öngörülemez ve her zaman dönüştürücüdür. Bocelli’nin yorumundaki melankolik tını, bu teslimiyetin içindeki kırılganlığı, aşkın aynı anda hem umut hem de kayıp taşıdığını duyumsatır.

Portofino’da Bulunan Aşk: Kozmik Bir Tesadüfün Şarkısı

“Love in Portofino”, aşkın yalnızca bireyler arasında değil, birey ile evren arasında kurulan bir bağ olduğunu dile getirir. Portofino, bu bağın mekânsal metaforudur; aşkın doğayla, denizle, sabahla ve hatıralarla örüldüğü bir eşiktir. Bocelli’nin sesi, bu eşiği aşan bir çağrıdır — hem geçmişe hem de sonsuzluğa. Şarkı, aşkın evrensel yasasını fısıldar: İnsan, en çok rastlantılarda kendini bulur; ve bazen bir liman kasabasında, bir sabahın tatlı büyüsünde, kaderin sessiz oyununda, aşk birdenbire belirir.

9 Mayıs 2015 Cumartesi

mayıs ayı...

Mayıs, doğanın kendini yeniden kurduğu bir eşiktir; ne ilkbaharın toy telaşı ne de yazın olgun dinginliği. Bu ay, varlığın mevsimsel döngüsünde bir tür geçiş momentidir — hem zamansal hem de ontolojik bir aralıktır. Heidegger’in “zamanın açıklığı” kavramıyla düşünüldüğünde, Mayıs, varlığın kendini açtığı, görünür kıldığı bir mevsimsel açıklıktır. Çiçeklerin açması, yaprakların serpilmesi, kuşların seslenişi — hepsi, varoluşun kendini duyumsattığı birer fenomenolojik çağrıdır. Mayıs, doğanın dilini konuştuğu, zamanın kokusunu taşıdığı bir ay olarak, yalnızca takvimsel değil, aynı zamanda metafiziksel bir yoğunluk taşır.

Bu yoğunluk, insanın içsel ritmiyle doğanın dışsal ritminin kesiştiği bir noktada belirir. Mayıs, yalnızca dışarıda olanın değil, içeride olanın da uyanışıdır. Bergson’un süre kavramıyla ele alındığında, bu ay, geçmişin şimdiyle çakıştığı, belleğin doğayla yeniden temas kurduğu bir zamansal kıvrımdır. İnsan, Mayıs’ta hatırlar; çocukluğunu, ilk aşkını, kayıplarını ve umutlarını. Çünkü doğa, bu ayda yalnızca yeşermez — aynı zamanda hatırlatır. Her tomurcuk, bir anının metaforu; her esinti, bir duygunun yankısıdır. Mayıs, bu anlamda, hem dışsal hem içsel bir uyanıştır.

Mayıs’ın bu uyanışı, yalnızca bireysel değil, aynı zamanda kolektif bir hafızayı da harekete geçirir. Toplumlar, bu ayda kutlar, anımsar, yeniden kurar. Ritüeller, bayramlar, yürüyüşler — hepsi, zamanın bu özel eşiğinde anlam kazanır. Mayıs, tarihsel olarak da bir direnişin, bir yeniden doğuşun ayıdır. Bu yönüyle, yalnızca doğanın değil, insanın da kendini yeniden tanımladığı bir zamansal eşiktir. Foucault’nun söylem kuramıyla düşünüldüğünde, Mayıs, yeni anlamların üretildiği, eski söylemlerin sorgulandığı bir mevsimsel laboratuvardır.

Mayıs ayı, varoluşun hem biyolojik hem de ontolojik bir yeniden yazımıdır. Bu ay, insanın doğayla kurduğu ilişkiyi yeniden düşünmeye zorlar; çünkü doğa, Mayıs’ta yalnızca var olmaz — aynı zamanda konuşur. Ve bu konuşma, yalnızca görsel değil, işitsel, kokusal, dokunsal bir çağrıdır. Mayıs, insanı kendine döndürür; onu hem geçmişiyle hem geleceğiyle yüzleştirir. Belki de bu yüzden, en sahici uyanışlar, en derin dönüşümler hep Mayıs’ta başlar — çünkü Mayıs, zamanın kendini açtığı, varlığın kendini hatırlattığı bir eşiktir.


Mayıs, Gregoryen Takvimi'ne göre yılın 5. ayı olup 31 gün çeker.
Mayıs adı, Roma bereket Tanrıçası Bona Dea ile birlikte tanımlanan, Yunan Tanrıçası "Maia'nın ayı" anlamında Latince maius mensis'ten gelmektedir.

8 Mayıs 2015 Cuma

eski kitap aralarında unutulmuş anılar....


Sabahın erken ışıklarıyla güne merhaba der esnaf, Üsküdar sahaflar çarşısında şehrin tarihi dokusu zamanla değişip bozulsa da kendini koruya bilmiş, zamana ve teknolojiye dayanabilmiş eski mesleklere rastlaya bilmek hala mümkün, bunlardan biride sahaflık. Eski kitapların havasını ve kokusunu alabileceğiniz mekânlar. Eski kitapların sayfalarını çevirdikçe o sonbahar sarısı mazisinin bilmediğiniz anılarına götürür insanı. Eski kitaba dokunmak, zamanda yolculuk etmemizi sağlar kitapların üzerinde veya aralarında unutulmuş hatıraların izleri vardır "İlk sayfada ithaflar, imzalar, isimler. Altı çizili satırlar, işaretler. Kapaklarına dokunan eller, satırlarına düşen gözler. Tek tek oradan buradan toplanmış kitaplar, dergiler ya da bütünüyle sahaf eline devredilmiş kitaplıklar, kütüphaneler. Nasıl alındıkları ne zaman ve nasıl ve kimin aldığı meçhul kitaplar? Ne olmuştu da bu kadim dost bir önceki arkadaşından ayrılmıştı. Belki de ayrılmak zorunda kalmıştılar bilinmez. Sahaflar hep hüzün ve eskiyi hatırlatır bana sonbahar sarısı mazinin sararmış yaprakları arasında, unutulmuş fotoğraflar, mektuplar ve kurutulmuş güllere. kim tarafından ne için? Kitabın arasına koymuş bilinmez ve hangi nedenle bu kitaplar sahibinden koparılmış bir gül gibi toprağından ayrılmış?
Kitapların sahafa geliş hikâyesi bir birinden farklıdır. Bazıları maddi nedenlerden dolayı değerinden ucuza satılmış kimisi bir diğeriyle takas edilmiş, yani eski arkadaşı sayesinde bir başka yeni dostla tanışmak için araç olarak kullanılmış kimisi çöpe atışılmış kağıt toplayıcıları tarafından bulunmuş ve sonra sahaf tarafından değeri anlaşılıp satın alınmış.

''Yeni kitapların en kötü yanı,
bizi eskileri okumaktan alıkoymalarıdır''.
[JOSEPH JOUBERT]

2 Mayıs 2015 Cumartesi

Zen Zazen Ve Ayurveda Üzerine


Zen, zazen ve ayurveda kelimeleri Uzakdoğu mistik felsefesinde kullanılan terimler olup, bu terimlerin kısaca anlamları şöyledir: “Zen” oturtmak, “zazen” yaşayarak öğrenmek, “ayurveda” ise yaşam bilgeliğidir.
Uzun yıllar bu mistik felsefe ile ilgilendim ve halen ilgilenmeye devam etmekteyim. Edindiğim bu bilgilerin, yaşamımı farklı bir anlayış ve kavrayışa taşımış olduğunu ifade edebilirim. İnsanın kendi içindeki sese gitmesinin ne demek olduğu, nasıl gidileceği, ne yapılması ve nasıl yapılması gerektiği konusunda oldukça deneyim kazanma fırsatı buldum. İşte o nedenle aklım, bilgim, deneyimlerim ve bütün bunların sonucunda gidebildiğim ya da gelebildiğim yere dair birikimlerimi paylaşarak, toplumsal farkındalığa bir fayda katabilme gayretindeyim.
Bu anlamda, makalelerimde ele aldığım konular kişisel gelişime yönelik değildir. Çünkü kişisel gelişimi amaçlayan bakış açısıyla evrensel bilgiyi amaçlayan bakış açısı birbirinden çok farklıdır. En önemli fark ise; biri dünyasal isteklerimize hizmet ederken, diğeri ruhsal ve fizikseli içine alarak evrenselliğe taşıyan bir hedefi amaçlamaktadır. Birinde amaç maddeye hükmetmek; diğerinde ise amaç, maddeyi kullanarak maddeyi aşmaktır.
Şayet amaç dünyasal tutku, arz, talep ve ihtiyaçlara yönelik egosal isteklerimizi tatmin etmekse, bunun hiçbir zaman sonu gelmeyecek hatta her geçen gün korkularımız ve maddesel kayıplarımız daha da artacaktır.
Ayurvedik öğretinin en önemli temelleri Zen ve Zazen’dir.
Zen bir din değildir. Bir inanç şekli de değildir. Zen; insanın öz varlığına ve yüksek şuuruna, özne ile nesneye, gerçek ile sanal arasındaki ilişkiyi koparmadan başka bir kavrayışa ulaşma halidir. Zen bir meditasyon da değildir; salt akıl ve zekayla kavramsallaştırılamaz. Zen, ancak deneylenebilir. Zen’e bir örnek vererek açıklamak gerekirse; varsayalım ki, elma yemektesiniz ve biri size elmanın ağzınızda bıraktığı tadı anlatmanızı istese bu tadı anlatabilir misiniz? Anlatamazsınız, ama tadının ne olduğunu yediğiniz için biliyorsunuzdur. İşte Zen budur. Zen anlatılamaz, ancak anlaşılması sağlanabilir.
Zen öğretisine göre sadece teorik bilgi fayda sağlamaz. Şayet nefiste uygulanmamış, şuurda iz bırakmamış ise gerçek bilgi değildir. Çünkü sokma akıl en fazla yedi adım gidecektir.
Zen, dogmatizmin dışında ve sözcüklere bağımlı değildir. Örneğin; sevgi gibi çok hoş bir kelime aslında insanı dünyaya bağlayan tehlikeli bir kelimedir.
Zen, cevapları kendi doğası ve özvarlığını gözlemleyerek oluşturur.
Zen öğretmeni bir kılavuzdur; yol gösterir ve yolu sizin bulmanıza aracılık eder. Bir katalizör gibi devreye girer ve çıkar. Zen yolcusu için gerileme yoktur, en kötü ihtimalle bulunduğu noktada yerinde sayar. Zen hiçbir şeyi yok etmez.
Zazen ise uyanmaya ve aydınlatmaya ulaşmada en kısa, fakat en zor olan yoldur. Zazen, yaşayarak ve yaşatılarak öğrenilir. Örneğin biraz önceki elma konusu üzerinden devam edecek olursak; size elmanın tadını soran birine elmanın tadını anlatamazsınız, ancak ondan elmayı ısırmasını istediğinizde ve ısırdığında o da artık elmanın tadını biliyor olacaktır. İşte Zazen budur. Ayrıca Zazen, bir zen ustası tarafından öğrencisinde gördüğü duyu, duygu, sezgi, algı, idrak, düşünce, ifade gibi eksiklikleri asla görmezden gelmeyerek bunun, onun canını yakacağını bile bile gerçeğiyle yüzleşmesini uygulamalı gösteren konumdadır.
İşte Zazen budur. Zen ustası bunları uygularken ne sempatik ne de antipatikdir. Onu yarın güldürecekse bu gün ağlatmayı göze alabilecek kadar “Empatik”tir.
Bu şekildeki bir eğitim sistemi, egoları beslemediği için dayanılması güç bir yöntemdir. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, erdemin yolu acıdan geçmektedir. Ve  “Size cenneti vadedenler, kendi cennetini yaratmak isteyenlerdir”.
Çoğu öğretide bu şekilde bir uygulama göze alınmamaktadır. Bu uzun ve emek isteyen bir yolculuktur. Yola çıkmak çok kolay, ancak yolu gitmek yorucudur ve emek istemektedir. İnsan dualite ilişkisinde madde beden etkisinde olduğundan “Ben”in hükmü, yola devam etmesine mani olabilecektir ve bu her an mümkündür…
Bir Zen ustası der ki; “Sizin en büyük düşmanınız beniniz, sizin en büyük dostunuz kendinizdir”.
İşte düşmanı uzakta değil, kendi içimizde arayabilirsek görülecektir ki, canımızın her yanması egomuzun gücündendir. Aslında hemen birçok öğretide ego üzerinde mutlak durulmaktadır. Çile odası denilen sınav da bunun sembolik bir uygulamasıdır. Ancak evrensel prensipteki dualite şartını hatırlarsak, bedeni yok saymamak gereği mutlaktır. Ruh ve bedenin birlikte uyumlu olma aşamasına gelinceye dek geçireceği sürede içselleşen disiplin ve uygulamaya gerek vardır.
Bu uygulamalı öğreti sonucunda duyular aracılığı ile oluşan duygularımız; düşünce, irade, bilgi, sentez, analiz, idrak ve sezgi aracılığı ile rafine olmuşsa, bilincimiz de bu oranda sağlıklı işleyecektir.
Şunu hiçbir zaman akıldan çıkarmamak gerekir ki: Bize yolu gösteren olsa da, yolu gidecek olan kendimizdir!

Bu eğitimin çıraklık dönemi birkaç yıl sürebilecektir. Zira bizim dışımızda, bizim üzerimizde etkisi olan, öğrendiğimiz ve alışkanlığa dönüştürdüğümüz etkiler ve duyularımızı disipline etme hali zaman alacaktır.
Bilgiyi hayata taşıma ve uygulamada bir beceri ve yaptırım sağlayamayan kişi, yeterli irade ve düşünceyi geliştiremediği için bunu davranışlarına da yansıtacaktır. Böyle bir durumda kişi yol alamayacaktır. Dolayısıyla bu durumda “ayurvedik” çalışmalara devam edemeyeceği hususunda uyarılır. Takip edilen sürede şayet kişinin anlayışında ve kavrayışında bir açılım olmuyorsa beklemeye alınır ve düşünmesi için zaman verilir, hatta bu bilgilere henüz hazır olmadığı kanaati uyandırmış ise bu da kendisine bildirilmelidir.
“Tanımak, anlamak ve bilmek” sürecini tamamlayan bir öğrenci, artık yavaş yavaş içselleştirdiği bilgi, birikim ve deneyimleriyle; etik, estetik ve hijyenik değerlerini oluşturmuştur.
Bu çalışmalar bir yaşam bilgisi ve bilgeliğidir. Zira yaşam bilgeliği anlamına gelen “Ayurveda” on yedi bilim dalına ait popüler düzeydeki bilgileri içermektedir.
Bilgi olmadan hiçbir yere gidilemez, çünkü “Bilgi, şuurun anahtarıdır”. Bilme ise; bilginin şuurla ilişkilendirilerek uygulanabilmesi halidir.
Pekiyi bilgi eşliğinde gelişen bilincin şuur ile ilişkilenme aşamasında geleceği yer neresidir diye soracak olursak:
Cevap;“öğrenmeden bilmek”,”bakmadan görmek”, “duymadan dinlemek”tir. Bu mucize gibi görülse de bir mucize değildir.
Bilgi insana acı verebilmektedir. Ancak her şeye rağmen; her koşulda hayatı bilerek yaşamanın, bilemeden yaşamaktan çok daha anlamlı olacağı düşüncesindeyim. Ve yaşama anlam katmak; yolda olmak,  yolcu olmak ve yol almaktır…