Kopan bir ipe sımsıkı bir düğüm
atarsanız, ipin en sağlam yeri artık bu düğümdür.
Ama ipe her dokunuşunuzda canınızı acıtan tek nokta yine o düğümdür.
Her varoluş, kendi zamanında örülmüş bir iptir; geçmişin, şimdiyle kurduğu gerilimli bir bağ. Bu ip, yalnızca olayların kronolojisini değil, aynı zamanda duyguların, arzuların ve inkârların düzensizce sarıldığı bir örgüyü taşır. Ne var ki, bu örgünün içinde bir düğüm vardır — ne çözülür ne de unutulur. Her temas, her hatırlayış, her geri dönüş, o düğümün etrafında yeniden şekillenir. Düğüm, yalnızca bir zamanın değil, bir anlamın, bir kırılmanın, bir suskunluğun kristalleşmiş hâlidir.
Bu düğüm, psikoanalitik bağlamda bastırılanın geri dönüşüdür; Lacan’ın “gerçek” dediği, simgeselin sınırında yankılanan, dile gelmeyenin çığlığıdır. Her ne kadar ipi çözmeye, geçmişi düzleştirmeye çalışsak da, düğüm orada, dokunulmaz bir çekirdek gibi kalır. Çünkü düğüm, yalnızca bir travmanın izi değil, aynı zamanda kimliğin kurucu öğesidir. Onu çözmek, benliği çözmektir; onu unutmak, kendini inkâr etmektir. Bu yüzden her temas, bir acı değil, bir hatırlayıştır — ve her hatırlayış, varoluşun kendiyle yüzleşmesidir.
Düğümün acısı, yalnızca fiziksel bir sızlama değil, zamansal bir yankıdır. Bergson’un süre kavramıyla düşünüldüğünde, bu acı, lineer zamanın ötesinde, bilinçte yoğunlaşan bir an’dır. O an, geçmişin şimdiyle çakıştığı, zamanın kıvrıldığı bir eşiktir. Her dokunuşta, düğümün içindeki zaman yeniden açılır; anılar, kelimelerden önceki hâlleriyle geri döner. Bu dönüş, bir tür içsel arkeolojidir: Ruhun derinliklerinde gömülü kalmış bir hakikatin, istemsizce gün yüzüne çıkması.
Ve belki de en trajik olan, bu düğümün çözülmeye değil, taşınmaya yazgılı oluşudur. İnsan, kendi ipini omzunda taşıyan bir Sisifos’tur; her adımda düğümle yeniden karşılaşır, her durakta onunla hesaplaşır. Ama bu hesaplaşma, bir zayıflık değil, bir bilinçlenmedir. Çünkü düğüm, acının değil, anlamın merkezidir. Onu taşımak, insanın kendi hikâyesine sadakatidir; ve belki de hakikat, tam da bu sadakatin içinde, düğümün çözülmezliğinde saklıdır.
Bu düğüm, psikoanalitik bağlamda bastırılanın geri dönüşüdür; Lacan’ın “gerçek” dediği, simgeselin sınırında yankılanan, dile gelmeyenin çığlığıdır. Her ne kadar ipi çözmeye, geçmişi düzleştirmeye çalışsak da, düğüm orada, dokunulmaz bir çekirdek gibi kalır. Çünkü düğüm, yalnızca bir travmanın izi değil, aynı zamanda kimliğin kurucu öğesidir. Onu çözmek, benliği çözmektir; onu unutmak, kendini inkâr etmektir. Bu yüzden her temas, bir acı değil, bir hatırlayıştır — ve her hatırlayış, varoluşun kendiyle yüzleşmesidir.
Düğümün acısı, yalnızca fiziksel bir sızlama değil, zamansal bir yankıdır. Bergson’un süre kavramıyla düşünüldüğünde, bu acı, lineer zamanın ötesinde, bilinçte yoğunlaşan bir an’dır. O an, geçmişin şimdiyle çakıştığı, zamanın kıvrıldığı bir eşiktir. Her dokunuşta, düğümün içindeki zaman yeniden açılır; anılar, kelimelerden önceki hâlleriyle geri döner. Bu dönüş, bir tür içsel arkeolojidir: Ruhun derinliklerinde gömülü kalmış bir hakikatin, istemsizce gün yüzüne çıkması.
Ve belki de en trajik olan, bu düğümün çözülmeye değil, taşınmaya yazgılı oluşudur. İnsan, kendi ipini omzunda taşıyan bir Sisifos’tur; her adımda düğümle yeniden karşılaşır, her durakta onunla hesaplaşır. Ama bu hesaplaşma, bir zayıflık değil, bir bilinçlenmedir. Çünkü düğüm, acının değil, anlamın merkezidir. Onu taşımak, insanın kendi hikâyesine sadakatidir; ve belki de hakikat, tam da bu sadakatin içinde, düğümün çözülmezliğinde saklıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder