beni
alıp çıkarsalar feza füzesiyle gözümü bağlayıp,
atsalar sırtımdan itip;
yine İstanbul’a düşerim.
‘yer çekimi’ değil,
‘yâr çekimi’ derim.
atsalar sırtımdan itip;
yine İstanbul’a düşerim.
‘yer çekimi’ değil,
‘yâr çekimi’ derim.
Klasik fizik, kütlelerin birbirini çekmesini evrensel bir yasa olarak tanımlar: yer çekimi, cismin mekânla kurduğu zorunlu bir bağdır. Ancak insan, yalnızca fiziksel bir varlık değil, aynı zamanda duygusal, düşünsel ve metafizik bir faildir. Bu bağlamda, öznenin çekildiği şey, her zaman yerin ağırlığı değil, yârın varlığıdır. “Yâr çekimi” kavramı, bu fiziksel zorunluluğun ötesine geçerek, aşkın fenomenolojik bir kuvvet olarak tezahür etmesini ifade eder. Çünkü insan, en çok sevdiğine doğru düşer; ve bu düşüş, yerin değil, yüreğin çekim alanında gerçekleşir.
Bu çekim, yalnızca romantik bir yönelim değil, aynı zamanda varoluşsal bir yönelmedir. Heidegger’in “Dasein” kavramıyla düşündüğümüzde, insanın dünyada bulunma hâli, bir tür yönelmişliktir — bir şeye, birine, bir anlam alanına doğru. Yâr, bu yönelmişliğin en yoğun biçimidir; çünkü sevilen, yalnızca bir kişi değil, aynı zamanda bir anlamın, bir imkânın, bir hakikatin taşıyıcısıdır. Yâr çekimi, bu anlamda, öznenin kendi varlığını aşma çabasıdır; kendinden öteye, kendini aşan bir yere doğru yönelmesidir. Bu yönelim, yer çekiminin dikeyliğini değil, aşkın yatay ve içsel derinliğini taşır.
Yâr çekimi, aynı zamanda bir tür içsel determinizmdir; özne, sevdiğine doğru çekilirken, bu çekimin nedenini sorgulamaz, çünkü aşk, nedensizliğin en sahici hâlidir. Spinoza’nın “conatus” kavramıyla örtüşen bu yönelim, varlığın kendi varlığını sürdürme çabası değil, başka bir varlıkla birleşme arzusudur. Bu birleşme, fiziksel bir temas değil, metafizik bir yakınlıktır; iki ruhun aynı çekim alanında titreşmesi, aynı anlam frekansında buluşmasıdır. Yâr çekimi, bu anlamda, aşkın kozmik bir yasaya dönüşmesidir — evrenin sessizce tanıdığı ama bilimsel olarak ölçemediği bir çekim kuvvetidir.
“Yer çekimi” insanı dünyaya bağlarken, “yâr çekimi” onu dünyadan koparır; çünkü aşk, yerin ağırlığını hafifleten, zamanın yükünü unutturan bir kudrettir. Bu kudret, ne Newton’un formüllerine sığar ne de Einstein’ın eğriliklerine; çünkü aşkın çekimi, ölçülemez olanın alanında işler. Yâr çekimi, insanın kendi merkezinden uzaklaşarak başka bir merkezde yeniden doğmasıdır. Ve belki de en hakiki çekim, insanın kendi yüreğinde hissettiği o tarifsiz yönelmedir — yer değil, yâr çeker; çünkü insan, en çok sevdiğine doğru düşer.
Bu çekim, yalnızca romantik bir yönelim değil, aynı zamanda varoluşsal bir yönelmedir. Heidegger’in “Dasein” kavramıyla düşündüğümüzde, insanın dünyada bulunma hâli, bir tür yönelmişliktir — bir şeye, birine, bir anlam alanına doğru. Yâr, bu yönelmişliğin en yoğun biçimidir; çünkü sevilen, yalnızca bir kişi değil, aynı zamanda bir anlamın, bir imkânın, bir hakikatin taşıyıcısıdır. Yâr çekimi, bu anlamda, öznenin kendi varlığını aşma çabasıdır; kendinden öteye, kendini aşan bir yere doğru yönelmesidir. Bu yönelim, yer çekiminin dikeyliğini değil, aşkın yatay ve içsel derinliğini taşır.
Yâr çekimi, aynı zamanda bir tür içsel determinizmdir; özne, sevdiğine doğru çekilirken, bu çekimin nedenini sorgulamaz, çünkü aşk, nedensizliğin en sahici hâlidir. Spinoza’nın “conatus” kavramıyla örtüşen bu yönelim, varlığın kendi varlığını sürdürme çabası değil, başka bir varlıkla birleşme arzusudur. Bu birleşme, fiziksel bir temas değil, metafizik bir yakınlıktır; iki ruhun aynı çekim alanında titreşmesi, aynı anlam frekansında buluşmasıdır. Yâr çekimi, bu anlamda, aşkın kozmik bir yasaya dönüşmesidir — evrenin sessizce tanıdığı ama bilimsel olarak ölçemediği bir çekim kuvvetidir.
“Yer çekimi” insanı dünyaya bağlarken, “yâr çekimi” onu dünyadan koparır; çünkü aşk, yerin ağırlığını hafifleten, zamanın yükünü unutturan bir kudrettir. Bu kudret, ne Newton’un formüllerine sığar ne de Einstein’ın eğriliklerine; çünkü aşkın çekimi, ölçülemez olanın alanında işler. Yâr çekimi, insanın kendi merkezinden uzaklaşarak başka bir merkezde yeniden doğmasıdır. Ve belki de en hakiki çekim, insanın kendi yüreğinde hissettiği o tarifsiz yönelmedir — yer değil, yâr çeker; çünkü insan, en çok sevdiğine doğru düşer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder