Tabağına
yiyebileceğin kadar yemek, hayatına sevebileceğin kadar insan al.
İsrafın
lüzumu yok.
Tabaktaki
fazla yemek karnını, hayatındaki fazla insan da başını ağrıtır.
İnsan varlığı, hem biyolojik hem de ontolojik bir metabolizmaya sahiptir; yalnızca bedenini değil, ruhunu da besleyen bir tüketim ve haz döngüsünde yaşar. Bu bağlamda, tabağa konan her lokma yalnızca bir gıda değil, aynı zamanda bir seçimin, bir yönelimin, bir arzunun maddi tezahürüdür. Ne var ki, doyumun sınırları belirsizleştikçe, ihtiyaç ile israf arasındaki çizgi silikleşir. Tıpkı hazla doygunluk arasındaki fark gibi, insanın neye ne kadar ihtiyacı olduğunu bilmesi, hem bedensel hem de ruhsal sağlığının mihenk taşıdır. Aksi hâlde, fazlalık, birikim değil, taşkınlıktır; haz, bir noktadan sonra yük olur.
Bu düşünce, yalnızca maddi tüketimle sınırlı değildir; insan ilişkileri de benzer bir tasarruf ilkesine tâbidir. Her yeni ilişki, bireyin duygusal sermayesinden bir pay talep eder; her dostluk, bir tür yatırım, her yakınlık bir tür sorumluluktur. Lakin bu yatırımların getirisi kadar götürüsü de vardır. Hayatına haddinden fazla insanı dâhil eden birey, kendi içsel alanını başkalarının talepleriyle işgal eder; benliğin sınırları, başkalarının varlığıyla aşınır. Bu noktada, ilişkisel israf, ruhsal bir obeziteye dönüşür: Duygusal hazlar doyurmaz, aksine baş ağrıtır; çünkü her fazla insan, bir başka yük, bir başka çözülmemiş düğümdür.
Sosyal varlık olarak insanın, başkalarıyla kurduğu bağlar üzerinden anlam inşa ettiği doğrudur; ancak bu bağların niceliği değil, niteliği belirleyicidir. Aristo’nun “philia” kavramı, dostluğu yalnızca bir duygusal yakınlık değil, aynı zamanda erdemli bir ortaklık olarak tanımlar. Bu bağlamda, hayatımıza aldığımız her birey, etik bir sorumluluğun ve karşılıklı bir gelişimin parçası olmalıdır. Aksi hâlde, ilişkiler, bir tür duygusal tüketim nesnesine indirgenir; insan, kendi içsel bütünlüğünü, başkalarının geçici varlıklarında harcar.
Bu düşünce, yalnızca maddi tüketimle sınırlı değildir; insan ilişkileri de benzer bir tasarruf ilkesine tâbidir. Her yeni ilişki, bireyin duygusal sermayesinden bir pay talep eder; her dostluk, bir tür yatırım, her yakınlık bir tür sorumluluktur. Lakin bu yatırımların getirisi kadar götürüsü de vardır. Hayatına haddinden fazla insanı dâhil eden birey, kendi içsel alanını başkalarının talepleriyle işgal eder; benliğin sınırları, başkalarının varlığıyla aşınır. Bu noktada, ilişkisel israf, ruhsal bir obeziteye dönüşür: Duygusal hazlar doyurmaz, aksine baş ağrıtır; çünkü her fazla insan, bir başka yük, bir başka çözülmemiş düğümdür.
Sosyal varlık olarak insanın, başkalarıyla kurduğu bağlar üzerinden anlam inşa ettiği doğrudur; ancak bu bağların niceliği değil, niteliği belirleyicidir. Aristo’nun “philia” kavramı, dostluğu yalnızca bir duygusal yakınlık değil, aynı zamanda erdemli bir ortaklık olarak tanımlar. Bu bağlamda, hayatımıza aldığımız her birey, etik bir sorumluluğun ve karşılıklı bir gelişimin parçası olmalıdır. Aksi hâlde, ilişkiler, bir tür duygusal tüketim nesnesine indirgenir; insan, kendi içsel bütünlüğünü, başkalarının geçici varlıklarında harcar.
Hem sofrada hem hayatta tasarruf, bir yoksunluk değil, bir bilgelik göstergesidir. Tabağa yalnızca yiyebileceğin kadar yemek almak, doğaya ve bedene saygının; hayatına yalnızca sevebileceğin kadar insan almak ise ruha ve zamana hürmetin ifadesidir. İsraf, yalnızca kaynakların değil, anlamın da tükenişidir. Ve bu tükenişin yankısı, mideyi değil, zihni ve kalbi ağrıtır; çünkü fazlalık, her zaman bir eksiklik biçimidir — ölçüsüzlüğün içinde kaybolan özün sessiz çığlığıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder