Günlüğünüz karşısında ruhen çırılçıplak kalmayı göze alabileceğiniz belki de tek dostunuz.
31 Mart 2015 Salı
kaplumbağa terbiyecisi
Kaplumbağa, yavaşlığıyla zamanın lineer akışına meydan okuyan bir varlık olarak, modernitenin hız fetişizmine karşı bir direniş figürüdür. Terbiyeci ise, bu yavaşlığa sabırla eşlik eden, dönüşümün dışsal değil içsel bir süreç olduğunu bilen bir bilgedir. Bu ilişki, Heidegger’in “dasein” kavramıyla örtüşür: insan, kendi varlığını ancak zamanla kurduğu özgün ilişki aracılığıyla anlayabilir. Kaplumbağaların terbiye edilmesi, aslında insanın kendi içindeki kaotik dürtüleri, sabırsızlıklarını ve arzularını dönüştürme çabasının bir alegorisidir.
Resmin ironik boyutu ise, terbiyecinin çabalarının sonuçsuzluğunda gizlidir. Kaplumbağalar, terbiyeye dirençli, kendi doğalarına sadık kalırlar. Bu durum, Foucault’nun iktidar ve direniş ilişkileri bağlamında okunabilir: her iktidar biçimi, kendi karşıtını doğurur. Terbiyeci, burada yalnızca bir öğretici değil, aynı zamanda kendi sınırlarının farkında olan bir figürdür. Bu farkındalık, bireyin kendi etki alanını sorgulamasına ve dönüşümün zorunlu değil, mümkün olduğunu kabul etmesine yol açar.
Kaplumbağa Terbiyecisi, bireyin kendini dönüştürme arzusuyla, dünyanın dönüşmeyi reddeden doğası arasındaki gerilimi görünür kılar. Bu gerilim, yalnızca bireysel değil, toplumsal ve kültürel bir çatışmanın da izdüşümüdür. Osman Hamdi Bey’in fırçasında hayat bulan bu sahne, Doğu’nun kendi içindeki durağanlıkla yüzleşmesini, Batı’nın ilerlemeci tahayyülüne karşı bir iç muhasebeyi temsil eder. Böylece eser, yalnızca bir tablo değil, zamanın, sabrın ve dönüşümün felsefi bir metnine dönüşür.
30 Mart 2015 Pazartesi
tao felsefesi
Tao felsefesi, varlığın kendiliğindenliğini ve evrenin içkin düzenini kavramaya yönelik kadim bir düşünce sistemidir. Laozi’nin Dao De Jing’inde şekillenen bu öğreti, Batı metafiziğinin özcü ve kategorik yaklaşımına karşı, varlığı tanımlanamaz bir akış olarak ele alır. Tao, ne bir nesne ne de bir özdür; o, varlık ile yokluk arasındaki geçirgen sınırda salınan, betimlenemez bir ilkedir. Bu yönüyle Tao, Heidegger’in “hiçlik” kavramıyla örtüşen bir negatif ontolojiyi temsil eder: varlık, ancak yoklukla birlikte düşünüldüğünde anlam kazanır.
Tao’nun temel ilkesi olan wu wei —eylemsiz eylem— insanın doğayla kurduğu ilişkiyi yeniden tanımlar. Bu ilke, bireyin müdahale etmeksizin, doğanın ritmine uyum sağlayarak var olması gerektiğini savunur. Burada eylem, iradi bir müdahale değil, varoluşsal bir teslimiyettir. Spinoza’nın doğa anlayışıyla paralel biçimde, Tao felsefesi de doğayı aşkın bir düzen olarak değil, içkin bir bütünlük olarak kavrar. İnsan, bu bütünlüğün bir parçası olarak, kendi benliğini doğanın akışına bırakmalı, varoluşunu doğanın kendiliğindenliğinde çözmelidir.
Tao’nun kozmolojik boyutu, evrenin zıtlıklar üzerinden işleyen bir denge sistemi olduğunu ileri sürer. Yin ve Yang, bu zıtlıkların karşılıklı bağımlılığını ve dönüşümünü simgeler. Bu ikilik, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda etik ve epistemolojik bir düzlemde de işler. Tao’ya göre bilgelik, zıtlıkları uzlaştırmakta değil, onların birlikte var olabileceğini kabul etmekte yatar. Bu anlayış, Aristoteles’in mantıksal ikiliklerine karşı, paradoksal düşünceyi yüceltir: bir şey hem var hem yok olabilir; çünkü Tao, tanımları aşan bir hakikattir.
Son kertede Tao felsefesi, insanın kendilik arayışını doğayla kurduğu uyum üzerinden anlamlandıran bir varoluş pratiğidir. Bu felsefe, bireyin kendi içsel boşluğuyla barışmasını, eylemsizlikte derin bir bilgelik bulmasını ve varlığı bir akış olarak kavramasını salık verir. Tao, ne ulaşılacak bir hedef ne de sahip olunacak bir bilgi biçimidir; o, yaşanacak bir deneyim, hissedilecek bir ritimdir. Böylece Tao, düşüncenin sınırlarını aşan, sezginin ve teslimiyetin diliyle konuşan bir felsefi sessizliktir.
27 Mart 2015 Cuma
kelebek etkisi
Kelebek etkisi, deterministik kaos kuramının en şiirsel metaforlarından biri olarak, evrendeki nedensellik zincirinin kırılganlığını ve öngörülemezliğini gözler önüne serer. Edward Lorenz’in meteorolojik hesaplamalarındaki küçük bir sapmanın, zamanla devasa sonuçlara yol açabileceğini keşfetmesiyle bilimsel literatüre giren bu kavram, yalnızca fiziksel sistemlerin değil, aynı zamanda insan yaşamının da ne denli hassas dengeler üzerine kurulu olduğunu gösterir. Bu bağlamda kelebek etkisi, varoluşun rastlantısallıkla örülü yapısına dair bir felsefi sezgiyi temsil eder: En küçük eylem, en büyük dönüşümlerin habercisi olabilir.
Bu düşünce, Leibniz’in monadolojisinde olduğu gibi, evrendeki her bir varlığın bütünle olan ilişkisini yeniden düşünmeye zorlar. Her birey, her karar, her an, evrensel düzlemde bir titreşim yaratır; bu titreşim, tıpkı bir kelebeğin kanat çırpışı gibi, görünmez ama etkili bir dalga olarak yayılır. Bu dalga, zamanın ve mekânın sınırlarını aşarak, başka bir yerde, başka bir zamanda, bambaşka bir sonucu doğurabilir. Böylece kelebek etkisi, insanın eylemlerinin yalnızca bireysel değil, kozmik bir yankıya sahip olduğunu ima eder.
Kelebek etkisinin bu varoluşsal boyutu, Sartre’ın özgürlük anlayışıyla da kesişir. İnsan, her eyleminde yalnızca kendini değil, tüm insanlığı temsil eder; çünkü her tercih, bir değer beyanıdır. Ancak bu özgürlük, aynı zamanda büyük bir sorumluluğu da beraberinde getirir: En küçük kararın bile sonsuz olasılıkları tetikleyebileceği bir evrende, birey, kendi varlığının ağırlığını taşımak zorundadır. Bu bağlamda kelebek etkisi, yalnızca bilimsel bir olgu değil, etik bir uyarıdır da: Hiçbir eylem, bütünden bağımsız değildir.
Kelebek etkisi, insanın evrendeki yerini yeniden düşünmesini sağlayan bir epistemolojik kırılmadır. O, determinizmin katı çizgilerini bulanıklaştırır, geleceği hesaplanabilir olmaktan çıkarır ve varoluşu bir olasılıklar ağına dönüştürür. Bu ağda, her birey bir düğüm, her karar bir yön değişimidir. Kelebek etkisi, bu anlamda, insanın hem ne denli küçük hem de ne denli kudretli olduğunu gösterir: Zira bazen, bir bakış, bir kelime, bir suskunluk bile, tarihin akışını değiştirecek bir fırtınanın başlangıcı olabilir.
26 Mart 2015 Perşembe
mart ayı...
Mart ayı, doğanın uyanışını simgeleyen bir eşik zamanıdır; kışın içe dönük sessizliğinden, baharın dışa açılan canlılığına geçişin metafizik bir ifadesidir. Bu geçiş, yalnızca meteorolojik bir değişim değil, aynı zamanda insanın içsel ritmiyle doğanın döngüsü arasında kurduğu derin bir rezonanstır. Mart, tıpkı bir liminal alan gibi, ne tam olarak geçmişe ait ne de bütünüyle geleceğe yöneliktir; o, zamanın kıyısında salınan bir varoluş anıdır.
Bu ay, doğanın yeniden doğuşuna tanıklık ederken, bireyin de kendi içsel uyanışını tetikler. Heidegger’in “varlık zamanla açığa çıkar” önermesiyle düşünüldüğünde, Mart ayı, varlığın kendini yeniden kurduğu bir zamansal aralıktır. Toprakta filizlenen ilk yeşillikler, yalnızca biyolojik bir yenilenme değil, aynı zamanda ontolojik bir hatırlatmadır: yaşam, döngüseldir; ölüm, geçicidir; ve her son, yeni bir başlangıcın habercisidir.
Mart’ın iklimsel kararsızlığı —bir gün güneşli, ertesi gün yağmurlu— insan ruhunun mevsimsel dalgalanmalarıyla örtüşür. Bu değişkenlik, Kierkegaard’ın varoluşsal kaygı tanımıyla paralel bir şekilde, bireyin kendi içsel belirsizlikleriyle yüzleşmesini sağlar. Mart, bu yönüyle, hem umut hem hüzün taşır; çünkü her uyanış, aynı zamanda bir vedadır. Kışın kapanışı, baharın gelişiyle birlikte, geçmişin izlerini silerken, geleceğin belirsizliğini de beraberinde getirir.
Son kertede Mart ayı, zamanın ritmini duyumsamak isteyenler için bir içsel çağrıdır. Doğanın yeniden doğuşu, bireyin kendi varoluşunu yeniden düşünmesi için bir fırsat sunar. Bu ay, yalnızca takvimdeki bir dönemeç değil, aynı zamanda varlığın kendini yeniden kurduğu bir felsefi mekândır. Mart, insanın hem doğayla hem de kendiyle kurduğu ilişkinin en şiirsel, en kırılgan ve en dönüştürücü zamanıdır.
18 Mart 2015 Çarşamba
huzurlu olmak için 100 öneri
02. Kusursuz olamayacağınızı kabullenin.
03. Rahat ve ılımlı insanların çok başarılı olamayacakları düşüncesini bir yana bırakın.
04. Olumlu ve olumsuz düşünce kartopunun çığ gibi büyüme etkisini göz önüne alın.
05. Sevgi kapasitenizi geliştirin.
06. Unutmayın: Öldüğünüz zaman yapılacak işler listeniz hâlâ dolu olacaktır.
07. Kimsenin sözünü kesmeyin cümlesini siz bitirmeyin.
08. Birisine bir iyilik yapın ve kimseye bundan bahsetmeyin.
09. Bırakın ilgiyi başkaları toplasın.
10. İçinde bulunduğunuz ânı yaşamayı öğrenin.
11. Sizden başka herkesin bilgili olduğunu düşünün.
12. Sabır geliştirme egzersizleri yapın.
13. Sevgi elini önce siz uzatın.
14. Kendinize sorun: Bir yıl sonra bunun bir önemi olacak mı?
15. Gerçeği kabul edin: Hayat âdil değildir.
16. Arada sırada canınızın sıkılması yararlıdır: Bırakın canınız sıkılsın.
17. Strese dayanma gücünüzü azaltın.
18. Haftada bir kez yürekten gelen bir mektup yazın.
19. Sık tekrar edin: Hayat acil bir durum değildir.
20. Zihninizde özel bir bölüm açın.
21. Her gün bir dakikanızı minnettar olduğunuz birini düşünmek için harcayın.
22. Tanımadığınız insanların gözlerine bakın ve gülümseyerek merhaba deyin.
23. Her gün kendinize biraz sessiz zaman ayırın.
24. Yaşantınızdaki insanları minik çocuklar ve yüz yaşında ihtiyarlar olarak düşünün.
25. Önce karşınızdaki kişiyi anlamayı hedefleyin.
26. Daha iyi bir dinleyici olun.
27. Savaşlarınızı akıllıca seçin.
28. Çöpü çıkarma sırasının kimde olduğunu hatırlamıyorsanız gidip siz çıkarın.
29. Eleştirme isteğinizi bastırın.
30. Daha ılımlı bir sürücü olun.
31. Unutmayın: İnsanı edindiği huylar oluşturur.
32. Bilmemenin verdiği rahatlığı duyun.
33. İpin ucunu biraz bırakın.
34. Bir bitki yetiştirin.
35. Yoga (ya da jimnastiğe) başlayın.
36. Erken kalkmaya alışın.
37. En inatla savunduğunuz beş iddianızı sıralayın ve bu konularda yumuşamaya çalışın.
38. Planlarınızda esnek olun.
39. Konuşmadan önce derin bir soluk alın.
40. Suçluluğu değil masumiyeti görmeye çalışın.
41. Sırf gırgır olsun diye size yöneltilen eleştiriyi kabul edin. Göreceksiniz canınız yanmayacak.
42. Kendi görüşlerinizden tamamen farklı makale ve kitaplar okuyun ve bir şeyler öğrenmeye çalışın.
43. Zihninizi sessizleştirin.
44. Birisi size topu atarsa bunu tutmak zorunda değilsiniz.
45. Olumsuz düşüncelerinize yüz vermemeye çalışın.
46. Öfkeniz kabarmaya başladığı zaman ona kadar sayın.
47. Sorunlarınızı öğretmeniniz olarak görün.
48. Biraz yüzünüz gülsün.
49. Bu da geçer.
50. Gevşeyin!
51. Bugününüzü son gününüzmüş gibi yaşayın. Öyle olabilir.
52. İç dünyanız için zaman ayırın.
53. Olağan şeylerdeki olağanüstülüğü arayın.
54. Kendi işinize bakın kendinizi başkasının yerine koymayın.
55. Hayatı olduğu gibi kabul edin.
56. Yüreğinizin sezgisine güvenin.
57. Bırakın çoğu zaman başkaları haklı olsun.
58. Daha sabırlı olun.
59. Kendi cenazenize katıldığınızı farz edin.
60. Önce karşınızdaki kişiyi anlamayı hedefleyin.
61. Ruh durumunuzu dikkate alın: Moralinizin bozuk olduğu zamanlar sizi yanıltmasın.
62. Hayat bir sınavdır. Altı üstü bir sınav.
63. Herkesin onayını alamayacağınızı unutmayın. Övgü ve yergi aynı şeydir.
64. Rasgele iyilikler yapın.
65. Bir davranışın ardındakini görmeye çalışın.
66. Gönlü bol olmayı haklı olmaya yeğleyin.
67. Bugün üç kişiye onları ne çok sevdiğinizi söyleyin.
68. Alçak gönüllü olmaya çalışın.
69. Kışa hazırlık (eksikleri gedikleri kapatma) telaşından kaçının.
70. Her gün birkaç dakikanızı sevecek birini düşünmeye ayırın.
71. Antropolog olun: Ön yargınızdan uzak başka insanların yaşam ve davranış tercihlerini inceleyin.
72. Herkesin farklı olabileceği gerçeğini anlayın ve saygı gösterin.
73. Kendinize bir kamusal yardım konusu seçin.
74. Her gün en az bir kişiye beğendiğiniz bir özelliğini söyleyin.
75. Sınırlarınızı öne sürmeyin yoksa sınırlı olursunuz.
76. Gördüğünüz her şeyde tanrının parmak izi vardır.
77. Başkalarının fikirlerinde biraz olsun doğruluk payı arayın.
78. Bardağın (ve başka her şeyin de) kırılmış olduğunu varsayın:
Her şeyin bir başlangıcı ve bir sonu vardır.
79. Bu ifadeyi iyi anlayın: Nereye giderseniz siz oradasınız.
80. Kendinizi iyi hissettiğiniz zaman şükredin kötü hissettiğiniz zaman ılımlı olun.
81. Postayla evlat edinin. Bir vakıf yoluyla bir çocuğa yardım edin
82. Yaşamı melodram olarak görmeyin.
83. Aynı anda birkaç şey yapmaya kalkmayın.
84. Fırtınanın Gözü'nde (karmaşanın ortasındaki sükûnet noktasında) bulunmaya çalışın.
85. Sahip olmak istediğiniz şeyleri değil elde etmiş olduklarınızı düşünün.
86. Dostlarınızdan ve ailenizden bir şeyler öğrenmeye açık olun.
87. Bulunduğunuz konumdan mutlu olmaya bakın.
88. Hizmet vermeyi yaşantınızın değişmez bir parçası haline getirin.
89. Bir iyilik yapın ve karşılığını ne isteyin ne de bekleyin.
90. Varlığınızı bir bütün olarak kabullenin.
91. Başkalarını suçlamayı bırakın.
92. Yardım etmeye çalışırken önceliğinizi küçük şeylere verin.
93. Unutmayın: Bundan yüz yıl sonra dünyada bambaşka insanlar olacak.
94. Sorunlarınıza olan bakışınızı değiştirin.
95. Bir tartışmaya girecek olursanız kendi görüşünüzü savunmadan önce karşı tarafın savını anlamaya çalışın.
96. "Anlamlı başarı"nın tanımını bir kez daha yapın.
97. Duygularınıza kulak verin; size bir şey söylemeye çalışıyorlar.
98. Yaşınızı sevgiyle doldurun.
99. Kendi düşüncelerinizin gücünü bilin.
100. "Daha fazlası daha iyidir" diye düşünmekten vazgeçin
17 Mart 2015 Salı
bazı akdeniz lezzetleri - zeytinyağlı taze fasulye
Tarifin ritmi, doğanın döngüselliğini ve insanın sabırla kurduğu uyumu yansıtır. Fasulyenin kılçıklarından arındırılması, bireyin kendi içindeki fazlalıklardan arınma süreci gibidir; soğanın doğranması, gözyaşıyla gelen arınmayı; zeytinyağının tencereye bırakılması ise Akdeniz’in güneşle olgunlaşmış bilgeliğini temsil eder. Bu süreç, Heidegger’in “aletler dünyası”na dair çözümlemeleriyle örtüşür: mutfaktaki her nesne, yalnızca işlevsel değil, aynı zamanda anlam yüklüdür. Tencere, bir mekân değil; bir zaman kapsülüdür. İçinde pişen fasulye, geçmişin ve doğanın izlerini bugüne taşır.
Yemeğin pişme süresi, Kierkegaard’ın varoluşsal sabır anlayışıyla paralel bir şekilde, insanın içsel dönüşümüne işaret eder. Kısık ateşte geçen dakikalar, yalnızca bir teknik gereklilik değil, aynı zamanda bir bekleyişin, bir teslimiyetin ve bir dönüşümün metaforudur. Domatesin eklenmesiyle başlayan ikinci aşama, tıpkı bir düşüncenin olgunlaşması gibi, lezzetin derinleşmesini sağlar. Bu aşamalar, yemek yapmayı bir eylem değil, bir ritüel hâline getirir; çünkü burada zaman, yalnızca kronolojik değil, aynı zamanda ontolojik bir boyut kazanır.
Zeytinyağlı taze fasulye, Akdeniz’in güneşiyle, toprağıyla ve insanıyla kurduğu çok katmanlı ilişkinin bir izdüşümüdür. Bu yemek, yalnızca beslenmek için değil, yaşamak, hatırlamak ve anlamak için yapılır. Sofraya konduğunda, yalnızca bir tabak değil, bir anlatı sunar: doğanın cömertliği, insanın sabrı ve kültürün sürekliliği. Böylece zeytinyağlı taze fasulye, Akdeniz’in felsefi ve estetik bir manifestosu hâline gelir; sade ama derin, sıradan ama kutsal.
16 Mart 2015 Pazartesi
bazı akdeniz lezzetleri - zeytinyağlı enginar
Tarifin ritmi, doğanın döngüselliğini ve insanın sabırla kurduğu uyumu yansıtır. Limonlu suda bekletilen enginar, tıpkı bireyin içsel arınma süreci gibidir; havucun haşlanması, zamanın yumuşatıcı etkisini; bezelyenin eklenmesi ise doğanın cömertliğini temsil eder. Arpacık soğanlar, gözyaşıyla gelen bilgelik gibi, yemeğe hem tat hem de derinlik katar. Zeytinyağı ve limonun çırpılarak dökülmesi, Akdeniz’in güneşle olgunlaşmış bilgeliğini ve doğanın kendiliğindenliğini sofraya taşır. Bu süreç, Heidegger’in “aletler dünyası”na dair çözümlemeleriyle örtüşür: mutfaktaki her nesne, yalnızca işlevsel değil, aynı zamanda anlam yüklüdür.
Enginarın pişme süresi, Kierkegaard’ın varoluşsal sabır anlayışıyla paralel bir şekilde, insanın içsel dönüşümüne işaret eder. Kapağın hiç açılmadan geçen yirmi dakika, yalnızca teknik bir gereklilik değil, aynı zamanda bir bekleyişin, bir teslimiyetin ve bir dönüşümün metaforudur. Bu süre boyunca, doğa kendi ritmini sürdürür; insan ise müdahale etmeksizin bu ritme eşlik eder. Bu yönüyle zeytinyağlı enginar, wu wei ilkesine uygun bir varoluş pratiğidir: eylemsiz eylem, doğayla uyumlu bir yaşam biçimi.
Zeytinyağlı enginar, Akdeniz’in güneşiyle, toprağıyla ve insanıyla kurduğu çok katmanlı ilişkinin bir izdüşümüdür. Bu yemek, yalnızca beslenmek için değil, yaşamak, hatırlamak ve anlamak için yapılır. Sofraya konduğunda, yalnızca bir tabak değil, bir anlatı sunar: doğanın cömertliği, insanın sabrı ve kültürün sürekliliği. Dereotuyla süslenen enginar, sade ama derin, sıradan ama kutsal bir varoluşun sembolüdür. Böylece zeytinyağlı enginar, Akdeniz’in felsefi ve estetik bir manifestosu hâline gelir.
15 Mart 2015 Pazar
bazı akdeniz lezzetleri - çipura ızgara
Zeytinyağı, Akdeniz’in altın sıvısı olarak, bu tarifin merkezinde yer alır. Onun kadimliği, zeytin ağaçlarının köklerinden gelen bilgeliğiyle birleşerek, yemeğe yalnızca lezzet değil, bir anlam da katar. Karabiberin keskinliği, sarımsağın derin aroması ve maydanozun taze ferahlığı, bu kutsal birlikteliğe eşlik eden müzikal notalar gibidir. Her biri, doğanın farklı bir yönünü temsil eder: ateşin keskinliği, toprağın kokusu, suyun serinliği… Bu birleşim, yalnızca damakta değil, zihinde de bir iz bırakır; çünkü bu yemek, yalnızca bedenin değil, ruhun da gıdasıdır.
Marine süreci, zamanın yavaşlatıldığı, sabrın ve bekleyişin değer kazandığı bir aralıktır. Modern çağın hızına karşı bir duruştur bu; çünkü çipura, aceleye gelmez. O, kendi lezzetini zamanla açığa çıkarır, tıpkı bir düşüncenin olgunlaşması gibi. Streç filmle örtülen kap, aslında bir tür inziva mekânıdır; balık, bu süre zarfında içsel bir dönüşüm geçirir. Bu dönüşüm, pişirme süreciyle tamamlanır: ateşin arındırıcı gücüyle, çipura artık yalnızca bir balık değil, bir anlatıya dönüşür.
Sonunda, ızgaradan çıkan çipura, yalnızca bir öğün değil, bir anlatıdır sofrada. Her lokma, Akdeniz’in tuzlu rüzgârını, güneşin yakıcı sıcaklığını ve zeytin ağaçlarının gölgesini taşır. Bu yemek, insanın doğayla kurduğu estetik ve etik ilişkinin bir yansımasıdır. Çipura ızgara, yalnızca bir tarif değil, bir yaşam biçiminin, bir düşünce sisteminin ve bir kültürel belleğin ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Sofraya konduğunda, yalnızca açlığı değil, anlam arayışını da doyurur.