"Her nerede değilsem,
orada iyi olacakmışım gibi geliyor."(C.Baudelaire)
“Her nerede değilsem, orada iyi olacakmışım gibi geliyor” ifadesi, modern bireyin varoluşsal yabancılaşmasının özlü bir izdüşümüdür. Bu cümlede yankılanan huzursuzluk, yalnızca mekânsal bir yer değiştirme arzusunu değil, aynı zamanda ontolojik bir eksiklik hissini de barındırır. İnsan, bulunduğu yerin sınırlarını aşındıran bir özlemle, daima başka bir yerde olmanın düşüyle yaşar. Bu düş, Heidegger’in “dünyaya fırlatılmışlık” (Geworfenheit) kavramıyla örtüşür; zira birey, kendi varoluşuna dair bir aidiyet kurmakta zorlanır ve bu zorlanma, sürekli bir kaçış itkisine dönüşür.
Bu tematik yapı, Kierkegaard’ın “ya ya da” ikilemindeki estetik ve etik yaşam biçimleri arasında salınan bireyin trajedisini çağrıştırır. Kişi, bulunduğu yerdeki gerçekliğin ağırlığını taşımakta zorlandıkça, başka bir mekânda, başka bir benlikte kurtuluş arar. Ancak bu arayış, çoğu zaman bir yanılsamadan ibarettir; çünkü “iyi” olan yer, yalnızca tahayyülün inşa ettiği bir ütopyadır. Bu ütopya, Benjamin’in “şimdi ve burada”yı sürekli erteleyen tarih anlayışına benzer biçimde, hiçbir zaman tam anlamıyla erişilemeyen bir zamansal ve mekânsal ötedir.
Bu varoluşsal yer değiştirme arzusu, aslında bireyin kendi içsel boşluğuyla yüzleşememesinin bir tezahürüdür. Sartre’ın “cehennem başkalarıdır” önermesini tersine çevirerek, birey kendi cehennemini içinde taşır ve onu her yere götürür. Dolayısıyla, “orada iyi olacakmışım” düşüncesi, yalnızca dışsal koşulların değil, içsel huzursuzluğun da bir yansımasıdır. Bu bağlamda, mekânlar değişse de, bireyin taşıdığı eksiklik duygusu sabit kalır; çünkü mesele, dış dünyadan ziyade iç dünyanın inşasıdır.
Sonuç olarak, bu tema, modern insanın yerle kurduğu ilişkinin kırılganlığını ve sürekli ertelenen tatmin arzusunu gözler önüne serer. Birey, kendi varoluşunu anlamlandırma çabasında, mekânları birer kurtuluş vaadi olarak idealize eder. Ancak bu idealizasyon, çoğu zaman bir kaçış stratejisidir; çünkü insan, en çok kendisinden kaçmak ister. “Her nerede değilsem…” cümlesi, bu kaçışın hem trajik hem de evrensel boyutunu dile getirir: İnsan, kendi içindeki boşluğu dolduramadıkça, dışarıda bir “iyi” aramaya mahkûmdur.
Bu tematik yapı, Kierkegaard’ın “ya ya da” ikilemindeki estetik ve etik yaşam biçimleri arasında salınan bireyin trajedisini çağrıştırır. Kişi, bulunduğu yerdeki gerçekliğin ağırlığını taşımakta zorlandıkça, başka bir mekânda, başka bir benlikte kurtuluş arar. Ancak bu arayış, çoğu zaman bir yanılsamadan ibarettir; çünkü “iyi” olan yer, yalnızca tahayyülün inşa ettiği bir ütopyadır. Bu ütopya, Benjamin’in “şimdi ve burada”yı sürekli erteleyen tarih anlayışına benzer biçimde, hiçbir zaman tam anlamıyla erişilemeyen bir zamansal ve mekânsal ötedir.
Bu varoluşsal yer değiştirme arzusu, aslında bireyin kendi içsel boşluğuyla yüzleşememesinin bir tezahürüdür. Sartre’ın “cehennem başkalarıdır” önermesini tersine çevirerek, birey kendi cehennemini içinde taşır ve onu her yere götürür. Dolayısıyla, “orada iyi olacakmışım” düşüncesi, yalnızca dışsal koşulların değil, içsel huzursuzluğun da bir yansımasıdır. Bu bağlamda, mekânlar değişse de, bireyin taşıdığı eksiklik duygusu sabit kalır; çünkü mesele, dış dünyadan ziyade iç dünyanın inşasıdır.
Sonuç olarak, bu tema, modern insanın yerle kurduğu ilişkinin kırılganlığını ve sürekli ertelenen tatmin arzusunu gözler önüne serer. Birey, kendi varoluşunu anlamlandırma çabasında, mekânları birer kurtuluş vaadi olarak idealize eder. Ancak bu idealizasyon, çoğu zaman bir kaçış stratejisidir; çünkü insan, en çok kendisinden kaçmak ister. “Her nerede değilsem…” cümlesi, bu kaçışın hem trajik hem de evrensel boyutunu dile getirir: İnsan, kendi içindeki boşluğu dolduramadıkça, dışarıda bir “iyi” aramaya mahkûmdur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder