7 Mart 2015 Cumartesi

Can Dündar - Kırmızı Bisiklet



Kitabın Adı               : Kırmızı Bisiklet
Yazarı                         : Can Dündar
Yayınevi                    : İmge
Kapak Tasarım        : Murat Özkoyuncu
Sayfa Sayısı               : 169
Okuduğum Tarih     : 12.05.2008 Pazartesi
Kitabın Beğendiğim Bölümlerinden Alıntı:
Yaşam Bisikletinin Selesinde:
Kalabalık konferans salonunda, mesleğinin doruğunda bir avukat, o gün mezun olacak hukuk öğrencilerine hitap etmek üzere kürsüye geliyor. Herkes meslekten söz edeceğini zannederken O, hayatı anlatıyor:
“Hepiniz kişisel yaşamınızı bir kenara koyup çok çalışabileceğinizi kanıtladınız” diyor bilge hukukçu; “… ama unutmayın ki, ölüm döşeğindeki birini “Keşke işime biraz daha zaman ayırabilseydim” dediği duyulmamıştır. Çocuk sahibi olacak kadar şanslıysanız, onların göz açıp kapayana kadar büyüyeceklerini ana babalarınız size söyleyecektir. Buna ben de tanıklık edebilirim. Çocuklarımıza hikaye okuma, onlarla balığa çıkma, yakalamaca oynama ve birlikte dua etme fırsatını Tanrı ancak belli bir ölçüde bahşeder bize… Bunlardan birini bile kaçırmamaya özen gösterin. Nasıl olsa işiniz, çocuklarınız gittikten sonra bile, orada sizi bekliyor olacaktır”.
Bu konuşmadan 6 hafta sonra yaşlı avukatın intihar haberi geldi.
Kimbilir neyin pişmanlığıyla kıymıştı canına…
Hayata veda ederken, en çok kiminle vakit geçirmediğine yanmıştı kim bilir…
“Ben aslında O’nun için çalışıyorum”, sıkça sarıldığımız bir bahanedir, ama O’na hiçbir zaman “Daha çok parası olan bir baba mı istersin, daha çok seninle olan bir baba mı” diye sormamışızdır.
Babalık için uçurtma almak yetmez, birlikte uçurmak gerektir.
Son Mahalle:
Zaman, o çok bildik posterdeki gibi “veresiye satan”ın aleyhine işlerken, “peşin satan”ın kasasını doldurmuş ve market bakkalı, konfeksiyon da terziyi öldürmüştü.
Mahalleler “steril site”lere dönüşmüş, sokaklar adlarını bırakmış, birer numara olmuştu.
Ne sokakta çocuk kalmıştı ne balkonda asma ne arkada arsa…
60’larda coşkuyu, 70’lerde kavgayı, 80’lerde süngüyü görüp geçirmiş pembe ev, 2000’lerin hoyratlığına dayanamadı.
Babalar ve Çocuklar:
Oyuncaklar… çocuklarımıza ayıramadığımız vakitlere karşı verdiğimiz rüşvetler… Oysa oyuncaktan çok, onları birlikte oynayacağı bir babaya ihtiyacı var çocukların. Tıpkı babaların hediyeden çok, ziyaretine gelip onlarla dertleşecek çocuklara ihtiyacı olduğu gibi…
Tutkunun Son Durağı:
Oysa bez mendiller kağıt peçetelere yenik düştüğünden beri her şeyi “kullanıp at”mıyor muyuz? Pencerelerimizi Vita kutusunda sardunya yerine, plastik çiçekler süslemiyor mu? Kediler tüy döküyor diye pilli bebekler sevmiyor muyuz?
“Verdiği nevresim daha dayanıklı” diye gazetesini, “Lideri daha babacan” diye partisini, “Avrupa’da kazanamıyor” diye takımını değiştirebilenlerin yenidünyasında fanatik bağımlılıklar son buluyor.
Çocuklar, İnadına Sokağa:
Çocuğa ayıracak vakti olmayan büyüklerin de gönüllü katıldığı sinsi bir kuşatma sokağı, bahçeyi, kırı, çimi, karı, yağmuru, toprağı siliyor çocuklarımızın hayatından…
Kuralsız, özgür, başına buyruk, düşe kalka büyüyeceği bir doğal yaşam yerine onları evde, kreşte, okulda kampa, kursa sokup hayatla, parayla, başarı hırsıyla erken tanıştıracak bir yarışa hazırlıyoruz.
Böylece ömür boyu sürecek bir öğütülmeyi her gün biraz daha erkene çekiyoruz.
Yarına yalnız ve bunalımlı çocuklar hazırlıyoruz.
Bu kuşatmayı yarmanın tek yolu insanoğlunun kendisi gibi olabildiği yegane hayat parçasını, yani çocukluğu sonuna kadar savunmaktır.
O periyodu kısaltmak bir yana, ne kadar uzatıp tüm ömre yayabilirsek o kadar başı dik, özgüveni olan, doğayla ve kendisiyle barışık kuşaklar yetişir.
Kaybolan çocukluğu yeniden bulabilmek için, evlatlarımızın ayaklarına bağladığımız altın prangaları çözecek bir “çocuk hakları hareketi”ne ihtiyacımız var.
Yeniden çocuk şarkıları söyleyip onlara kendi kıyafetlerini, yiyeceklerini, çocuk bahçelerini geri verecek bir hareket lazım.
Eski oyunların keyfini taşıyan ve sokaktan doğan bir hareket.
Bırakın Oynasınlar:
Reklamlarda, defilelerde, okullarda çocuklara büyük giysileri giydirilir oldu.
Çocuklar, ana babaları ne yerse onu yer, hangi filmi izlerse onu izler, nerede gezerse orada gezer hale geldi.
Doğadan tamamen koptular.
Önce sokak çıktı hayatlarından, sonra oyuncak ve nihayet oyun…
Banka reklamlarında para sayan çocuklar var; ama ne gittiğiniz lokantada oyun alanları var ne de kitapçıda çocukların rahatça kitap karıştırabilecekleri bir reyon…
Başarı hırsıyla herkes çocuğunu bir an önce hayata karıştırma telaşına kapıldı. “Büyümüş de küçülmüşlük” prim yaptı. Büyüme yaşı küçüldü. Ve çocukluk yok oldu.
Gelin çözelim, çocuklarımızın ayağına taktığımız altın prangaları…
Onları yeniden doğayla buluşturalım.
Kendi kuracakları oyunlarla gönüllerince oynamalarına zemin hazırlayalım.
Kaybolan çocukluğu bulalım.
Gerek doğası, gerekse insan ilişkileriyle kirlenen günümüz dünyasını yeniden ve daha sağlıklı bir şekilde kurabilmemiz için gereken duyarlılığın, düş gücünün ve eleştiri yeteneğinin kaynağı, doyasıya yaşanmış bir çocuklukta gizli çünkü…
Çocukluğa Veda:
Çocuklarımız ekran karşısından alıp onlara neşeli şarkılar öğretmeli, kitapla, masalla, şiirle tanıştırmalı, sohbet etmeli, yeni tatlar tattırmalı, eğlenceli oyunlar oynatmalıyız.
Notlarımız Değil, Kalplerimiz Kırık:
Hayatlarını “başarma hırsı” üzerine kurmayın.
Sizin olamadıklarınızı olmalarını beklemeyin onlardan.
Beyinleri, sizin komplekslerinizi yamamak için pek küçük henüz, ama bu kadarcık sevgiyle doymayacak kadar büyük yürekleri.
“Ödevini yaptın mı”dan önce “Bir derdin var mı”yı sorun.
Kaf Dağı’na Yolculuk:
Simurg, bir masal kuşudur.
Uzun boynunda beyaz bir halka bulunan, safran tüylü, güzel sesli, insana benzer kocaman bir kuş…
Kuşların sultanıdır.
Kaf Dağı’nın ardında yaşar.
Efsaneye göre, kuşlar, sultanlarını bulmak üzere toplanıp yola çıkarlar bir gün…
Yol uzun, yolculuk zordur…
“Aşk Denizi”nden geçerler önce…
“Ayrılık Vadisi”nden uçarlar önce…
“Hırs Ovası”nı aşıp “Kıskançlık Gölü”ne saparlar.
Kuşların kimi Aşk Denizi’ne dalar, kimi Ayrılık Vadisi’nde kopar sürüden…
Kimi hırslanıp düşer ovaya, kimi kıskanıp batar göle…
Yolculuk bittiğinde, Kaf Dağı’nın ardına sadece 30 kuş varabilmiştir.
Sultanları Simurg’u bulamazlar orada…
Sonunda sırrı sözcükler çözer:
Farsça “si”, “30” demektir.
… murg” ise “kuş”…
“30 kuş”, anlar ki aradıkları sultan kendileridir.
Ve gerçek yolculuk kendine yapılan seyahattir.
Mısır piramitlerinin eteklerinde hazine arayan Endülüslü çoban Simyacı’nın dediği gibi.
“Yolculuk bir öğrenme yöntemidir. Bilmemiz gerekenleri bize o öğretir.”
Saklı hazineyi, vurulduğu sevgiliyi, kaybettiği ülkeyi arayan gezgin, büyük sınavlardan geçip yaman engeller aşarak kendi benliğine ulaşır, şuuruna kavuşur bu destanların Kaf dağlarında…
Ve sonunda “kendi hazinesi”ni bulur…
Anlar ki, keşfedilecek ülke insanın kendisidir.
Özgürlük, aradığın yerde olmayabilir, ama kalkıştığın yolculuk seni özgürleştirebilir” demek isterdim.
Arka Kapak:
Ve ben, aslında harfiyen hatırlayarak dünün bol vakitlerini, doyumsuz sohbetlerini, telaşsız saatlerini, saadeti hüzünle yoğurarak geçtim ihtiyar adamın süzgecinden.
Ben onu gemleyemedim, o demledi beni…  Olgunlaştım, basarak üzerine birikmiş bütün yırtık takvim yapraklarının, yıllar yılı aynı çemberde dolanmaktan başı dönmüş akrep ve yelkovanların, o incecik delikten biteviye süzülmüş kumların, evine gire çıka ötmekten sesi kısılmış yorgun guguk kuşlarını, batmış onca güneşin, parıldamış bunca ay ışığının, hilalin ve fecrin, uğruna savaşılmış, yokluğuna alışılmış dostların, birbirine karışarak yanıp sönen kahkahalarla gözyaşlarının, yazılmış yazılmamış bunca satırın, tutulmuş tutulamamış onca sözün, dediklerimin, bir an önce bitmesini istediğim veya hiç bitmesin diye dualar ettiğim anların, koşuda çabuk yorulanların ya da koşmaya hiç niyeti olmayanların, sevaplarımın, günahlarımın, hatalarımın…
… Süzüldüm imbiğinden…
Piştim, o ihtiyarın dergâhında…
Babamın oğluydum eskiden;
Oğlumun babası oluverdim birden…
 
İnceleme Notu: 
Can Dündar’ın Kırmızı Bisiklet adlı eseri, baba-çocuk ilişkisini yalnızca biyolojik bir bağlamda değil, aynı zamanda varoluşsal bir deneyim olarak ele alan, duygu yüklü ve felsefi derinliği olan bir anlatıdır. Bu kitap, babalığın öğrenilen değil, yaşanarak içselleştirilen bir süreç olduğunu savunur; bireyin ebeveynlik deneyimiyle kendi çocukluğuna, geçmişine ve kimliğine doğru yaptığı içsel yolculuğu gözler önüne serer.

Dündar’ın anlatısında “kırmızı bisiklet”, yalnızca bir çocukluk nesnesi değil, aynı zamanda özgürlüğün, büyümenin ve bireyleşmenin simgesidir. Bu metafor, Lacan’ın “ayna evresi” kuramıyla örtüşür biçimde, çocuğun kendi benliğini tanıma sürecinde dışsal bir uzantı olarak işlev görür. Pedallara ilk kez ürkekçe basan çocuk, zamanla kendi yönünü tayin etmeyi öğrenirken, baba figürü de bu sürecin hem gözlemcisi hem de görünmez destekçisidir. Bu bağlamda kitap, ebeveynliğin görünmeyen emeğini, sevgiyle örülmüş bir geri planda kalışın estetiğini işler.

Metin, aynı zamanda modern bireyin aidiyet ve sorumluluk duygularıyla kurduğu ilişkiyi de sorgular. Dündar’ın kendi babasıyla kurduğu ilişkiyi ve kendi babalığını iç içe geçirerek anlattığı bu deneyim, Benjamin’in “hikâye anlatıcısı” figürünü çağrıştırır. Anlatıcı, yalnızca bir baba değil, aynı zamanda bir zaman tanığıdır; geçmişin izlerini bugünün duygularında sürerken, bireysel hafızayı kolektif bir anlatıya dönüştürür. Bu yönüyle Kırmızı Bisiklet, bireysel bir anı kitabı olmanın ötesine geçerek, kuşaklar arası bir aktarımın etik ve duygusal yükünü taşır.

Sonuç olarak, Kırmızı Bisiklet, babalığın pedagojik bir görev değil, ontolojik bir dönüşüm olduğunu savunan bir metindir. Dündar, kendi deneyiminden yola çıkarak, okuru ebeveynliğin yalnızca çocuk yetiştirmek değil, aynı zamanda kendini yeniden inşa etmek olduğunu düşünmeye davet eder. Bu kitap, sevginin görünmeyen biçimlerini, sessizce tutulan seleleri ve fark edilmeden verilen destekleri görünür kılar. Böylece, kırmızı bir bisikletin ardında, insanın en derin bağlarına dair felsefi bir anlatı yükselir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder