Kitabın Adı : Alya, Sevgilim ve ben Bizim hikâyemiz…
Yazarı :
Ayşe Arman
Yayınevi :
Doğan Egmont Yayıncılık
Sayfa Sayısı : 184
Türü :
Biyografi / Anı
Okuduğum Tarih: 02.09.2014 - Salı
Kitabın Beğendiğim Bölümlerinden Alıntı:
Hamileler sıkıcı olmak zorunda mı? Mavi
yolculuk mu dediniz?
Herkesin adını duyduğunda “Oooooo!” diye
çığlıklar attığı bu seyahat türü, beni oldum olası korkutur. Çünkü teknenin
içine girdin mi, orada her şey mümkündür. O sevimli ters ceviz kabuğunun içinde,
insanlarla bütünleşebilirsin de, günlerce birbirini yılan gibi sokabilirsin de.
Can ciğer kuzu sarması dostlar, kanlı bıçaklı olabilir. Karı kocalar birbirinin
saçını başını yolabilir. Tekne, insanın karakterini ayırt eden önemli mihenk
taşlarından biridir. Hem seyahat, hem içki, hem boş zaman.
Kız mı? Erkek mi?
Zaten bebeğin cinsiyetini belirleyen de
siz değilsiniz Hanımefendi, eşiniz. Doğru ya X’ler ve Y’ler. Babadan X geçerse,
anneden gecen X’le XX oluyor; gözünüz aydın bir kızınız dünyaya geliyor. Babadan
Y geçerse, anneden geçen X’le XY oluyor, “Tebrikler bir oğlunuz oldu” deniyor.
Bu işin kadınlarla zerre kadar alakası yok yani. Çocuğun cinsiyetini belirleyen
anası değil, babası!
Ultrason dediğin şey almış başını
gitmiş, bebeğini resmen üç boyutlu görüyorsun; bebeğin esniyor, gözlerini
ovuşturuyor, o küçücük yerde bir dünya kurmuş kendine, mutlu mutlu yaşıyor,
dönüyor, taklalar atıyor ve sen film gibi onu seyrediyorsun.
Benim güzel balerin mamim
Demek istiyorum ki, anasını satayım, ben
kendimi çok zorluyorum. Ne boktan bir şeymiş kadın olmak! Hem çocuk hem kariyer
yapmak. Hem anne hem sevgili olmak. Hem yaratıcı fikirler bulmak, acayip
röportajlar attırmak, hem de bakımlı güzel, fit ve sağlıklı olmaya çalışmak.
Her konuda dengeyi bulmak. Benim durumunda bir de hem İstanbul’da hem Dubai’da
yaşamak. Tünel’de bir kitapçıdan, Dubai’deki evin duvarına asmak üzere
1870’lerden kalma Le Monde ve The Illustrated London News gazetelerinin
orijinal birinci sayfalarını aldık.
İçimde kuşlar uçuyor
Düşünsenize, bir sevişmeden sonra,
içinizde mercimek büyüklüğünde bir şey oluyor. Zamanla o bir şey, bir insana
dönüşüyor. Hanımefendi ya da beyefendi size rağmen ama sizin içinizde, kendine
yeni bir dünya kuruyor. Gülüyor, uyuyor, yemek yiyor, dinliyor, parmaklarını emiyor,
oyunlar oynuyor, taklalar atıyor. Lunapark mı orası? İnsanın, “Yok artık daha
neler!” diyesi geliyor.
Zaten hamileliğin en oyuncaklı ve en
sürprizli tarafı bu: Ertesi günkü ruh halinin ne olacağını bilmiyorsun. “Bir
sonraki bölümde ne olacak acaba?” diye meraklandığın bir kitaba dönüşüyorsun.
Bir gün kırılgan bir melek, bir sonraki gün herkesi ısırmaya hazır bir şeytan
oluveriyorsun. İnişli çıkışlı, evlere şenlik bir durum yani! Ama şahane bir
dönem olduğu kesin.
Nasıl anlatsam size? Hani Yeni Cami’nin önünde
güvercinlerden biri birdenbire havalanır ya, olağanüstü bir görüntüdür, insana
çocuksu bir sevinç verir, sen huşu içinde seyredersin, işte karnımın içinde
ondan oldu. Durum absürd tabii! Dışarıda başka bir şey oluyor, karşındaki insan
senin sorduğun soruya cevap veriyor, sen de onu dinliyorsun ama aynı anda
kulağın bedeninde, kendi kendini dinliyorsun… İtiraf etmeliyim ki, kimi
dinlediğin biraz karışıyor! Sen içinden her iki dünyayı da hissediyorsun. Ama
dışından sadece aptal aptal gülümsüyorsun.
Sonra Çamlıca gazozu dönemi başlıyor.
Hani Çamlıca gazozunun kapağını açarsın, köpükler ve baloncuklar oluşur, onlar
minik minik patlar, işte öyle karnının içi fısır fısır. Kelebeklerden sonra
içimde olan buydu. Hoş bir duygu. Bizim kızın Çamlıca gazozunu seveceği daha
doğmadn belli oldu! Bir sonraki dönemin başlığı Kerime Nadir’den: Hıçkırık.
Allah Allah, içimde biri hıçkırıyor sanki! Ama bir kere hıçkırıyor. Sonra
duruyor.
Ve sessizlik. Daha önceki kelebeklerden
ve gazoz fısırtılarından daha büyük bir hareket bu hissettiğim. Sakın yanlış
anlamayın, çocuk değil hıçkıran, karnım bağımsız bir canlı varlıkmış gibi
hıçkırıyor kendi başına. “Acaba ben mi yanlış duydum?” oluyorsun, etrafına
bakıyorsun ama kimseyle konuşamıyorsun. Çünkü o sesi senden başka duyan yok!
Yaşıyorum hayattayım sağlıklıyım
doğurdum
Özgür ruhlardan da iyi anne olurmuş.
Dikkat loğusa geliyor
Kanıma bulaşan zehri ilk o gece fark
ettim. Yani o geceye rastlıyor bir atmacaya dönüşmeye başlamam. O kadar hoşuma
gitti ki durum. Bir tarafta aşık olduğum adam, bir tarafta dünyalar güzeli
bebeğim. Bir elim onda, bir elim öbüründe. “Dünyanın gerisinden bana ne!”
diyorsun. Yeryüzündeki her şey o anla, o fotoğrafla, o duyguyla sınırlı kalsın
istiyorsun. Ve güç sonuna kadar sende olsun.
İnsanın hayatına annesinin eli değince
Uyurken bir kediler böyle güzel olur,
bir de bebekler!
Öğle saatlerinde 3.kural konuluyor. Bu
bizi biraz zor durumda bırakıyor. “Siz bur evde 3 kadınsınız. İnoka, sen ve
Gülşen Hanım. Hatta Alya’yı da dahil ederek 3,5 kadın…” anladım “teaser”
yapıyor, birazdan ağır bindirecek. Nitekim yanılmıyorum: “3,5 kadına bir erkek
ve buzdolabında bir tane bile zeytinyağlı yemek yok. Senin baban sofrada her
gün iki tane zeytinyağlı yemek bulamazsa evi başıma yıkar. Bana sakın
kadın-erkek eşitliği gibi şeyler söyleme; her erkek işten eve geldiğinde o gün
pişmiş yemek bulmalı. Kadın çalışıyorsa da bunun sistemini kurmalı.” Biraz
utanıyorum, başımı öne eğiyorum. Can alıcı cümle ardından geliyor: “Her çocuğun
da dolma pişirmesini bilen annesi olmalı.” İyice ezik, “Tamam” diyorum.
“öğreneceğim.” “Öğlen birlikte yapalım da sen tarifini yaz.” Annemin bu Dubai
seferinden kazancım bir yemek defteri. Birinci sayfada kocaman harflerle
“dolma” yazıyor. Sonra “etli sarma”, “zeytinyağlılar” ve “barbunya” diye ayrı
bölümler var. Kolay yemekler bölümünde de “kabak çintmesi”.
Buyurun size bir Mami kuralı daha.
Değişik tatlara açık olmalıymışız. Hem biz hem Alya. Türkiye’de yaşasa sadece
elma, armut, muz, portakal, hadi bilemedin kivi, ananas yiyecekmiş. Ama bu ülkede
sonsuz sayıda egzotik meyve varmış, neden zamanı gelince hepsini denemesinmiş.
Hay hay. “Peki, biz neden Sri Lanka yemeği denemeyecekmişiz, mesela yarın
öğlen?” anlamadım. Ben anlayıncaya kadar İnoka, Sri Lanka yemeği yaptı. Vay be.
Ananaslı körili tavuk ve şahane bir sebzeli çilav.
7 aylık kızımızla seyahate gidiyoruz
Anne-baba-çocuk tatili. İstikamet
İtalya. Milano’ya uçuyoruz, oradan araba kiralayıp Como Gölü’ne gidiyoruz.
Oradan, ver elini Portofino. Size küçük bir sır: Alya’nın göbekbağını da
götürüyoruz yanımızda. Artık San Remo’da mı, Monaco’da mı, Nice’te mi, bir
yerlere bırakacağız işte. Akşamları 19.30’da kızımı yıkayıp yatıracağız, biz
sevgilimle otel odasında adam asmaca ve tavla oynayacağız.
Milano-Como-Portofino-San Remo
Bambino-Tiamo
Villa d’Este, dünyanın en romantik, en
klasik otellerinden biri. Como Gölü’nün eşiğinde. Çırağan ile Boğaz ilişkisi
gibi. Ama onların Boğaz’ı mahvedilmemiş. Villa d’Este’nin 500 yıllık bir tarihi
var, aslında İngiliz kraliçesinin eviymiş, 1873’te otel haline getirilmiş.
Alfred Hitchcock’ün dünyadaki en favori mekanıymış, bütün yaz tatillerin burada
geçirirmiş. Mark Twain, Greta Garbo, Betty Davis, Clark Gable, Gary Cooper gibi
bir sürü insan kalmış, Mel Gibson’dan Sharon Stone’a, Sting’den Madonna’ya kadar.
Donna Karan ve Ralph Lauren’in ikinci evi bile sayılabilirmiş.
Como, Portofino’nun yanında fazla
sofistike ve snop kalıyor. Burası bildiğin küçük bir balıkçı kasabası. Ne var
ki, fiyatlar büyük. Biraz pahalı yani. Ama beni Como’dan daha çok etkiledi bilesiniz.
Tabii, bir annenin bu yargısında bebeğinin Portofino’da sorun yaratmamış
olmasının da etkisi bir hayli yüksektir. O kadar sevdim ki, “Acaba göbekbağını
buraya mı gömsek?” diye bile düşündüm. Çünkü en çok istenen şey, aşk ve huzur,
bir aradaydı Portofino’da. Bu kasabada iki gün kaldın mı ahaliden oluyorsun,
herkesi tanıyorsun. Selam veriyorsun, selam alıyorsun.
Yürü be Alya, kim tutar seni
Hani öyle dalgın, üzgün ve durgun
olursun ya bazen. Kendi içinde kaybolmuşsundur. İçine kaçmışsındır. Birden bir
şey olur, beklemediğin bir şey, biriyle göz göze gelirsin mesela. Kendini
yakalanmış hissedersin. Çırılçıplak hissedersin. Kalakalırsın. Donakalırsın.
Karşındaki, o kısacık anda fotoğrafını çeker sanki. Ruhunun fotoğrafını.
Kızım, bazen bana sevdiğim adam gibi
bakıyor. O bakış, o aşık olmama sebep olan bakış, kızımın içinden bir anda
geçiveriyor. Yoksa, biz çocuklarımızı bu yüzden mi bu kadar çok seviyoruz?
Sevdiğimiz erkeklerin, kadınların birer parçası oldukları için mi? Onlar gibi
baktıkları, onlar gibi güldükleri için mi?
Alya’yla anaokulu macerası
Norma Razon, çocuk eğitiminde hiçbir
şeyin sert ve birden yapılmaması gerektiğini söyledi. Feriha Dildar da
bağımlılıktan önce bağlılığa, daha sonra bağımsızlığa geçilmesi gerektiğine
dikkat çekti. Alya yaşında bir çocuğun buna zorlanmasının travmatik sonuçlara
yol açabileceğini de ekledi. Bir de tavsiyede bulundu: “Alya’yı elinden tutun,
o okula yeniden gidin. O sınıfta siz varken yine oynasın o oyuncaklarla. Sonra
da herkese bay bay yapsın öyle ayrılsın oradan. İyi bir finali olsun bu okul
macerasının.”
Mutfaktan bildiriyorum
Burası, kendimi hayatta en mutlu
hissettiğim yer. Ooooooooooooo! Hemen atlamayın, yanlış imajlara kapılmayın.
Hayır, yatak odası değil: Mutfak. Ben sütlaç yapıyorum, sevgilim rozbif. Alya
da, pilli küçük mikseriyle bebeğine mama hazırlıyor. Sonsuza kadar saklamak
istediğim karelerden biri, bu işte. Üçümüz mutfaktayız. Çekirdek aile. Fonda
Diana Krall çalıyor. Bahçeye asılı rüzgargülünün sesi bize kadar ulaşıyor.
Düdüklü tencerenin sesi ve buharı, özel bir ortam yaratıyor. Ocağın tütmesi
görüntüsü bu. Rozbif ile sütlacın kokusu birbirine giriyor. Müthiş. Huzur bu.
Mutluluk bu. Alya, Ikea’dan aldığımız yedi cüceler masasında, ciddi ciddi
bebeğine mama hazırlama görüntüsünden sıyrılıp aniden kendi mamasının peşine
düşüyor: “Mattaa, mattaaa…” Mattaaa, makarna. Makarna delisi, bizim kızımız.
Tercihi de penne!
Mutluluk, benim için yıllar içinde pek
çok şey oldu. Önce, özgürlüktü. Cesaretti. Uçlarda yaşamaktı. Sabahlara kadar
zıplamak, gün ağırırken eve gitmek ya da arabada oturup sabahlara kadar Boğaz’ı
izlemekti. Arkadaşlarımla paylaştıklarım mutluluktu. Bunların hepsi, şimdi de
mutlu eder beni. Ama o zamanlar, mutfakla yakalanabilecek mutluluklardan
haberim dahi yoktu. Niyetim de yoktu. Şimdi, “Hayatımın sonuna kadar saklamak
isteyeceğim karelerden biri bu” diyecek kadar seviyorum mutfağı ve burada
birlikte paylaştıklarımızı.
Arka Kapak: En başta “Alya kitabı”
yapmak üzere yola çıktık. Ama sonra baktık, kitap, “Alya kitabı” olmaktan
çıkmış, esas olarak bizim minik, çekirdek ailemizin hikayesi olmuş. Bu sayfalar
bizi anlatıyor. İçeriden sansürsüz. Katıksız. Bu kitap, buzdolabının üzerine
yapıştırılmış olan, yazı masamın arkasında asılı duran fotoğraflardan oluşuyor.
Tamamen doğal fotoğraflar. Bizim ev halimiz. En basit, en yalın, en samimi… Ve
ben seviyorum bu halimizi. Bu benim hayattaki en büyük başarım; böyle bir
aileye sahip olmak…
Kadın Karadeniz yollarında
Evet, budur. Benim için seyahat budur.
Ailecek bir arabanın içinde kıkırdamak, kahkaha atmaktır. Birlikte şarkılar
söylemek, “Ver bakalım o poğaçadan bir tane” diye seslenmektir. “Alya, kafanı
teyzenin kucağına koy” diye akıl vermektir. Ve o arada, pencereden akıp giden
olağanüstü güzel bir memleket seyretmektir. Sık sık mola vermektir. O ağaçlara,
tepelere, dağlara, yeşile dalıp gitmektir. Sevgiliye mesaj çekmek, “Keşke sen
de burada olsaydın” demektir. Mis gibi havayı içine çekmektir. Huzuru, derinin
altında dolaşmasını hissetmektir. Burası, bu muhteşem memleket, Doğu Karadeniz…
Altındere Milli Parkı sınırları içindeki
Sümela Manastırı’nı geride bırakıyoruz, istikamet Çamlıhemşin; sahil boyunca
Rize, Ardeşen ilerliyoruz. Mükemmel bir coğrafya. Ama beni en çok etkileyen
insanları. Tanıştığımız herkes, bütün halalar, dayılar (Karadeniz’de sizden
yaşça büyük bütün kadınlara hala, erkeklere ise dayı deniyor) inanılmaz sıcak,
yakın, verici ve misafirperverdi. Konuşkan, hoşsohbet, tulumun sesini
duyduğunda yerinde duramayan eğlenceli, hareketli, neşeli insanlar.
Çamlıhemşin’de o güzel yeşil doğa,
değişiyor. Daha tutkulu bir hale geliyor. Birbirinin içine geçmiş, müthiş bir
şenlik. İnsan, Karadeniz’de doğanın çıldırmışlığına tanık oluyor. Dereler bile
daha farklı, daha bir coşkulu akıyor. Hava serinliyor, Allah’tan polar molar
getirmişiz; temmuz ayında kat kat giyinmeye başlıyoruz, ayağımıza çoraplar
geçiriyoruz. Şimdi Şenyuva’dayız, eski ismiyle Çinçiva. Bu yöredeki pek çok yer
ismi, Ermenice. Karadeniz’in etnik kökeni beni büyülüyor.
Budur. Hayalini kurduğum yer burasıdır.
Rüyalarımda gördüğüm yer. Kafamdaki resim aynen buydu. Adı Pokut. Ben böyle
güzel bir yayla görmedim. Bu kadar iyi korunmuş dört beş yayla var Doğu
Karadeniz’de: Sal, Pokut, Hazindağ, Samistol, Amlakid.
Oysa Pokut, el değmemiş bir yer. Bakire
bir yayla. Elektrik gelmiş ama toprağın altından geçirmişler, dokusunda
herhangi bir bozulma yok. Toplam 40 ev filan var. Dağların en en tepesinde,
bulutların içinde çok özel bir yer. Sen yürüyorsun, bulutlar yanından geçiyor,
sana selam veriyor. Söylüyorum, cennet burası.
Çam ve ladinlerin arasından yürümek,
patikalarda ilerlemek bin bir türlü bitki görmek, yeşilin her tonunu içine
çekmek, nefis. Arada küçük molalar veriyoruz, ama epey bir yol yürüyoruz.
Alya’nın keyfine diyecek yok, çocuk görmemiş tabii böyle bir yeşil, ceplerini
kozalaklarla ve çiçeklerle dolduruyor. Sonra neredeyse bütün Fırtına Vadisi’ni
tepeden gören bir yerde öğle yemeğimizi yiyoruz. Birden ortalığı sis kaplıyor,
göz gözü görmez oluyor, biz de evimize dönüyoruz. Çıtırdayan soba başında
sırılsıklam olmuş botlarımızı kurutuyoruz. Nasıl bir keyif anlatamam. Mıhlamayı
çatalla değil de, mısır ekmeğine sararak elle yemek de öyle. Sobanın çıtırtısı
eşliğinde bir köşeye kedi gibi kıvrılıp uyumak da, hayal kurmak da. Edepsiz
türküler dinlemek de. Akşam, yine tulumun sesi başlıyor. Ve kapının önüne
çıkılıyor, horon tepilecek. Müthiş seksi bir dans bu horon.
Biri beni sustursun, yoksa sonsuza kadar
Doğu Karadeniz’i anlatabilirim! Herkese kendi Doğu Karadenizini, yaylasını,
Kaçkarını yaşamasını veya keşfetmesini tavsiye ederim.
Anne baba çocuk tatili 2 Amekila
Bir çocuğun kişisel tarihini oluşturan
bütün çizgi film karakterleriyle, masal kahramanlarıyla bir anda karşılaşması
izlenmesi müthiş bir sosyopsikolojik vaka. İlk fırsatta anlatacağımdan emin
olabilirsiniz.
Biz Los Angeles, San Diego ve San
Francisco yaptık. Esas olarak da Alya için çalıştık. Disneyland, Universal
Stüdyoları, Los Angles ve San Diego Hayvanat Bahçesi’nden sonra sıra
Legoland’de
Sıra Sea World’de. O da San Diego
yakınlarında. Adından da anlaşılacağı gibi deniz hayvanlarının yaşadığı bir
cennet. Yunuslar, balinalar, foklar, köpekbalıkları, kaplumbağalar, penguenler.
Çok ama çok güzel bir yer. Bir tüm gün ayırmak gerekiyor.
Ben yol severim, arabayla yol yapmayı
severim. Babamla da böyle güzel anılarım var. Aile olmanın ideal unsurlarından
biridir. Hele de yol güzelse. Los Angeles’ı San Francisco’ya bağlayan yol 101.
Bir de sahil yolu var. Olağanüstü güzel bir yol. Denizin dibinden gidiyorsunuz.
Biz işte o yolu yaptık. Santa Barbara ve Carmel’de konakladık. Carmel, bir
zamanlar aktör Clint Eastwood’un belediye başkanlığı yaptığı kasaba. Bütün bu
seyahat boyunca en beğendiğim yer oldu. 17 Miles diye bir doğal park var, “Ben
burada ölmek istiyorum” dedim. Kayalık ve dalgalar, müthiş güzel evler, acayip
bir doğa ve çok güzel dev ağaçlar. Carmel aynı zamanda butik otellerin olduğu
bir göl bölgesi. Bir gün yolunuz oralara düşerse, mutlaka gidin.
Bodrum Bodrum
Dünyanın en basit, en sade ve en şahane
tatili bu. Alya, Mami, Mami’nin köpeği Kuki, Necla ve ben. 4 insan, 1 köpek ama
neticede 5 kadın, ağustosböceklerinin hiç susmadığı, pencerelerinden
begonvillerin sarktığı, ortası avlulu, ahşap panjurlu, bembeyaz bir Bodrum
evindeyiz. Çevremizde bir sürü güzel ev var, orijinal haliyle oynanmış, ortaya
çok şık evler çıkmış; bizimki öyle değil, tatilimiz kadar basit, süssüz, yalın…
Yüzüyoruz, hayallere dalıyoruz, kitap
okuyoruz; öğleden sonraları “Uyuuuu uyuuu” diyen bir rüzgâr başlıyor, insan
yavaşlıyor, ağırlaşıyor, elindeki dergi filan kayıp yere düşüyor, of ki ne of,
hepimiz bir yerlere devrilip uyuyoruz. Kızım hep benimle uyumak istiyor, biz
odamıza kaçıyoruz, “Ben seni yıldızlar kadar seviyorum”, “Ben seni güneş
kadar”, “Ben seni çöldeki kum tanelerinin toplamı kadar” diye diye uykuya
dalıyoruz.
İnceleme Notu:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder