31 Ağustos 2015 Pazartesi

kendinizi sevin


Çoğu kez verdiğimiz kararlar veya hayat şartları nedeniyle hırpalanır, yerden yere vururuz kendimizi… Fakat ne olduğu ya da ne olacağı önemli değil hiçbir zaman değerimizi kaybetmeyiz, temiz ya da pis, hırpalanmış ya da kırılmış bunların hiçbiri önemli değildir. Sizi sevenlere ne kadar değerli olduğunuzu her zaman bileceklerdir. Hayatımızın değeri ne yaptığımız veya kimi tanıdığımızla değil kim olduğumuzla alakalıdır. Hiçbir zaman mükemmel olduğunuzu unutmamalı ve kendinizi sevmelisiniz…
Dünyada en az 2 kişi sizi uğrunuzda ölecek kadar seviyor.
Dünyada en az 15 kişi uğrunuzda ölmese de sizi seviyor.
Bir çok kişi sizin gibi olmaya imreniyor.
Sizin bir gülümsemeniz, size bakan birçok yüzü aydınlatır.
Her gece birisi mutlaka uykuya dalmadan önce aklından sizi geçiriyor.
Birisi için dünyalara bedelsiniz.
Siz olmadan yaşayamayacağına inanan ve sizi çok seven en az 1 kişi var.
Siz sahip olduğunuz bütün özelliklerinizle kendinize özel ve eşsizsiniz.
Belki de varlığından haberiniz bile olmayan biri, sizi seviyor.
Dünyanın en büyük hatasını bile yapsanız, mutlaka bundan size yarayacak bir şey çıkar.
Bütün dünyanın size sırtını döndüğünü düşündüğünüzde, etrafınıza bir bakın…
Belki de sırtını dönen sizsiniz?
İnsanların sadece iltifatlarını aklınızda tutun, kabalıklarını unutun.
Bir şeyi elde edemeyeceğinizi düşünürseniz ona asla sahip olamazsınız. Ama kendinize inanırsanız er ya da geç istediğinizi elde edersiniz.
Her zaman insanlara onlarla ilgili ne hissettiğinizi söyleyin bilmelerini sağladığınızda kendinizi çok daha iyi hissedeceksiniz.
Gerçekten eşsiz bir arkadaşa sahip olduğunuza inanıyorsanız, zaman kaybetmeden bunu Ona söyleyin.

30 Ağustos 2015 Pazar

istanbul

İstanbul, yalnızca bir coğrafya değil, aynı zamanda çok katmanlı bir bilinç halidir; mekânla ruhun, zamanla hafızanın iç içe geçtiği bir varoluş düzlemidir. Haliç’ten bakıldığında görülen manzara, aslında bir kent siluetinden çok, insanın iç dünyasına açılan bir aynadır. Bu kent, sabit bir kimlikten yoksundur; her gün başka bir edayla, başka bir ruh haliyle karşımıza çıkar. Tıpkı Herakleitos’un nehrinde iki kez yıkanamamak gibi, İstanbul’a da iki kez aynı gözle bakılamaz. Çünkü o, sabit değil, akışkandır; durağan değil, devingen bir varlıktır.

Bu devingenlik, İstanbul’un yalnızca fiziksel değil, ontolojik bir çoğulluğa sahip olduğunu gösterir. Kent, hem hüzünlüdür hem serseri; hem alımlı hem hırçın. Bu karşıtlıklar, bir çelişki değil, Benjamin’in “diyalektik imge” kavramında olduğu gibi, hakikatin kendisidir. İstanbul, modernitenin parçalanmış bilinç yapısını bünyesinde barındırır; bir yanda Bizans’ın sessiz taşları, diğer yanda gökdelenlerin cam cepheleri. Bu çokluk, kentin yalnızca geçmişle değil, gelecekle de sürekli bir müzakere halinde olduğunu gösterir. İstanbul, zamanın doğrusal akışını reddeder; onun zamanı, dairesel, katmanlı ve yankılıdır.

İstanbul’un bu çok katmanlılığı, insanın kendi içsel çoğulluğuyla da rezonansa girer. Kentin değişken ruh halleri, bireyin varoluşsal salınımlarını yansıtır. Haliç’in sabah sisiyle örtülü yüzü, insanın bilinçaltındaki belirsizlikleri çağrıştırırken; Boğaz’ın akşam kızıllığı, arzunun ve kaybın iç içe geçtiği bir melankoliyi taşır. İstanbul, yalnızca yaşanılan değil, hissedilen bir kenttir. O, mekân olmaktan çok, bir duygulanım alanıdır; bir topografyadan ziyade, bir ruhsal metindir. Bu metin, her gün yeniden yazılır, yeniden okunur, yeniden unutulur.
 

İstanbul, bir kentten çok, bir varlık kipidir. Onunla kurulan ilişki, yalnızca mekânsal değil, varoluşsaldır. Vazgeçilmezliği, fiziksel güzelliğinden değil, insanın kendi kırılganlığına tuttuğu aynadan kaynaklanır. İstanbul, sarhoş eden bir masal değil, ayıkken bile baş döndüren bir hakikattir. Ve belki de bu yüzden, onu sevmek, bir kenti değil, kendi içimizdeki çoğulluğu kabullenmektir. İstanbul, her gün başka bir bizle karşılaşmamıza vesile olan, yaşayan, soluyan, düş gören bir bilinçtir. 


İstanbul bence en güzel Haliç'ten görünüyor, İstanbul demeyeyim de o günkü ruh durumu, her gün başka bir edayla karşımızda duruyor. Hüzünlü, sinirli, hırçın, dalgalı, buğulu, serseri, alımlı, güzel, vazgeçilmez İstanbul, bir kent tüm bu özellikleri taşıyacak kadar canlı yaşayabilir mi, görebilir misiniz... İşte size yaşadığımız kent vazgeçilmesi mümkün olmayan, sarhoş eden masallar kenti sultan İstanbul...

28 Ağustos 2015 Cuma

mutluluk


Mutluluk bir ağacın, bir bulutun gölgesindedir, kırların ve bayırların ortasında, dağların, tepelerin en uç noktasındadır…

Bazen engin bir denizin dibinde veya akıp durmayan bir nehrin kıyısındadır; rüzgarın fısıltısı, yağmurun ıslaklığı, şimşeğin gürültüsü mutluluktur.

Bazıları için mutluluk karların beyazında, çimlerin yeşilinde, veya okyanusun o yeşil ile maviyi karıştırdığı rengindedir; güneşin sıcaklığı, doğması, batması, aydınlatması mutluluktur.

Kimileri için yıldızların parlaklığı, yerlerinden kayıp durmaları veya ay ışığının en karanlık gecelerde yüzümüzü aydınlatması ve her gece değişik bir şekil alması mutluluktur.

Dünyanın durmadan yerinde dönmesi, günün ve gecenin birbirini takip etmesi… Her geçen saniye içinde göçüp gidenlerin yerine aramıza yeni katılanları görmek de…

Yaşamın, "anlam"ında, "amaç" ve "hedefinde" herkesi eşit kılması mutluluğun asıl kaynağıdır.

Mutluluk, sonsuzluğa doğru geçirdiğimiz "zaman"dadır, sonsuzluğu yakalamak için uğraştığımız o muazzam çabadadır, yarınlara daha büyük bir gülümseme ile girmek isteyişimizdedir… Gördüğümüz o tatlı rüyaların bir şekilde gerçeğe dönüşmesindedir…

Kimi zaman bir işi başarmak için koşuşturduğumuz ortamda, başarmanın hazzında ve başarısızlığa uğradığımızda yüzümüzde beliren buruk tebessümdedir…

Yaşama "asılmak"tadır mutluluk. Hiçbir şeyden yılmayarak, inandığın görüşler doğrultusunda güçlükleri tek tek aşarak, aşamayacağını bile bile gururla yaşayabilmektir…

Bir çocuğun gülümsemesinde, yaşlı bir insanın dudaklarından dökülen kelimelerdedir…

Mutluluk "zihin"de, "kalbinin en derin köşesinde", "ruhun bundan büyük bir şevkle beslenebileceği bir yerde"dir.

Mutluluk, duygu ve düşüncelerimize, hareketlerimize, hayata verdiğimiz değere, birini ne kadar çok sevebileceğimize yansır. Düşüncelerimize, ve düşündüklerimizi ifade biçimimize de…

Umuttur mutluluk…


Ve yaşıyor olmaktır.

27 Ağustos 2015 Perşembe

Bildiklerini anlat, ama aklı vermeye kalkma...


''Bildiklerini anlat, ama aklı vermeye kalkma, anlatılanları iyi dinle, ama hepsini doğru sanma. Sessiz kalmak, bir şey bilmediğin anlamına gelmez, çok konuşmakta çok şey bildiğini göstermez. Herkesi kendine eşit gör, her kim olursa olsun bir insanı küçümsemek akılsızlık, çok büyük görmekte korkaklıktır. Cesaret akıldan gelirse cesarettir, bilgisizlikten gelirse cehalettir...''

26 Ağustos 2015 Çarşamba

bilmelisin ki....


Duvarda asılı diplomalar insanı insan yapmaya yetmez.
Aşk kelimesi ne kadar çok kullanılırsa, anlam yükü o kadar azalır.
Karşındakini kırmamak ve inançlarını savunmak arasında ki çizginin nereden geçtiğini bulmak zor.
Gerçek arkadaşlar arasına mesafe girmez. Gerçek aşklarında!
Tecrübenin kaç yaş günü partisi yaşadığınızla ilgisi yok, ne tür deneyimler yaşadığınızla var.
Aile hep insanın yanında olmuyor. Akrabanız olmayan insanlardan ilgi, sevgi ve güven öğrenebiliyorsunuz. Aile her zaman biyolojik değildir.
Ne kadar yakın olursa olsunlar en iyi arkadaşlar da ara sıra üzülebilir. Onları affetmek gerekir.
Bazen başkalarını affetmek yetmiyor. Bazen insanın kendisini affedebilmesi gerekiyor.
Yüreğiniz ne kadar kan ağlarsa ağlasın dünya sizin için dönmesini durdurmuyor.
Şartlar ve olaylar, kim olduğumuzu etkilemiş olabilir. Ama ne olduğumuzdan kendimiz sorumluyuz.
İki kişi münakaşa ediyorsa, bu birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmez. Etmemeleri de sevdikleri anlamına gelmez.
Her problem kendi içinde bir fırsat saklar. Ve problem, fırsatın yanında cüce kalır.
Sevgiyi çabuk kaybediyorsan, pişmanlığın uzun yıllar sürüyor.

24 Ağustos 2015 Pazartesi

ton balıklı pide

Ton balıklı pide, ilk bakışta basit bir soğuk sandviç gibi görünse de, aslında modern insanın doğayla, bedenle ve tatla kurduğu ilişkinin çok katmanlı bir alegorisidir. Bu yemeğin yapısal sadeliği, Derrida’nın “yapısöküm” kavramıyla okunabilir: her bir malzeme, kendi başına bir anlam taşırken, bütünün içinde yeni bir semantik düzleme taşınır. Pide ekmeği, gündelikliğin taşıyıcısıdır; içindeki ton balığı ise doğanın endüstriyel dönüşümle yeniden sunulmuş bir fragmanıdır. Bu karşılaşma, hem bir çelişkiyi hem de bir uzlaşmayı temsil eder.

Ton balığının zeytinyağı, tuz ve karabiberle harmanlanması, yalnızca bir lezzet tercihi değil, aynı zamanda bir ethos’tur. Bu karışım, Antik Akdeniz’in sade ama derinlikli mutfak felsefesini çağrıştırır: azla yetinmek, doğanın özüne sadık kalmak ve her bir malzemeye hak ettiği saygıyı göstermek. Mayonezin bu karışıma eklenmesi ise modernliğin tat arayışındaki müdahalesidir; doğallığın üzerine sürülen rafine bir yorum, bir tür postmodern dokunuş. Bu bağlamda pide, hem geçmişin hem de şimdinin tatlarını aynı yüzeyde buluşturan bir palimpsesttir.

Yeşil salata yaprakları ve domatesin çiğ hali, pişmemişliğin ve doğrudanlığın temsilidir. Onlar, pişirme eyleminin arındırıcı şiddetinden geçmemiş, doğanın ilk hâlini koruyan unsurlardır. Bu yönüyle, pide içindeki yeşillikler, Rousseau’nun “doğal insan” idealine gönderme yapar: bozulmamış, işlenmemiş, saf. Ancak bu saflık, pide ekmeğinin içine yerleştirildiğinde, kültürle doğa arasında kurulan geçici bir barışın simgesine dönüşür. Bu barış, insanın hem doğaya hem de kendi bedenine karşı geliştirdiği yeni bir etik anlayışın habercisidir.

Sonuç olarak, ton balıklı pide yalnızca bir öğün değil, bir düşünme biçimidir. Onunla kurulan temas, insanın doğayla, teknolojiyle ve tatla kurduğu ilişkinin yeniden müzakere edilmesidir. Bu pide, tüketilmek için değil, okunmak için de vardır. Her ısırık, bir anlam katmanını daha açar; her malzeme, bir felsefi soruyu çağırır. Ve belki de en nihayetinde, bu sade sandviç, bize şunu hatırlatır: hakikat, çoğu zaman en basit olanın içinde gizlidir—bir parça pide, biraz balık ve suskun bir mayonez çizgisinde.


2 kutu dardanel ton
60 gr mayonez
1 yemek kaşığı zeytinyağı
Yeşil salata yaprakları
1 orta boy ince kesilmiş domates
4 adet pide ekmeği
Tuz
Karabiber
Dardanel ton’u iyice küçük parçalara ayırıp; zeytinyağı, tuz ve karabiber ile karıştırın.
Pide ekmeklerini bir tarafından ikiye kesin. İçerisine yıkayıp süzdürdüğünüz yeşil salata yapraklarını yerleştirin.
Daha sonra dilimlenmiş domates ve dardanel ton balığını ekleyin. Üzerine mayonez koyarak soğuk servis yapın.
Bu pideyi dardanel somon füme ile de yapabilirsiniz.

23 Ağustos 2015 Pazar

Yalnızca yağmur yağdığında seviyorum bu şehrin insanlarını....

Yağmur, yalnızca gökyüzünün yeryüzüne düşen fiziksel bir hâli değil, aynı zamanda insanın içsel ikliminin dışavurumudur. Cemal Süreya’nın dizelerinde yankılanan bu yağmur, Heidegger’in “varlık unutulması” dediği çağdaş yabancılaşmanın içinde, insanın kendine dönüşünü mümkün kılan bir aralıktır. Şehir, gündelik hayatın gürültüsüyle örttüğü hakikati, ancak yağmurla birlikte açığa çıkarır. Çünkü yağmur, görünmeyeni görünür kılar; yüzleri ıslatırken maskeleri de çözer. Bu çözülme, bireyin içsel kırılganlığını kolektif bir melankoliye dönüştürür.

Süreya’nın “herkes benim hep olduğum gibi” ifadesi, bireysel trajedinin toplumsal bir aynaya dönüşmesini imler. Burada özne, Sartre’ın “cehennem başkalarıdır” önermesini tersine çevirir: başkaları, ancak yağmurla birlikte benzeşir, anlaşılır ve hatta sevilir hale gelir. Yağmur, bireyler arasındaki mesafeyi siler; herkesin başı eğik, yüzü ıslaktır çünkü herkes aynı varoluşsal kırılganlıkta buluşur. Bu buluşma, Benjamin’in “şimdi zamanı” kavramına benzer biçimde, geçmişin tortularını ve geleceğin kaygılarını askıya alır; yalnızca anın hakikati kalır geriye.

Bu bağlamda yağmur, bir doğa olayı olmaktan çıkar, bir varoluş biçimine dönüşür. Modern kent insanı, gündelik yaşamın yapay parıltıları içinde kendini kaybederken, yağmurun arındırıcı etkisiyle yeniden kendine döner. Bu dönüş, Kierkegaard’ın “melankoli estetiği”ne benzer: acı, yalnızlık ve yabancılık, estetik bir derinliğe bürünür. Yağmur, insanın içsel boşluğunu doldurmaz; aksine, o boşluğu görünür kılar ve bu görünürlük, hakikatin ilk adımıdır. Çünkü hakikat, çoğu zaman ıslak bir yüz ve eğik bir başla başlar.

Sonuç olarak, Cemal Süreya’nın dizelerinde yankılanan yağmur, yalnızca bir atmosfer değil, bir epistemolojidir. O, insanın kendini ve ötekini tanıma biçimidir. Yağmurla birlikte şehir susar, insanlar yavaşlar ve varlık, gürültüsüzce kendini duyurur. Belki de bu yüzden, yalnızca yağmur yağdığında sevilir bu şehrin insanları; çünkü yalnızca o zaman herkes, hep olduğumuz gibi olur: kırılgan, suskun ve hakikate açık.


Yalnızca yağmur yağdığında seviyorum bu şehrin insanlarını.
Herkesin yüzü ıslak, başı eğik.
Herkes benim hep olduğum gibi...
Cemal Süreyya

22 Ağustos 2015 Cumartesi

guava

Guava, sıradan bir meyve olmanın ötesinde, tropikal doğanın ontolojik bir tezahürü, varlığın tat ve koku üzerinden kurduğu sessiz bir poetikadır. Onun yeşil kabuğunda saklı pembelik, Aristoteles’in “potansiyel” ile “aktüel” arasındaki geçişini hatırlatır: dıştan sıradan, içten şaşırtıcı. Bu meyve, doğanın kendini gizleyerek sunma biçimidir; tıpkı Heidegger’in “aletler dünyası”nda olduğu gibi, guava da ancak dikkatli bir varlıkla temas ettiğinde hakikatini açığa vurur. O, tropiklerin sessiz bir metaforudur: dışsal sadelik, içsel zenginlik.

Guava’nın varlığı, Batı merkezli meyve hiyerarşisinin dışında konumlanır. Elma, incir ya da üzüm gibi mitolojik ve teolojik anlatılarda yer bulamamış olması, onun felsefi anlamda “öteki”liğini pekiştirir. Ancak bu dışlanmışlık, onu daha da kıymetli kılar; çünkü guava, temsilin değil, deneyimin meyvesidir. Onunla kurulan ilişki, bir tüketim eyleminden ziyade, bir keşif sürecidir. Bu bağlamda guava, Levinas’ın “öteki” kavramıyla da örtüşür: tanıdık olmayan ama dokunulabilir, yabancı ama davetkâr.

Tat alma duyusuyla kurulan bu ilişki, aslında epistemolojik bir açılımdır. Guava’nın aromatik yoğunluğu, duyuların bilgi üretimindeki rolünü yeniden düşünmeye sevk eder bizi. Modern epistemolojinin akıl merkezli yapısına karşı, guava duyusal bilginin meşruiyetini savunur. Onun tadı, yalnızca damakta değil, bilinçte de iz bırakır. Bu iz, bir meyvenin ötesinde, doğayla kurulan kadim bağın hatırlatılmasıdır. Guava, bu anlamda, doğanın fısıltısını taşıyan bir mektuptur; açıldığında yalnızca tat değil, anlam da yayar.
 

Guava, tropikal bir meyve olmanın çok ötesinde, bir varoluş biçimidir. Onunla kurulan temas, insanın doğayla olan ilişkisini yeniden tanımlar. Guava, tüketim nesnesi değil, felsefi bir özne olarak düşünülmelidir. Çünkü o, bize doğanın gösterişsiz ama derinlikli yüzünü sunar. Ve belki de en çok bu yüzden, guava’yı anlamak, yalnızca bir meyveyi değil, varlığı anlamaktır.



Yaklaşık 100 kadar türü bulunur. Anavatanı Meksika, Orta Amerika ve Güney Amerika’nın kuzeyidir. Günümüzde Güney Asya, Hawaii, Karaipler ve Afrika’da ziraati yapılmaktadır. Guava limona benzer fakat onun aksine fazla keskin olmaya aroması ile bilinir. Guava’nın meyvesinin etli kısmı derin pembe veya beyaz olabilir, bu kısmın tadı ekşi veya tatlı olabilir. Guava ağacı 700 m. Yüksekliğin üstündeki yaylaların ve dağ yamaçlarının, killi kumlu topraklarını sever ve ağır killi ve bilhassa volkanik topraklarda yetişir. Guava’da Avokado gibi yetişmesi yalnızca tropik iklimlere bağlı bir bitki değildir.
 
Guava faydaları
Guava yüksek oranda içerdiği diet lifleri, A,C vitamini, folik asit, potasyum, manganez, bakır gibi elementler sayesinde süper meyveler grubu içerisindedir. Öyle ki düşük kalorili bilinen türden bir tane guava (elma guavası) bir portakalın 4 katı kadar vitamin içerebilir. Antioksidan oranı çok yüksektir. Yüksek tansiyonu dengelemede faydalıdır. Cildi güzelleştirir ve canlandırır.

21 Ağustos 2015 Cuma

dardanel tonlu balık çorbası

Gastronomi, yalnızca damak tadına hitap eden bir haz alanı değil, aynı zamanda varlıkla kurulan en kadim temas biçimlerinden biridir. Dardanel tonlu balık çorbası, bu bağlamda, modernliğin hızla unutturduğu bir ritüelin, yavaşlığın ve özenin yeniden inşasıdır. Her bir malzeme, yalnızca bir bileşen değil, doğanın insanla kurduğu sessiz bir diyalogun parçasıdır. Soğanın göz yaşartıcı keskinliği, patatesin toprağı çağrıştıran dokusu, havucun güneşi andıran rengi—hepsi, çorbanın içinde bir araya gelerek varoluşun çok katmanlı yapısını simgeler.

Bu çorba, Heidegger’in “aletler dünyası” kavramını ters yüz eder: burada nesneler yalnızca işlevsel değil, aynı zamanda anlam yüklüdür. Sarımsağın ezilmesi, limonun sıkılması, maydanozun kıyılması—bunlar yalnızca mutfak eylemleri değil, bir tür varlıkla temasın, insanın doğayla kurduğu etik ilişkinin ifadesidir. Unun suyla buluşması, Aristoteles’in hyle-morphe (madde-form) ayrımını çağrıştırır: biçim, ancak insan eliyle, niyetle ve dikkatle kazanılır. Bu çorba, bir tariften ziyade, bir oluş sürecidir; her adım, bir düşünceye, bir sezgiye, bir hafızaya açılır.

Dardanel ton balığının çorbaya katılması, endüstriyel olanla doğal olanın, hazırla taze olanın diyalektiğini kurar. Bu karşılaşma, Benjamin’in “mekanik yeniden üretim” eleştirisini aşan bir sentezdir: konserve balık, doğadan koparılmış değildir; aksine, insan eliyle dönüştürülmüş bir doğa parçası olarak yeniden anlam kazanır. Yağının bir kısmının süzülmesi, geride kalanla yetinmenin değil, fazlalıktan arınmanın metaforudur. Bu çorba, tüketim kültürünün değil, ölçülülüğün ve sadeliğin estetik bir ifadesidir.

Dardanel tonlu balık çorbası, yalnızca bir yemek değil, bir düşünme biçimidir. Onunla kurulan ilişki, insanın hem kendisiyle hem de doğayla kurduğu etik ve estetik bağın yeniden hatırlanmasıdır. Limon dilimleriyle yapılan sunum, yalnızca bir görsel incelik değil, aynı zamanda misafire yöneltilmiş sessiz bir saygıdır. Bu çorba içilirken, yalnızca beden değil, zihin de beslenir. Çünkü hakiki beslenme, yalnızca kaloriyle değil, anlamla mümkündür. Ve bu anlam, bazen bir çorbanın buğusunda saklıdır.


1 kutu dardanel ton
1 orta boy kuru soğan
1 orta boy patates
1 orta boy havuç
Yarım demet maydanoz
Yarım limonun suyu
1 yumurta sarısı
2 çorba kaşığı un
1 diş sarımsak
4 su bardağı su
Tuz
Karabiber
 
Soğan, havuç ve patatesi soyup çok küçük küpler halinde doğrayın. Tencereye alıp üzerine suyunu ilave edin ve sebzeler yumuşayana kadar kaynamaya bırakın.
Maydanozu incecik kıyın. Sarımsağı ezin. Küçük bir kabın içinde ezilmiş sarımsak, limonsuyu ve unu akışkan kıvama gelene kadar çırpın.
 
Tenceredeki sudan 1 kepçe kadar alıp karışıma ekleyin ve bu karışımı tencereye azar azar akıtarak ve bir yandan da tencereyi karıştırarak ekleyin. Tuz, karabiber ve kıyılmış maydanozu ilave edin.
 
Dardanel ton’un yağının yarısını süzün. Kalan yağı ile birlikte küçük parçalara bölüp çorbaya ekleyin ve bir taşım kaynatıp ocaktan alın.
 
Limon dilimleri, soğan ve yeşilliklerle servis yapın.

20 Ağustos 2015 Perşembe

yaşamdaki acılar ve tuz


Hintli yaşlı bir usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştır. Bir gün çırağını tuz almaya gönderir.

Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak, döndüğünde, yaşlı usta, ona
bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyler. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yapar ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başlar.

"Tadı nasıl?" diye soran yaşlı adama öfkeyle "acı" diye cevap verir.

Usta çırağını kolundan tutar ve dışarı götürür. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına giderler ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyler. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken, usta aynı soruyu sorar: "Tadı nasıl? "
"Ferahlatıcı" diye cevap verir genç çırak.

Tuzun tadını aldın mı ?" diye sorar yaşlı adam, " hayır" diye cevaplar çırağı.

Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş çırağının yanına oturur ve şöyle der:

"Yaşamdaki acılar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Acının miktarı hep aynıdır. Ancak bu acının şiddeti, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Acın olduğunda yapman gereken tek şey acı veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış."

19 Ağustos 2015 Çarşamba

ananas

Ananas, yalnızca tropikal bir meyve değil, aynı zamanda doğanın geometrik ve tat duyusuna hitap eden bir manifestosudur. Onun spiral dizilimli kabuğu, Fibonacci sayı dizisinin sessiz bir yankısıdır; doğanın matematiksel estetiğini, rastlantısallığın ötesinde bir düzenle sunar. Bu yönüyle ananas, Kant’ın “amaçsız amaçlılık” kavramını çağrıştırır: varoluşu, herhangi bir işlevselliğin ötesinde, salt güzelliğiyle anlam kazanır. Onun varlığı, doğanın kendini hem saklayan hem de ifşa eden çelişkili doğasını temsil eder; dışı sert ve dikenli, içi yumuşak ve tatlıdır—tıpkı insanın varoluşsal katmanları gibi.

Bu meyve, Batı merkezli kültürel kodlarda egzotikliğin ve ötekiliğin simgesi haline gelmiştir. Kolonyal anlatılarda ananas, hem arzu nesnesi hem de ulaşılmaz bir lüks olarak temsil edilmiştir. Ancak bu temsil, onun özsel hakikatini örter. Ananas, tüketim nesnesi olmaktan ziyade, bir varlık kipidir; onunla kurulan ilişki, yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda ontolojik bir temasa işaret eder. Onu yemek, yalnızca bir haz değil, doğayla kurulan kadim bir sözleşmenin yeniden ifadesidir. Bu bağlamda ananas, Levinas’ın “öteki”sine benzer: tanıdık olmayan ama etik bir sorumluluk yükleyen bir varlıktır.

Tat alma duyusuyla kurulan bu ilişki, fenomenolojik bir deneyimdir. Ananasın keskin ama dengeli aroması, duyuların bilgi üretimindeki rolünü yeniden düşünmeye zorlar bizi. Merleau-Ponty’nin beden felsefesi bağlamında, ananas yalnızca bir nesne değil, bedenin dünyayla kurduğu ilişkide bir eşiktir. Onun tadı, yalnızca damakta değil, bilinçte de yankılanır. Bu yankı, doğanın insanla kurduğu sessiz diyalogun bir parçasıdır; her lokma, varoluşun duyusal bir teyididir.

Ananas, doğanın hem estetik hem de etik bir çağrısıdır. Onunla kurulan temas, insanın doğayla olan ilişkisini yeniden tanımlar. Ananas, tüketim kültürünün ötesinde, bir düşünme biçimini, bir varoluş tarzını temsil eder. Belki de bu yüzden, ananası anlamak, yalnızca bir meyveyi değil, doğanın kendini nasıl sunduğunu, insanın bu sunum karşısında nasıl konumlandığını anlamaktır. Ve bu anlam, her dilimiyle yeniden yazılan bir felsefi metindir.


Ananas, tropikal iklim kuşağında yetişen bir meyvedir. İlk defa Christopher Columbus tarafından Orta ve Güney Amerika’da yetiştirilmiştir. Daha sonra Columbus meyveyi Avrupa’ya tanıtmıştır. İspanyollar ise ilk defa bu meyveyi o dönem ticaret yaptıkları Philippines, Hawai ve Guam halklarından öğrenmişlerdir. Günümüzde başlıca Kosta Rica, Honduras, Fildişi Sahili, Gana, Tayland ve Malezya gibi tropikal iklimin görüldüğü bölge ülkelerinde yetiştirilmektedir.
 
Ananas’ın Faydaları
Protein sindiren enzim olan bromelain sayesinde sadece sindirime yardımcı olmakla kalmaz, vücutta meydana gelebilecek olan iltihapları ve şişkinlikleri de etkili bir biçimde azaltır. Ananas, az bulunan bir mineral olan manganezin mükemmel bir kaynağıdır. Anti oksidan koruma sağlar ve bağışıklık sisteminin destekçisidir. Ayrıca, sağlıklı bir diyet meyvesidir. Kireçlenmeyi önler.

18 Ağustos 2015 Salı

günlük tutmanın faydaları

Günlük tutmak, insanın zamanla kurduğu ilişkinin en mahrem ve en derin biçimlerinden biridir. Bu eylem, yalnızca yaşananların kaydı değil, aynı zamanda varoluşun kendine dönük bir tefekkürüdür. Heidegger’in “dasein” kavramı bağlamında düşünüldüğünde, günlük, bireyin kendi varlığını zamansal bir bütünlük içinde kavrama çabasıdır. Her cümle, geçmişin bir yankısı, şimdinin bir tanıklığı ve geleceğe bırakılan bir izdir. Günlük, zamanın düz çizgisel akışını kırar; onu döngüsel, katmanlı ve yankılı bir yapıya dönüştürür.

Bu yazınsal pratik, yalnızca bireysel hafızayı değil, aynı zamanda kolektif bilinçdışıyla kurulan ilişkiyi de biçimlendirir. Günlük, Freud’un bilinçaltı katmanlarına açılan bir kapı gibidir; bastırılan, ötelenen, unutulan her şey, satır aralarında yeniden dile gelir. Bu bağlamda günlük, bir tür psikanalitik aynadır: özne, kendini yazarken hem kurar hem çözer. Yazı, burada yalnızca bir ifade değil, bir keşif aracıdır. Her paragraf, benliğin karanlık kıvrımlarında dolaşan bir fenerdir; her kelime, içsel bir hakikatin yankısıdır.

Günlük tutmak, aynı zamanda epistemolojik bir eylemdir. Bilginin yalnızca dışsal nesnelerle değil, içsel deneyimle de üretilebileceğini gösterir. Bu yönüyle günlük, Descartes’ın “düşünüyorum, öyleyse varım” önermesini yeniden yorumlar: “Yazıyorum, öyleyse düşünüyorum.” Yazı, düşüncenin kristalleşmiş hâlidir; geçici olanı kalıcıya dönüştürür, dağınık olanı biçimlendirir. Günlük, bu anlamda, bireyin kendi üzerine eğildiği bir düşünce laboratuvarıdır. Her gün yazılan satırlar, bir tür felsefi deneyin notlarıdır; öznenin kendini anlamaya yönelik bitmeyen çabasının izleridir.

Günlük, yalnızca bir defterde tutulan notlar değil, insanın kendi varoluşuna tuttuğu aynadır. Bu aynada görülen, yalnızca geçmişin yansıması değil, aynı zamanda geleceğe dair bir tahayyüldür. Günlük, bireyin kendine karşı dürüst olabildiği nadir alanlardan biridir; burada maske yoktur, kurgu yoktur, yalnızca çıplak hakikat vardır. Ve belki de bu yüzden, günlük tutmak, yalnızca bir alışkanlık değil, bir etik duruştur: kendine karşı sorumlu olmanın, kendi varlığına tanıklık etmenin sessiz ama derin bir biçimidir.


Sürekli olarak günlük yazan bir kişi tarihi bir eser ortaya koymuş bir tarihçi kimliği kazanır. Çünkü yaşanan bütün olayları yazıya dökmüştür. Geriye dönüp bakıldığında bir tarihçi gözüyle hayata tanıklık etmiş olduğu görülür. Günlük tutmak kişinin kendisini unutmasını engeller. Ayrıca neleri sevip neleri sevmediğini sürekli gösterir. Günlük tutan kişiler kendileri ile sürekli konuşma imkanı bulur. Kendisi ile konuşabilen kişi hatalarının farkına daha çabuk varır. Kendi hayat çizgisini belirlerken daha gerçekçi hareket eder. Olaylara daha kusursuz yaklaşır. En güzele ulaşma çabası içinde olur. Günlük tutma alışkanlığı kazanan kişi aynı zamanda daha gerçekçi hedefler ortaya koyarak başarıya daha kolay ulaşır. Günlük tutmak kişiye sürekli olarak nereden geldiğini hatırlatır. Nereye varırsa varsın bir insan geldiği yeri hiçbir zaman unutmamalıdır. Böylece elde edilen başarının sürdürülmesi daha kolaydır. Bu şekilde başarıya ulaşan kişinin ayakları yere daha sağlam basar. Aslında yalnızlaşmaya başladığımız anlarda günlük bize en yakın dosttur. Rahatlamak için, içimizdekini dökmek için bir arkadaş bulamıyorsak başvuracağımız ilk şey günlük olmalıdır. Günlük tutarak rahatlayabiliriz. İçimizdeki sıkıntılardan kurtulabiliriz. Kısaca günlük güne dair duygu ve düşüncelerimizin yazıya dökülmesinin, içimdeki sıkıntıların atılmasının, ruhumuzun huzura ermesinin aracıdır.

16 Ağustos 2015 Pazar

güçlü kadınların başarı sırları


Kadınların erkeklerin gölgesinde kaldığı yüzyıllardan birinde yaşamıyoruz artık. Biz kadınlar olarak en az erkekler kadar insiyatif sahibi, güçlü ve hırslıyız. Çalışıyoruz, ayaklarımızın üstünde duruyoruz, kimseden emir almıyoruz ve tüm bunları yaparken de kadın kimliğimizden asla taviz vermiyoruz. Yani erkeklerden farklı olarak zarif ve yumuşak taraflarımızla; manikürlü tırnaklarımız, fönlü saçlarımızla gücün yepyeni halini temsil ediyoruz. Ama bazı başka kadınlar var ki onlar diğerlerinin arasından güçleri ve başarılarıyla fark yaratacak kadar sivriliyorlar.
J.K.Rowling – Başarısızlıktan Korkmayın
Harry Potter serisinin başarılı yazarı J.K.Rowling başarısızlıktan korkmamak gerektiğini, bu sayede ne kadar güçlü olduğunuzu fark edeceğinizi söylüyor. Yaşanan çeşitli acılar ve şanssızlıkları bir sınav olarak değerlendiren Rowling, bu gibi olumsuz koşullar sonucunda kazanılan deneyimin ise gerçek bir hazine olduğu fikrinde.
Michelle Obama – Korkularınızı Yok Edin
Amerika başkanı Barack Obama’nın eşi ve Harvard mezunu başarılı bir avukat olan Michelle Obama, korkuların sınırlayıcı olduğunu, başarı için çevrenizi kuşatan her türlü korkudan, geçmiş başarısızlıkraın hayaletlerinden uzaklaşmanız gerektiğini düşünüyor.
Arianna Huffington – Başkaları Ne Der Diye Düşünmeyin
The Huffington Post Medya Grubu başkanı olan Arianna Huffington, toplumun başarı tanımını kabul etmememizi öneriyor. Toplumsal dayatmalara göre yaşamanız, “diğer insanlar ne der?” diye düşünmeniz sizi sadece daha mutsuz yapar ve bu da beraberinde uykusuzluk ve sağlık sorunları getirir diye ekliyor.
Anna Wintour – Yetenek Önemlidir
Amerika Vogue’un efsane genel yayın yönetmeni Anna Wintour için bir işte başarılı olmanın en önemli sırrı yetenek. Dolayısıyla siz de kendinizi objektif analiz edin; yeteneğinizin olmadığını düşündüğünüz bir konuda çabalamak yerine, becerilerinez daha uygun bir alan seçin.
Oprah Winfrey – Kalbinizle Düşünün
Ünlü televizyoncu Oprah Winfrey’e göre karar alırken hislerinize başvurmak önemli, hatta Winfrey hisleri insana yol gösteren bir çeşit GPS sistemi olarak tanımlıyor. Ayrıca Winfrey için egodan uzaklaşmak ve cesaret de başarının diğer sırları…
Ursula Burns – Vermeyi Öğrenin
Xerox CEO’su Ursula Burns vermenin önemine dikkat çekiyor. “Aldığınızdan daha fazlasını verin” diyen Burns için iyilik yapmak başarıya ulaşmak konusunda gerekli.

15 Ağustos 2015 Cumartesi

dereotu

Dereotu (Anethum graveolens), maydanozgiller (Apiaceae) familyasından, özellikle Akdeniz ve Orta Asya mutfaklarında yaygın olarak kullanılan aromatik bir bitkidir. İşte dereotu hakkında bazı dikkat çekici bilgiler:

🌿 Botanik Özellikleri
- İnce, tüylü yapraklara ve sarımsı çiçeklere sahiptir.
- Genellikle tek yıllık bir bitkidir.
- 40–60 cm’ye kadar boylanabilir.
- Tohumları da baharat olarak kullanılır ve “rezene tohumu” ile karıştırılmamalıdır.

🍽️ Mutfakta Kullanımı
- Taze yaprakları yoğurtlu mezelerde, salatalarda, çorbalarda ve özellikle zeytinyağlı yemeklerde kullanılır.
- Türk mutfağında kabak, enginar ve havuç gibi sebzelerle uyumu meşhurdur.
- Tohumları ise turşularda, ekmeklerde ve bazı et marinasyonlarında tercih edilir.

🌱 Sağlık Faydaları
- Sindirimi kolaylaştırıcı etkisi vardır.
- Gaz giderici ve spazm çözücü özellikleriyle bilinir.
- Antioksidanlar açısından zengindir; bağışıklık sistemini destekleyebilir.

🧠 Kültürel ve Sembolik Yönleri
- Antik Yunan’da cesaret sembolü olarak görülürken, Orta Çağ Avrupa’sında kötü ruhlara karşı koruyucu olarak kullanılmıştır.
- Anadolu’da ise yeni doğum yapmış kadınlara dereotu çayı verilmesi geleneksel bir uygulamadır.


Nasıl Yetişir: Her toprakta yetişen dereotu için en elverişli toprak killi-kumlu, rutubet tutmayan kaba topraktır. Tohumdan üretilen dereotu, ilkbahar veya yaz başında ekilir. Uzunca iplik şeklindeki yaprakları haziran-temmuz, ufak çiçekleri temmuz-ağustos aylarında toplanır.
 
Nerelerde Kullanılır: Dereotunun yalnız tazesini kullansak da, aslında tohumu da keklere, tatlılara ve salatalara kullanılabilir. Taze yaprakları ise özellikle kabak yemekleri, bakla ve cacığın lezzetini tamamlar. Somon balığı başta olmak üzere bütün balıklara ve yumurta yemeklerine, patates, havuç gibi sebzelere çok yakışır. Nefes açan, mide spazmlarına uykusuzluğa iyi gelen otun, sakinleştirici özelliği bilinir.
 
 

14 Ağustos 2015 Cuma

acaba nerdeyim

Sadri Alışık, Türk sinemasının yalnızca bir aktörü değil, aynı zamanda bir kent hafızası, bir melankoli biçimi, bir varoluş estetiğidir. Onun sesiyle yankılanan her replik, İstanbul’un arka sokaklarında yankılanan bir iç çekiştir; bir hicaz şarkının göğsünde taşıdığı kırılganlık kadar derin, bir rıhtımda unutulmuş bir ıslık kadar keskin. Alışık’ın varlığı, Benjamin’in “aurası” kavramıyla açıklanabilir: Tekrarlanamaz, özgün ve zamanla yüklü bir varlık hâli. O, sinema perdesinde değil, zamanın kıvrımlarında yaşar; her kayboluşunda, bir başka hatırada yeniden doğar.

“Beni bulamayacaksınız” dizesi, yalnızca bir yokluk bildirimi değil, aynı zamanda bir varlık biçiminin sonlanışıdır. Heidegger’in “varlık ve zaman” çözümlemesinde olduğu gibi, Alışık’ın vedası da bir tür “yoklukta varlık” halidir. Onun yokluğu, bir boşluk değil, anlamla dolu bir sessizliktir. Bu sessizlik, İstanbul’un kavak yellerinde, uzaklaşan gemilerde, kundaklara sinmiş yalnızlıklarda yankılanır. Her ayrılık, bir metafizik sorudur: Giden mi eksilir, kalan mı eksik kalır? Sadri Alışık, bu sorunun cevabını vermez; çünkü onun sineması, cevaplardan çok sorularla yaşar.

Alışık’ın sinematik varlığı, modernitenin hızına karşı bir dirençtir. Onun karakterleri, zamanın dışında, gündelik olanın içinde saklı bir şiirselliği taşır. Bu şiirsellik, Baudelaire’in “flâneur” figürünü andırır: Kentin sokaklarında başıboş dolaşan, ama her adımında varoluşu sorgulayan bir gezgin. Sadri Alışık, bu gezginliğiyle yalnızca mekânı değil, zamanı da dolaşır. Onun İstanbul’u, mekânsal bir koordinat değil, duygusal bir coğrafyadır. Ve bu coğrafyada, her köşe başı bir vedanın, her martı sesi bir hatıranın yankısıdır.

Sadri Alışık’ın temsili, bir nostaljinin değil, bir felsefenin taşıyıcısıdır. O, geçmişe duyulan özlemin değil, geçmişle kurulan bilinçli bir ilişkinin simgesidir. “Sizinle olmayacağım” derken, yalnızca bir aşkı değil, bir çağın kapanışını da ilan eder. Bu ilan, ne bir isyan ne de bir sitemdir; aksine, varoluşun kaçınılmaz trajedisini kabul eden bir bilgeliktir. Anlamayacaksınız, çünkü anlamak, yalnızca aklın değil, kalbin ve hafızanın da iştirakiyle mümkündür. Ve belki de bu yüzden, Sadri Alışık, en çok yokluğuyla var olur; çünkü bazı insanlar, ancak kaybolduklarında tam anlamıyla görünür hâle gelirler.
 

 

Bir sabah uyandığınızda
Beni bulamayacaksınız

Bir hicaz şarkı
Rüzgâr olacak denizlerinizde
Üşüyeceksiniz

Bir rıhtımda tiz bir ıslık
Her kundakta yeni bir yalnızlık
Beni bulamayacaksınız

İstanbul'un üzerinde kavak yelleri
Bir bir gemiler uzaklardan
Sizin eteklerinizde ziller
Sizinle olmayacağım
Anlamayacaksınız..


SADRİ ALIŞIK

13 Ağustos 2015 Perşembe

Sonuna kadar asil, mağrur; sonuna kadar inadına...


Bırakmaya çalışırken, adımlarının geri geri gittiği kışkırtıcı şehirler gibiydi. Karşı gelmek ya da büyüsüne isyan etmek yürek isterdi. 
 
Parçalanma mıydı bunun adı yoksa hırçın gece ve getireceklerinden alabildiğine korkmak mı?
 
Kaçınılmaz sonların mutlak başlangıçlarıydı serin bir akşamüstü yaşadıkları... Bedelsiz kazanılan mutlulukların bedeli yaşanacağı gerçeği gibi... Sonuna kadar asil, mağrur; sonuna kadar inadına...
 
 İnsan, çoğu zaman kendi iradesinin efendisi olduğunu sanır; oysa varoluş, çoğu kez iradenin değil, arzunun ve korkunun yön verdiği bir akışa tabidir. Terk etmeye niyetlendiğimiz mekânlar, tıpkı kışkırtıcı şehirler gibi, bizi geri çağıran bir hafıza ağıyla örülüdür. Bu şehirler, yalnızca taş ve sokaktan ibaret değildir; her köşesi, geçmişin yankılarını, arzunun izlerini ve pişmanlığın gölgelerini taşır. Onlardan uzaklaşmak, yalnızca fiziksel bir hareket değil, aynı zamanda bir kimlik çözülmesidir. Çünkü insan, mekânla kurduğu ilişki kadar kendini tanır; ve bu ilişki, çoğu zaman bir büyüye, bir teslimiyete dönüşür.

Bu bağlamda, parçalanma dediğimiz şey, yalnızca bir duygusal çöküş değil, varlığın kendiyle çatışmasıdır. Hegel’in diyalektiğinde olduğu gibi, her tez, kendi antitezini doğurur; ve insan, çoğu zaman kendi içindeki çelişkilerle bölünür. Hırçın bir gece, yalnızca karanlığın değil, bilinmeyenin, belirsizliğin ve kaçınılmaz olanın metaforudur. Korku, burada yalnızca bir duygusal tepki değil, Heidegger’in “kaygı” kavramında olduğu gibi, varlığın hiçlikle yüzleşmesidir. Bu yüzleşme, insanı ya kaçışa ya da direnişe sürükler; her iki durumda da özne, kendi sınırlarını yeniden tanımlar.

Serin bir akşamüstü yaşananlar, zamanın doğrusal akışını bozan bir eşik anıdır. Bu an, Benjamin’in “şimdi zamanı” (Jetztzeit) kavramıyla örtüşür; tarihin sürekliliğini kesintiye uğratan, devrimsel bir yoğunluk taşıyan bir zaman parçası. Kaçınılmaz sonların mutlak başlangıçlara dönüşmesi, yalnızca olayların sıralanışı değil, anlamın yeniden inşasıdır. Bedelsiz kazanılmış gibi görünen mutlulukların, aslında ertelenmiş bedellerle yüklü olması, etik bir hakikati ifşa eder: Her haz, kendi gölgesini taşır. Ve bu gölge, en parlak anların ardında bile sessizce bekler.

Sonuna kadar asil, mağrur ve inadına yaşamak, yalnızca bir tutum değil, bir varoluş biçimidir. Bu tutum, Nietzsche’nin “amor fati”sinde ifadesini bulan yazgıyı sevme ilkesine yaklaşır: Kaderi değiştirmek değil, onu kendi iradesiyle onurlandırmak. Bu, pasif bir kabulleniş değil, aktif bir meydan okumadır. İnadına yaşamak, varoluşun tüm ağırlığını omuzlamak, ama yine de dimdik yürümektir. Çünkü bazı şehirler, bazı geceler ve bazı ayrılıklar, insanın kendine dönüş yolculuğunda kaçınılmaz duraklardır. Ve o duraklarda, geriye atılan her adım, aslında ileriye doğru atılmış bir içsel adımdır.

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Üzüldüğünü görsen canın yanar, mutluluğunu görsen kahrolursun…


Gerçekten sevmişsen birini, gitse bile kıyamazsın…
En büyük hakaretleri hak eder, en derin nefretleri hak eder ama kıyamazsın.
Ne desen hak eder ama tek kelime etmeye elvermez için, susarsın.
En kötüsü de ne biliyor musun?
Üzüldüğünü görsen canın yanar, mutluluğunu görsen kahrolursun…

11 Ağustos 2015 Salı

Blueberry

Blueberry (Vaccinium spp.), Türkçede "yaban mersini" olarak da bilinen, hem lezzeti hem de sağlık faydalarıyla öne çıkan küçük, mavi-mor renkli bir meyvedir. İşte bu harika meyve hakkında bazı önemli bilgiler:

🫐 Botanik ve Coğrafi Özellikler
- Fundagiller (Ericaceae) familyasına aittir.
- Kuzey Amerika kökenlidir; ancak Karadeniz Bölgesi gibi serin iklimlerde de yetiştirilebilir.
- Çalı formunda büyür ve yaz aylarında meyve verir.

🍽️ Besin Değeri ve Kullanım Alanları
- Antioksidan bakımından son derece zengindir; özellikle antosiyaninler içerir.
- C vitamini, K vitamini ve lif açısından iyi bir kaynaktır.
- Taze olarak tüketilebildiği gibi reçel, marmelat, smoothie, kek, muffin ve yoğurt gibi ürünlerde de sıkça kullanılır.

🧬 Sağlık Faydaları
- Antioksidan etkisiyle hücre yaşlanmasını yavaşlatabilir.
- Beyin sağlığını destekleyici etkileri üzerine araştırmalar vardır.
- Kan şekeri düzenleyici ve kalp dostu özellikleriyle bilinir.
- Sindirimi destekler, bağışıklık sistemini güçlendirebilir.

🌱 Yetiştiricilik Notları
- Asidik ve iyi drene olan toprakları sever.
- Güneşli alanlarda daha verimli meyve verir.
- Soğuk iklimlere dayanıklıdır; ancak düzenli sulama ve budama gerektirir.


Fundagiller (Ericaceae) familyasından ılıman iklimlere adapte olmuş bir üzümsü meyve türüdür. Anavatanı Kuzey Yarımkürenin serin ve dağlık bölgelerinde yetişen birçok türü vardır. Genel olarak Kuzey Avrupa, Amerika’daki Rocky Dağları ve Türkiye’de Karadeniz Bölgesinin rakımca yüksek olan fundalık ve ormanlık bölgelerinde yabani formda değişik tipleri bulunmaktadır.
 
Blueberry faydaları
İshal giderici özellik taşımaktadır. Kansere karşı vücudu koruyan enzimleri aktive etmektedir. Anti kanserojen ve antioksidan özelliğe sahiptir. Yağlı bileşiklerin vücuttan atılmasını sağlar. Kanı temizler. Kan şekerini düşürür. Kan kolesterolünü düşürür. Kalp krizi riskini azaltır. Gece görüş kabiliyetini artırır. Vücutta biyoaktif madde olarak kullanılan polifenoller, aktokyaninler, flavanoller ve tanenlerce zengindir. Kabızlık, bulantı, mide kramplarını ve ülseri önler. Damar sertliği oluşumunu engeller. Sakinleştirici özelliği vardır. Ağız içi yaralarını iyileştirir.

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Sensiz içtiğimiz su bile haram....

İnsanlık tarihi boyunca helal ve haram kavramları, yalnızca dinî birer hüküm değil, aynı zamanda etik, ontolojik ve epistemolojik birer sınır çizgisi olagelmiştir. Bu sınırlar, bireyin varlıkla kurduğu ilişkinin hem içsel hem de toplumsal boyutlarını belirler. Ancak Ömer Hayyam’ın dizelerinde yankılanan bu tema, bu sınırların sabitliğini sorgulayan, onları aşkın bir düzlemde yeniden tanımlayan bir meydan okumadır. Şarap burada yalnızca bir içki değil, varoluşun kendini aşma arzusunun simgesidir; ve bu arzunun meşruiyeti, nesnede değil, öznede, yani “sen”de vücut bulur.

Hayyam’ın poetik söylemi, etik normların aşk karşısında çözülmesini değil, aşkın bu normları dönüştürmesini önerir. Bu dönüşüm, Levinas’ın ötekilik düşüncesiyle örtüşür: “Sen”in varlığı, yalnızca bir muhatap değil, aynı zamanda etik bir çağrıdır. Bu çağrı, içilen şarabı helal kılar; çünkü onunla kurulan ilişki, varoluşun en sahici hâlidir. Sensizlikte içilen suyun haram oluşu ise, varlığın eksikliğiyle açıklanır. Burada haram, yalnızca dinî bir yasak değil, ontolojik bir boşluk, anlamın yokluğudur. Bu bağlamda helal ve haram, aşkın semantik alanında yeniden yazılır.

Bu söylem, Kant’ın ödev ahlakı ile çelişir gibi görünse de, aslında Scheler’in değerler etiğiyle daha uyumludur. Çünkü Hayyam’ın yaklaşımında eylemin değeri, onun biçiminden değil, niyetinden ve bağlamından doğar. Aşkın varlığı, eylemi dönüştürür; şarabı bir günah olmaktan çıkarıp, bir ibadete dönüştürür. Bu dönüşüm, mistik geleneklerde sıkça rastlanan bir motiftir: Mevlânâ’nın seması, Hallâc’ın “Enel Hak” nidası, hepsi aşkın normları aşan bir hakikat arayışının tezahürüdür. Hayyam’ın şarabı da bu arayışın bir metaforudur; içilen değil, hissedilen bir şaraptır.

Hayyam’ın dizeleri, aşkın ontolojisini dile getirir: Varlık, “sen”le anlam kazanır; “sen”siz her şey, hatta hayatın kendisi bile haramdır. Bu söylem, yalnızca bireysel bir tutku değil, aynı zamanda bir varoluş felsefesidir. Aşk, burada bir duygudan öte, bir hakikat biçimidir. Ve bu hakikat, etik normları dönüştürür, onları aşkın ışığında yeniden biçimlendirir. Şarap helal olur, çünkü “sen” varsın; su haram olur, çünkü “sen” yoksun. Bu, aşkın en radikal metafiziğidir: Varlığın meşruiyeti, yalnızca “sen”le mümkündür.


Kim demiş haram nedir bilmez Hayyam? Ben haramı helalı karıştırmam: Seninle içilen şarap helaldir... Sensiz içtiğimiz su bile haram.