Günlüğünüz karşısında ruhen çırılçıplak kalmayı göze alabileceğiniz belki de tek dostunuz.
31 Ağustos 2015 Pazartesi
kendinizi sevin
30 Ağustos 2015 Pazar
istanbul
İstanbul, yalnızca bir coğrafya değil, aynı zamanda çok katmanlı bir bilinç halidir; mekânla ruhun, zamanla hafızanın iç içe geçtiği bir varoluş düzlemidir. Haliç’ten bakıldığında görülen manzara, aslında bir kent siluetinden çok, insanın iç dünyasına açılan bir aynadır. Bu kent, sabit bir kimlikten yoksundur; her gün başka bir edayla, başka bir ruh haliyle karşımıza çıkar. Tıpkı Herakleitos’un nehrinde iki kez yıkanamamak gibi, İstanbul’a da iki kez aynı gözle bakılamaz. Çünkü o, sabit değil, akışkandır; durağan değil, devingen bir varlıktır.
Bu devingenlik, İstanbul’un yalnızca fiziksel değil, ontolojik bir çoğulluğa sahip olduğunu gösterir. Kent, hem hüzünlüdür hem serseri; hem alımlı hem hırçın. Bu karşıtlıklar, bir çelişki değil, Benjamin’in “diyalektik imge” kavramında olduğu gibi, hakikatin kendisidir. İstanbul, modernitenin parçalanmış bilinç yapısını bünyesinde barındırır; bir yanda Bizans’ın sessiz taşları, diğer yanda gökdelenlerin cam cepheleri. Bu çokluk, kentin yalnızca geçmişle değil, gelecekle de sürekli bir müzakere halinde olduğunu gösterir. İstanbul, zamanın doğrusal akışını reddeder; onun zamanı, dairesel, katmanlı ve yankılıdır.
İstanbul’un bu çok katmanlılığı, insanın kendi içsel çoğulluğuyla da rezonansa girer. Kentin değişken ruh halleri, bireyin varoluşsal salınımlarını yansıtır. Haliç’in sabah sisiyle örtülü yüzü, insanın bilinçaltındaki belirsizlikleri çağrıştırırken; Boğaz’ın akşam kızıllığı, arzunun ve kaybın iç içe geçtiği bir melankoliyi taşır. İstanbul, yalnızca yaşanılan değil, hissedilen bir kenttir. O, mekân olmaktan çok, bir duygulanım alanıdır; bir topografyadan ziyade, bir ruhsal metindir. Bu metin, her gün yeniden yazılır, yeniden okunur, yeniden unutulur.
İstanbul, bir kentten çok, bir varlık kipidir. Onunla kurulan ilişki, yalnızca mekânsal değil, varoluşsaldır. Vazgeçilmezliği, fiziksel güzelliğinden değil, insanın kendi kırılganlığına tuttuğu aynadan kaynaklanır. İstanbul, sarhoş eden bir masal değil, ayıkken bile baş döndüren bir hakikattir. Ve belki de bu yüzden, onu sevmek, bir kenti değil, kendi içimizdeki çoğulluğu kabullenmektir. İstanbul, her gün başka bir bizle karşılaşmamıza vesile olan, yaşayan, soluyan, düş gören bir bilinçtir.
İstanbul bence en güzel Haliç'ten görünüyor, İstanbul demeyeyim de o günkü ruh durumu, her gün başka bir edayla karşımızda duruyor. Hüzünlü, sinirli, hırçın, dalgalı, buğulu, serseri, alımlı, güzel, vazgeçilmez İstanbul, bir kent tüm bu özellikleri taşıyacak kadar canlı yaşayabilir mi, görebilir misiniz... İşte size yaşadığımız kent vazgeçilmesi mümkün olmayan, sarhoş eden masallar kenti sultan İstanbul...
28 Ağustos 2015 Cuma
mutluluk
Bazen engin bir denizin dibinde veya akıp durmayan bir nehrin kıyısındadır; rüzgarın fısıltısı, yağmurun ıslaklığı, şimşeğin gürültüsü mutluluktur.
Bazıları için mutluluk karların beyazında, çimlerin yeşilinde, veya okyanusun o yeşil ile maviyi karıştırdığı rengindedir; güneşin sıcaklığı, doğması, batması, aydınlatması mutluluktur.
Kimileri için yıldızların parlaklığı, yerlerinden kayıp durmaları veya ay ışığının en karanlık gecelerde yüzümüzü aydınlatması ve her gece değişik bir şekil alması mutluluktur.
Dünyanın durmadan yerinde dönmesi, günün ve gecenin birbirini takip etmesi… Her geçen saniye içinde göçüp gidenlerin yerine aramıza yeni katılanları görmek de…
Yaşamın, "anlam"ında, "amaç" ve "hedefinde" herkesi eşit kılması mutluluğun asıl kaynağıdır.
Mutluluk, sonsuzluğa doğru geçirdiğimiz "zaman"dadır, sonsuzluğu yakalamak için uğraştığımız o muazzam çabadadır, yarınlara daha büyük bir gülümseme ile girmek isteyişimizdedir… Gördüğümüz o tatlı rüyaların bir şekilde gerçeğe dönüşmesindedir…
Kimi zaman bir işi başarmak için koşuşturduğumuz ortamda, başarmanın hazzında ve başarısızlığa uğradığımızda yüzümüzde beliren buruk tebessümdedir…
Yaşama "asılmak"tadır mutluluk. Hiçbir şeyden yılmayarak, inandığın görüşler doğrultusunda güçlükleri tek tek aşarak, aşamayacağını bile bile gururla yaşayabilmektir…
Bir çocuğun gülümsemesinde, yaşlı bir insanın dudaklarından dökülen kelimelerdedir…
Mutluluk "zihin"de, "kalbinin en derin köşesinde", "ruhun bundan büyük bir şevkle beslenebileceği bir yerde"dir.
Mutluluk, duygu ve düşüncelerimize, hareketlerimize, hayata verdiğimiz değere, birini ne kadar çok sevebileceğimize yansır. Düşüncelerimize, ve düşündüklerimizi ifade biçimimize de…
Umuttur mutluluk…
Ve yaşıyor olmaktır.
27 Ağustos 2015 Perşembe
Bildiklerini anlat, ama aklı vermeye kalkma...
26 Ağustos 2015 Çarşamba
bilmelisin ki....
25 Ağustos 2015 Salı
24 Ağustos 2015 Pazartesi
ton balıklı pide
Ton balıklı pide, ilk bakışta basit bir soğuk sandviç gibi görünse de, aslında modern insanın doğayla, bedenle ve tatla kurduğu ilişkinin çok katmanlı bir alegorisidir. Bu yemeğin yapısal sadeliği, Derrida’nın “yapısöküm” kavramıyla okunabilir: her bir malzeme, kendi başına bir anlam taşırken, bütünün içinde yeni bir semantik düzleme taşınır. Pide ekmeği, gündelikliğin taşıyıcısıdır; içindeki ton balığı ise doğanın endüstriyel dönüşümle yeniden sunulmuş bir fragmanıdır. Bu karşılaşma, hem bir çelişkiyi hem de bir uzlaşmayı temsil eder.
Ton balığının zeytinyağı, tuz ve karabiberle harmanlanması, yalnızca bir lezzet tercihi değil, aynı zamanda bir ethos’tur. Bu karışım, Antik Akdeniz’in sade ama derinlikli mutfak felsefesini çağrıştırır: azla yetinmek, doğanın özüne sadık kalmak ve her bir malzemeye hak ettiği saygıyı göstermek. Mayonezin bu karışıma eklenmesi ise modernliğin tat arayışındaki müdahalesidir; doğallığın üzerine sürülen rafine bir yorum, bir tür postmodern dokunuş. Bu bağlamda pide, hem geçmişin hem de şimdinin tatlarını aynı yüzeyde buluşturan bir palimpsesttir.
Yeşil salata yaprakları ve domatesin çiğ hali, pişmemişliğin ve doğrudanlığın temsilidir. Onlar, pişirme eyleminin arındırıcı şiddetinden geçmemiş, doğanın ilk hâlini koruyan unsurlardır. Bu yönüyle, pide içindeki yeşillikler, Rousseau’nun “doğal insan” idealine gönderme yapar: bozulmamış, işlenmemiş, saf. Ancak bu saflık, pide ekmeğinin içine yerleştirildiğinde, kültürle doğa arasında kurulan geçici bir barışın simgesine dönüşür. Bu barış, insanın hem doğaya hem de kendi bedenine karşı geliştirdiği yeni bir etik anlayışın habercisidir.
Sonuç olarak, ton balıklı pide yalnızca bir öğün değil, bir düşünme biçimidir. Onunla kurulan temas, insanın doğayla, teknolojiyle ve tatla kurduğu ilişkinin yeniden müzakere edilmesidir. Bu pide, tüketilmek için değil, okunmak için de vardır. Her ısırık, bir anlam katmanını daha açar; her malzeme, bir felsefi soruyu çağırır. Ve belki de en nihayetinde, bu sade sandviç, bize şunu hatırlatır: hakikat, çoğu zaman en basit olanın içinde gizlidir—bir parça pide, biraz balık ve suskun bir mayonez çizgisinde.
23 Ağustos 2015 Pazar
Yalnızca yağmur yağdığında seviyorum bu şehrin insanlarını....
Yağmur, yalnızca gökyüzünün yeryüzüne düşen fiziksel bir hâli değil, aynı zamanda insanın içsel ikliminin dışavurumudur. Cemal Süreya’nın dizelerinde yankılanan bu yağmur, Heidegger’in “varlık unutulması” dediği çağdaş yabancılaşmanın içinde, insanın kendine dönüşünü mümkün kılan bir aralıktır. Şehir, gündelik hayatın gürültüsüyle örttüğü hakikati, ancak yağmurla birlikte açığa çıkarır. Çünkü yağmur, görünmeyeni görünür kılar; yüzleri ıslatırken maskeleri de çözer. Bu çözülme, bireyin içsel kırılganlığını kolektif bir melankoliye dönüştürür.
Süreya’nın “herkes benim hep olduğum gibi” ifadesi, bireysel trajedinin toplumsal bir aynaya dönüşmesini imler. Burada özne, Sartre’ın “cehennem başkalarıdır” önermesini tersine çevirir: başkaları, ancak yağmurla birlikte benzeşir, anlaşılır ve hatta sevilir hale gelir. Yağmur, bireyler arasındaki mesafeyi siler; herkesin başı eğik, yüzü ıslaktır çünkü herkes aynı varoluşsal kırılganlıkta buluşur. Bu buluşma, Benjamin’in “şimdi zamanı” kavramına benzer biçimde, geçmişin tortularını ve geleceğin kaygılarını askıya alır; yalnızca anın hakikati kalır geriye.
Bu bağlamda yağmur, bir doğa olayı olmaktan çıkar, bir varoluş biçimine dönüşür. Modern kent insanı, gündelik yaşamın yapay parıltıları içinde kendini kaybederken, yağmurun arındırıcı etkisiyle yeniden kendine döner. Bu dönüş, Kierkegaard’ın “melankoli estetiği”ne benzer: acı, yalnızlık ve yabancılık, estetik bir derinliğe bürünür. Yağmur, insanın içsel boşluğunu doldurmaz; aksine, o boşluğu görünür kılar ve bu görünürlük, hakikatin ilk adımıdır. Çünkü hakikat, çoğu zaman ıslak bir yüz ve eğik bir başla başlar.
Sonuç olarak, Cemal Süreya’nın dizelerinde yankılanan yağmur, yalnızca bir atmosfer değil, bir epistemolojidir. O, insanın kendini ve ötekini tanıma biçimidir. Yağmurla birlikte şehir susar, insanlar yavaşlar ve varlık, gürültüsüzce kendini duyurur. Belki de bu yüzden, yalnızca yağmur yağdığında sevilir bu şehrin insanları; çünkü yalnızca o zaman herkes, hep olduğumuz gibi olur: kırılgan, suskun ve hakikate açık.
22 Ağustos 2015 Cumartesi
guava
Guava, sıradan bir meyve olmanın ötesinde, tropikal doğanın ontolojik bir tezahürü, varlığın tat ve koku üzerinden kurduğu sessiz bir poetikadır. Onun yeşil kabuğunda saklı pembelik, Aristoteles’in “potansiyel” ile “aktüel” arasındaki geçişini hatırlatır: dıştan sıradan, içten şaşırtıcı. Bu meyve, doğanın kendini gizleyerek sunma biçimidir; tıpkı Heidegger’in “aletler dünyası”nda olduğu gibi, guava da ancak dikkatli bir varlıkla temas ettiğinde hakikatini açığa vurur. O, tropiklerin sessiz bir metaforudur: dışsal sadelik, içsel zenginlik.
Guava’nın varlığı, Batı merkezli meyve hiyerarşisinin dışında konumlanır. Elma, incir ya da üzüm gibi mitolojik ve teolojik anlatılarda yer bulamamış olması, onun felsefi anlamda “öteki”liğini pekiştirir. Ancak bu dışlanmışlık, onu daha da kıymetli kılar; çünkü guava, temsilin değil, deneyimin meyvesidir. Onunla kurulan ilişki, bir tüketim eyleminden ziyade, bir keşif sürecidir. Bu bağlamda guava, Levinas’ın “öteki” kavramıyla da örtüşür: tanıdık olmayan ama dokunulabilir, yabancı ama davetkâr.
Tat alma duyusuyla kurulan bu ilişki, aslında epistemolojik bir açılımdır. Guava’nın aromatik yoğunluğu, duyuların bilgi üretimindeki rolünü yeniden düşünmeye sevk eder bizi. Modern epistemolojinin akıl merkezli yapısına karşı, guava duyusal bilginin meşruiyetini savunur. Onun tadı, yalnızca damakta değil, bilinçte de iz bırakır. Bu iz, bir meyvenin ötesinde, doğayla kurulan kadim bağın hatırlatılmasıdır. Guava, bu anlamda, doğanın fısıltısını taşıyan bir mektuptur; açıldığında yalnızca tat değil, anlam da yayar.
Guava, tropikal bir meyve olmanın çok ötesinde, bir varoluş biçimidir. Onunla kurulan temas, insanın doğayla olan ilişkisini yeniden tanımlar. Guava, tüketim nesnesi değil, felsefi bir özne olarak düşünülmelidir. Çünkü o, bize doğanın gösterişsiz ama derinlikli yüzünü sunar. Ve belki de en çok bu yüzden, guava’yı anlamak, yalnızca bir meyveyi değil, varlığı anlamaktır.
21 Ağustos 2015 Cuma
dardanel tonlu balık çorbası
Gastronomi, yalnızca damak tadına hitap eden bir haz alanı değil, aynı zamanda varlıkla kurulan en kadim temas biçimlerinden biridir. Dardanel tonlu balık çorbası, bu bağlamda, modernliğin hızla unutturduğu bir ritüelin, yavaşlığın ve özenin yeniden inşasıdır. Her bir malzeme, yalnızca bir bileşen değil, doğanın insanla kurduğu sessiz bir diyalogun parçasıdır. Soğanın göz yaşartıcı keskinliği, patatesin toprağı çağrıştıran dokusu, havucun güneşi andıran rengi—hepsi, çorbanın içinde bir araya gelerek varoluşun çok katmanlı yapısını simgeler.
Bu çorba, Heidegger’in “aletler dünyası” kavramını ters yüz eder: burada nesneler yalnızca işlevsel değil, aynı zamanda anlam yüklüdür. Sarımsağın ezilmesi, limonun sıkılması, maydanozun kıyılması—bunlar yalnızca mutfak eylemleri değil, bir tür varlıkla temasın, insanın doğayla kurduğu etik ilişkinin ifadesidir. Unun suyla buluşması, Aristoteles’in hyle-morphe (madde-form) ayrımını çağrıştırır: biçim, ancak insan eliyle, niyetle ve dikkatle kazanılır. Bu çorba, bir tariften ziyade, bir oluş sürecidir; her adım, bir düşünceye, bir sezgiye, bir hafızaya açılır.
Dardanel ton balığının çorbaya katılması, endüstriyel olanla doğal olanın, hazırla taze olanın diyalektiğini kurar. Bu karşılaşma, Benjamin’in “mekanik yeniden üretim” eleştirisini aşan bir sentezdir: konserve balık, doğadan koparılmış değildir; aksine, insan eliyle dönüştürülmüş bir doğa parçası olarak yeniden anlam kazanır. Yağının bir kısmının süzülmesi, geride kalanla yetinmenin değil, fazlalıktan arınmanın metaforudur. Bu çorba, tüketim kültürünün değil, ölçülülüğün ve sadeliğin estetik bir ifadesidir.
Dardanel tonlu balık çorbası, yalnızca bir yemek değil, bir düşünme biçimidir. Onunla kurulan ilişki, insanın hem kendisiyle hem de doğayla kurduğu etik ve estetik bağın yeniden hatırlanmasıdır. Limon dilimleriyle yapılan sunum, yalnızca bir görsel incelik değil, aynı zamanda misafire yöneltilmiş sessiz bir saygıdır. Bu çorba içilirken, yalnızca beden değil, zihin de beslenir. Çünkü hakiki beslenme, yalnızca kaloriyle değil, anlamla mümkündür. Ve bu anlam, bazen bir çorbanın buğusunda saklıdır.
20 Ağustos 2015 Perşembe
yaşamdaki acılar ve tuz
bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyler. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yapar ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başlar.
"Ferahlatıcı" diye cevap verir genç çırak.
19 Ağustos 2015 Çarşamba
ananas
Ananas, yalnızca tropikal bir meyve değil, aynı zamanda doğanın geometrik ve tat duyusuna hitap eden bir manifestosudur. Onun spiral dizilimli kabuğu, Fibonacci sayı dizisinin sessiz bir yankısıdır; doğanın matematiksel estetiğini, rastlantısallığın ötesinde bir düzenle sunar. Bu yönüyle ananas, Kant’ın “amaçsız amaçlılık” kavramını çağrıştırır: varoluşu, herhangi bir işlevselliğin ötesinde, salt güzelliğiyle anlam kazanır. Onun varlığı, doğanın kendini hem saklayan hem de ifşa eden çelişkili doğasını temsil eder; dışı sert ve dikenli, içi yumuşak ve tatlıdır—tıpkı insanın varoluşsal katmanları gibi.
Bu meyve, Batı merkezli kültürel kodlarda egzotikliğin ve ötekiliğin simgesi haline gelmiştir. Kolonyal anlatılarda ananas, hem arzu nesnesi hem de ulaşılmaz bir lüks olarak temsil edilmiştir. Ancak bu temsil, onun özsel hakikatini örter. Ananas, tüketim nesnesi olmaktan ziyade, bir varlık kipidir; onunla kurulan ilişki, yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda ontolojik bir temasa işaret eder. Onu yemek, yalnızca bir haz değil, doğayla kurulan kadim bir sözleşmenin yeniden ifadesidir. Bu bağlamda ananas, Levinas’ın “öteki”sine benzer: tanıdık olmayan ama etik bir sorumluluk yükleyen bir varlıktır.
Tat alma duyusuyla kurulan bu ilişki, fenomenolojik bir deneyimdir. Ananasın keskin ama dengeli aroması, duyuların bilgi üretimindeki rolünü yeniden düşünmeye zorlar bizi. Merleau-Ponty’nin beden felsefesi bağlamında, ananas yalnızca bir nesne değil, bedenin dünyayla kurduğu ilişkide bir eşiktir. Onun tadı, yalnızca damakta değil, bilinçte de yankılanır. Bu yankı, doğanın insanla kurduğu sessiz diyalogun bir parçasıdır; her lokma, varoluşun duyusal bir teyididir.
Ananas, doğanın hem estetik hem de etik bir çağrısıdır. Onunla kurulan temas, insanın doğayla olan ilişkisini yeniden tanımlar. Ananas, tüketim kültürünün ötesinde, bir düşünme biçimini, bir varoluş tarzını temsil eder. Belki de bu yüzden, ananası anlamak, yalnızca bir meyveyi değil, doğanın kendini nasıl sunduğunu, insanın bu sunum karşısında nasıl konumlandığını anlamaktır. Ve bu anlam, her dilimiyle yeniden yazılan bir felsefi metindir.
18 Ağustos 2015 Salı
günlük tutmanın faydaları
Günlük tutmak, insanın zamanla kurduğu ilişkinin en mahrem ve en derin biçimlerinden biridir. Bu eylem, yalnızca yaşananların kaydı değil, aynı zamanda varoluşun kendine dönük bir tefekkürüdür. Heidegger’in “dasein” kavramı bağlamında düşünüldüğünde, günlük, bireyin kendi varlığını zamansal bir bütünlük içinde kavrama çabasıdır. Her cümle, geçmişin bir yankısı, şimdinin bir tanıklığı ve geleceğe bırakılan bir izdir. Günlük, zamanın düz çizgisel akışını kırar; onu döngüsel, katmanlı ve yankılı bir yapıya dönüştürür.
Bu yazınsal pratik, yalnızca bireysel hafızayı değil, aynı zamanda kolektif bilinçdışıyla kurulan ilişkiyi de biçimlendirir. Günlük, Freud’un bilinçaltı katmanlarına açılan bir kapı gibidir; bastırılan, ötelenen, unutulan her şey, satır aralarında yeniden dile gelir. Bu bağlamda günlük, bir tür psikanalitik aynadır: özne, kendini yazarken hem kurar hem çözer. Yazı, burada yalnızca bir ifade değil, bir keşif aracıdır. Her paragraf, benliğin karanlık kıvrımlarında dolaşan bir fenerdir; her kelime, içsel bir hakikatin yankısıdır.
Günlük tutmak, aynı zamanda epistemolojik bir eylemdir. Bilginin yalnızca dışsal nesnelerle değil, içsel deneyimle de üretilebileceğini gösterir. Bu yönüyle günlük, Descartes’ın “düşünüyorum, öyleyse varım” önermesini yeniden yorumlar: “Yazıyorum, öyleyse düşünüyorum.” Yazı, düşüncenin kristalleşmiş hâlidir; geçici olanı kalıcıya dönüştürür, dağınık olanı biçimlendirir. Günlük, bu anlamda, bireyin kendi üzerine eğildiği bir düşünce laboratuvarıdır. Her gün yazılan satırlar, bir tür felsefi deneyin notlarıdır; öznenin kendini anlamaya yönelik bitmeyen çabasının izleridir.
Günlük, yalnızca bir defterde tutulan notlar değil, insanın kendi varoluşuna tuttuğu aynadır. Bu aynada görülen, yalnızca geçmişin yansıması değil, aynı zamanda geleceğe dair bir tahayyüldür. Günlük, bireyin kendine karşı dürüst olabildiği nadir alanlardan biridir; burada maske yoktur, kurgu yoktur, yalnızca çıplak hakikat vardır. Ve belki de bu yüzden, günlük tutmak, yalnızca bir alışkanlık değil, bir etik duruştur: kendine karşı sorumlu olmanın, kendi varlığına tanıklık etmenin sessiz ama derin bir biçimidir.
16 Ağustos 2015 Pazar
güçlü kadınların başarı sırları
15 Ağustos 2015 Cumartesi
dereotu
Dereotu (Anethum graveolens), maydanozgiller (Apiaceae) familyasından, özellikle Akdeniz ve Orta Asya mutfaklarında yaygın olarak kullanılan aromatik bir bitkidir. İşte dereotu hakkında bazı dikkat çekici bilgiler:
🌿 Botanik Özellikleri
- İnce, tüylü yapraklara ve sarımsı çiçeklere sahiptir.
- Genellikle tek yıllık bir bitkidir.
- 40–60 cm’ye kadar boylanabilir.
- Tohumları da baharat olarak kullanılır ve “rezene tohumu” ile karıştırılmamalıdır.
🍽️ Mutfakta Kullanımı
- Taze yaprakları yoğurtlu mezelerde, salatalarda, çorbalarda ve özellikle zeytinyağlı yemeklerde kullanılır.
- Türk mutfağında kabak, enginar ve havuç gibi sebzelerle uyumu meşhurdur.
- Tohumları ise turşularda, ekmeklerde ve bazı et marinasyonlarında tercih edilir.
🌱 Sağlık Faydaları
- Sindirimi kolaylaştırıcı etkisi vardır.
- Gaz giderici ve spazm çözücü özellikleriyle bilinir.
- Antioksidanlar açısından zengindir; bağışıklık sistemini destekleyebilir.
🧠 Kültürel ve Sembolik Yönleri
- Antik Yunan’da cesaret sembolü olarak görülürken, Orta Çağ Avrupa’sında kötü ruhlara karşı koruyucu olarak kullanılmıştır.
- Anadolu’da ise yeni doğum yapmış kadınlara dereotu çayı verilmesi geleneksel bir uygulamadır.
14 Ağustos 2015 Cuma
acaba nerdeyim
Sadri Alışık, Türk sinemasının yalnızca bir aktörü değil, aynı zamanda bir kent hafızası, bir melankoli biçimi, bir varoluş estetiğidir. Onun sesiyle yankılanan her replik, İstanbul’un arka sokaklarında yankılanan bir iç çekiştir; bir hicaz şarkının göğsünde taşıdığı kırılganlık kadar derin, bir rıhtımda unutulmuş bir ıslık kadar keskin. Alışık’ın varlığı, Benjamin’in “aurası” kavramıyla açıklanabilir: Tekrarlanamaz, özgün ve zamanla yüklü bir varlık hâli. O, sinema perdesinde değil, zamanın kıvrımlarında yaşar; her kayboluşunda, bir başka hatırada yeniden doğar.
“Beni bulamayacaksınız” dizesi, yalnızca bir yokluk bildirimi değil, aynı zamanda bir varlık biçiminin sonlanışıdır. Heidegger’in “varlık ve zaman” çözümlemesinde olduğu gibi, Alışık’ın vedası da bir tür “yoklukta varlık” halidir. Onun yokluğu, bir boşluk değil, anlamla dolu bir sessizliktir. Bu sessizlik, İstanbul’un kavak yellerinde, uzaklaşan gemilerde, kundaklara sinmiş yalnızlıklarda yankılanır. Her ayrılık, bir metafizik sorudur: Giden mi eksilir, kalan mı eksik kalır? Sadri Alışık, bu sorunun cevabını vermez; çünkü onun sineması, cevaplardan çok sorularla yaşar.
Alışık’ın sinematik varlığı, modernitenin hızına karşı bir dirençtir. Onun karakterleri, zamanın dışında, gündelik olanın içinde saklı bir şiirselliği taşır. Bu şiirsellik, Baudelaire’in “flâneur” figürünü andırır: Kentin sokaklarında başıboş dolaşan, ama her adımında varoluşu sorgulayan bir gezgin. Sadri Alışık, bu gezginliğiyle yalnızca mekânı değil, zamanı da dolaşır. Onun İstanbul’u, mekânsal bir koordinat değil, duygusal bir coğrafyadır. Ve bu coğrafyada, her köşe başı bir vedanın, her martı sesi bir hatıranın yankısıdır.
Sadri Alışık’ın temsili, bir nostaljinin değil, bir felsefenin taşıyıcısıdır. O, geçmişe duyulan özlemin değil, geçmişle kurulan bilinçli bir ilişkinin simgesidir. “Sizinle olmayacağım” derken, yalnızca bir aşkı değil, bir çağın kapanışını da ilan eder. Bu ilan, ne bir isyan ne de bir sitemdir; aksine, varoluşun kaçınılmaz trajedisini kabul eden bir bilgeliktir. Anlamayacaksınız, çünkü anlamak, yalnızca aklın değil, kalbin ve hafızanın da iştirakiyle mümkündür. Ve belki de bu yüzden, Sadri Alışık, en çok yokluğuyla var olur; çünkü bazı insanlar, ancak kaybolduklarında tam anlamıyla görünür hâle gelirler.
Bir sabah uyandığınızda
Beni bulamayacaksınız
Bir hicaz şarkı
Rüzgâr olacak denizlerinizde
Üşüyeceksiniz
Bir rıhtımda tiz bir ıslık
Her kundakta yeni bir yalnızlık
Beni bulamayacaksınız
İstanbul'un üzerinde kavak yelleri
Bir bir gemiler uzaklardan
Sizin eteklerinizde ziller
Sizinle olmayacağım
Anlamayacaksınız..
SADRİ
ALIŞIK
13 Ağustos 2015 Perşembe
Sonuna kadar asil, mağrur; sonuna kadar inadına...
Bu bağlamda, parçalanma dediğimiz şey, yalnızca bir duygusal çöküş değil, varlığın kendiyle çatışmasıdır. Hegel’in diyalektiğinde olduğu gibi, her tez, kendi antitezini doğurur; ve insan, çoğu zaman kendi içindeki çelişkilerle bölünür. Hırçın bir gece, yalnızca karanlığın değil, bilinmeyenin, belirsizliğin ve kaçınılmaz olanın metaforudur. Korku, burada yalnızca bir duygusal tepki değil, Heidegger’in “kaygı” kavramında olduğu gibi, varlığın hiçlikle yüzleşmesidir. Bu yüzleşme, insanı ya kaçışa ya da direnişe sürükler; her iki durumda da özne, kendi sınırlarını yeniden tanımlar.
Serin bir akşamüstü yaşananlar, zamanın doğrusal akışını bozan bir eşik anıdır. Bu an, Benjamin’in “şimdi zamanı” (Jetztzeit) kavramıyla örtüşür; tarihin sürekliliğini kesintiye uğratan, devrimsel bir yoğunluk taşıyan bir zaman parçası. Kaçınılmaz sonların mutlak başlangıçlara dönüşmesi, yalnızca olayların sıralanışı değil, anlamın yeniden inşasıdır. Bedelsiz kazanılmış gibi görünen mutlulukların, aslında ertelenmiş bedellerle yüklü olması, etik bir hakikati ifşa eder: Her haz, kendi gölgesini taşır. Ve bu gölge, en parlak anların ardında bile sessizce bekler.
Sonuna kadar asil, mağrur ve inadına yaşamak, yalnızca bir tutum değil, bir varoluş biçimidir. Bu tutum, Nietzsche’nin “amor fati”sinde ifadesini bulan yazgıyı sevme ilkesine yaklaşır: Kaderi değiştirmek değil, onu kendi iradesiyle onurlandırmak. Bu, pasif bir kabulleniş değil, aktif bir meydan okumadır. İnadına yaşamak, varoluşun tüm ağırlığını omuzlamak, ama yine de dimdik yürümektir. Çünkü bazı şehirler, bazı geceler ve bazı ayrılıklar, insanın kendine dönüş yolculuğunda kaçınılmaz duraklardır. Ve o duraklarda, geriye atılan her adım, aslında ileriye doğru atılmış bir içsel adımdır.
12 Ağustos 2015 Çarşamba
Üzüldüğünü görsen canın yanar, mutluluğunu görsen kahrolursun…
Gerçekten sevmişsen birini, gitse bile kıyamazsın…
En büyük hakaretleri hak eder, en derin nefretleri hak eder ama kıyamazsın.
Ne desen hak eder ama tek kelime etmeye elvermez için, susarsın.
En kötüsü de ne biliyor musun?
Üzüldüğünü görsen canın yanar, mutluluğunu görsen kahrolursun…
11 Ağustos 2015 Salı
Blueberry
Blueberry (Vaccinium spp.), Türkçede "yaban mersini" olarak da bilinen, hem lezzeti hem de sağlık faydalarıyla öne çıkan küçük, mavi-mor renkli bir meyvedir. İşte bu harika meyve hakkında bazı önemli bilgiler:
🫐 Botanik ve Coğrafi Özellikler
- Fundagiller (Ericaceae) familyasına aittir.
- Kuzey Amerika kökenlidir; ancak Karadeniz Bölgesi gibi serin iklimlerde de yetiştirilebilir.
- Çalı formunda büyür ve yaz aylarında meyve verir.
🍽️ Besin Değeri ve Kullanım Alanları
- Antioksidan bakımından son derece zengindir; özellikle antosiyaninler içerir.
- C vitamini, K vitamini ve lif açısından iyi bir kaynaktır.
- Taze olarak tüketilebildiği gibi reçel, marmelat, smoothie, kek, muffin ve yoğurt gibi ürünlerde de sıkça kullanılır.
🧬 Sağlık Faydaları
- Antioksidan etkisiyle hücre yaşlanmasını yavaşlatabilir.
- Beyin sağlığını destekleyici etkileri üzerine araştırmalar vardır.
- Kan şekeri düzenleyici ve kalp dostu özellikleriyle bilinir.
- Sindirimi destekler, bağışıklık sistemini güçlendirebilir.
🌱 Yetiştiricilik Notları
- Asidik ve iyi drene olan toprakları sever.
- Güneşli alanlarda daha verimli meyve verir.
- Soğuk iklimlere dayanıklıdır; ancak düzenli sulama ve budama gerektirir.
10 Ağustos 2015 Pazartesi
Sensiz içtiğimiz su bile haram....
İnsanlık tarihi boyunca helal ve haram kavramları, yalnızca dinî birer hüküm değil, aynı zamanda etik, ontolojik ve epistemolojik birer sınır çizgisi olagelmiştir. Bu sınırlar, bireyin varlıkla kurduğu ilişkinin hem içsel hem de toplumsal boyutlarını belirler. Ancak Ömer Hayyam’ın dizelerinde yankılanan bu tema, bu sınırların sabitliğini sorgulayan, onları aşkın bir düzlemde yeniden tanımlayan bir meydan okumadır. Şarap burada yalnızca bir içki değil, varoluşun kendini aşma arzusunun simgesidir; ve bu arzunun meşruiyeti, nesnede değil, öznede, yani “sen”de vücut bulur.
Hayyam’ın poetik söylemi, etik normların aşk karşısında çözülmesini değil, aşkın bu normları dönüştürmesini önerir. Bu dönüşüm, Levinas’ın ötekilik düşüncesiyle örtüşür: “Sen”in varlığı, yalnızca bir muhatap değil, aynı zamanda etik bir çağrıdır. Bu çağrı, içilen şarabı helal kılar; çünkü onunla kurulan ilişki, varoluşun en sahici hâlidir. Sensizlikte içilen suyun haram oluşu ise, varlığın eksikliğiyle açıklanır. Burada haram, yalnızca dinî bir yasak değil, ontolojik bir boşluk, anlamın yokluğudur. Bu bağlamda helal ve haram, aşkın semantik alanında yeniden yazılır.
Bu söylem, Kant’ın ödev ahlakı ile çelişir gibi görünse de, aslında Scheler’in değerler etiğiyle daha uyumludur. Çünkü Hayyam’ın yaklaşımında eylemin değeri, onun biçiminden değil, niyetinden ve bağlamından doğar. Aşkın varlığı, eylemi dönüştürür; şarabı bir günah olmaktan çıkarıp, bir ibadete dönüştürür. Bu dönüşüm, mistik geleneklerde sıkça rastlanan bir motiftir: Mevlânâ’nın seması, Hallâc’ın “Enel Hak” nidası, hepsi aşkın normları aşan bir hakikat arayışının tezahürüdür. Hayyam’ın şarabı da bu arayışın bir metaforudur; içilen değil, hissedilen bir şaraptır.
Hayyam’ın dizeleri, aşkın ontolojisini dile getirir: Varlık, “sen”le anlam kazanır; “sen”siz her şey, hatta hayatın kendisi bile haramdır. Bu söylem, yalnızca bireysel bir tutku değil, aynı zamanda bir varoluş felsefesidir. Aşk, burada bir duygudan öte, bir hakikat biçimidir. Ve bu hakikat, etik normları dönüştürür, onları aşkın ışığında yeniden biçimlendirir. Şarap helal olur, çünkü “sen” varsın; su haram olur, çünkü “sen” yoksun. Bu, aşkın en radikal metafiziğidir: Varlığın meşruiyeti, yalnızca “sen”le mümkündür.

