13 Ağustos 2015 Perşembe

Sonuna kadar asil, mağrur; sonuna kadar inadına...


Bırakmaya çalışırken, adımlarının geri geri gittiği kışkırtıcı şehirler gibiydi. Karşı gelmek ya da büyüsüne isyan etmek yürek isterdi. 
 
Parçalanma mıydı bunun adı yoksa hırçın gece ve getireceklerinden alabildiğine korkmak mı?
 
Kaçınılmaz sonların mutlak başlangıçlarıydı serin bir akşamüstü yaşadıkları... Bedelsiz kazanılan mutlulukların bedeli yaşanacağı gerçeği gibi... Sonuna kadar asil, mağrur; sonuna kadar inadına...
 
 İnsan, çoğu zaman kendi iradesinin efendisi olduğunu sanır; oysa varoluş, çoğu kez iradenin değil, arzunun ve korkunun yön verdiği bir akışa tabidir. Terk etmeye niyetlendiğimiz mekânlar, tıpkı kışkırtıcı şehirler gibi, bizi geri çağıran bir hafıza ağıyla örülüdür. Bu şehirler, yalnızca taş ve sokaktan ibaret değildir; her köşesi, geçmişin yankılarını, arzunun izlerini ve pişmanlığın gölgelerini taşır. Onlardan uzaklaşmak, yalnızca fiziksel bir hareket değil, aynı zamanda bir kimlik çözülmesidir. Çünkü insan, mekânla kurduğu ilişki kadar kendini tanır; ve bu ilişki, çoğu zaman bir büyüye, bir teslimiyete dönüşür.

Bu bağlamda, parçalanma dediğimiz şey, yalnızca bir duygusal çöküş değil, varlığın kendiyle çatışmasıdır. Hegel’in diyalektiğinde olduğu gibi, her tez, kendi antitezini doğurur; ve insan, çoğu zaman kendi içindeki çelişkilerle bölünür. Hırçın bir gece, yalnızca karanlığın değil, bilinmeyenin, belirsizliğin ve kaçınılmaz olanın metaforudur. Korku, burada yalnızca bir duygusal tepki değil, Heidegger’in “kaygı” kavramında olduğu gibi, varlığın hiçlikle yüzleşmesidir. Bu yüzleşme, insanı ya kaçışa ya da direnişe sürükler; her iki durumda da özne, kendi sınırlarını yeniden tanımlar.

Serin bir akşamüstü yaşananlar, zamanın doğrusal akışını bozan bir eşik anıdır. Bu an, Benjamin’in “şimdi zamanı” (Jetztzeit) kavramıyla örtüşür; tarihin sürekliliğini kesintiye uğratan, devrimsel bir yoğunluk taşıyan bir zaman parçası. Kaçınılmaz sonların mutlak başlangıçlara dönüşmesi, yalnızca olayların sıralanışı değil, anlamın yeniden inşasıdır. Bedelsiz kazanılmış gibi görünen mutlulukların, aslında ertelenmiş bedellerle yüklü olması, etik bir hakikati ifşa eder: Her haz, kendi gölgesini taşır. Ve bu gölge, en parlak anların ardında bile sessizce bekler.

Sonuna kadar asil, mağrur ve inadına yaşamak, yalnızca bir tutum değil, bir varoluş biçimidir. Bu tutum, Nietzsche’nin “amor fati”sinde ifadesini bulan yazgıyı sevme ilkesine yaklaşır: Kaderi değiştirmek değil, onu kendi iradesiyle onurlandırmak. Bu, pasif bir kabulleniş değil, aktif bir meydan okumadır. İnadına yaşamak, varoluşun tüm ağırlığını omuzlamak, ama yine de dimdik yürümektir. Çünkü bazı şehirler, bazı geceler ve bazı ayrılıklar, insanın kendine dönüş yolculuğunda kaçınılmaz duraklardır. Ve o duraklarda, geriye atılan her adım, aslında ileriye doğru atılmış bir içsel adımdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder