Guava, sıradan bir meyve olmanın ötesinde, tropikal doğanın ontolojik bir tezahürü, varlığın tat ve koku üzerinden kurduğu sessiz bir poetikadır. Onun yeşil kabuğunda saklı pembelik, Aristoteles’in “potansiyel” ile “aktüel” arasındaki geçişini hatırlatır: dıştan sıradan, içten şaşırtıcı. Bu meyve, doğanın kendini gizleyerek sunma biçimidir; tıpkı Heidegger’in “aletler dünyası”nda olduğu gibi, guava da ancak dikkatli bir varlıkla temas ettiğinde hakikatini açığa vurur. O, tropiklerin sessiz bir metaforudur: dışsal sadelik, içsel zenginlik.
Guava’nın varlığı, Batı merkezli meyve hiyerarşisinin dışında konumlanır. Elma, incir ya da üzüm gibi mitolojik ve teolojik anlatılarda yer bulamamış olması, onun felsefi anlamda “öteki”liğini pekiştirir. Ancak bu dışlanmışlık, onu daha da kıymetli kılar; çünkü guava, temsilin değil, deneyimin meyvesidir. Onunla kurulan ilişki, bir tüketim eyleminden ziyade, bir keşif sürecidir. Bu bağlamda guava, Levinas’ın “öteki” kavramıyla da örtüşür: tanıdık olmayan ama dokunulabilir, yabancı ama davetkâr.
Tat alma duyusuyla kurulan bu ilişki, aslında epistemolojik bir açılımdır. Guava’nın aromatik yoğunluğu, duyuların bilgi üretimindeki rolünü yeniden düşünmeye sevk eder bizi. Modern epistemolojinin akıl merkezli yapısına karşı, guava duyusal bilginin meşruiyetini savunur. Onun tadı, yalnızca damakta değil, bilinçte de iz bırakır. Bu iz, bir meyvenin ötesinde, doğayla kurulan kadim bağın hatırlatılmasıdır. Guava, bu anlamda, doğanın fısıltısını taşıyan bir mektuptur; açıldığında yalnızca tat değil, anlam da yayar.
Guava, tropikal bir meyve olmanın çok ötesinde, bir varoluş biçimidir. Onunla kurulan temas, insanın doğayla olan ilişkisini yeniden tanımlar. Guava, tüketim nesnesi değil, felsefi bir özne olarak düşünülmelidir. Çünkü o, bize doğanın gösterişsiz ama derinlikli yüzünü sunar. Ve belki de en çok bu yüzden, guava’yı anlamak, yalnızca bir meyveyi değil, varlığı anlamaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder