İstanbul, yalnızca bir coğrafya değil, aynı zamanda çok katmanlı bir bilinç halidir; mekânla ruhun, zamanla hafızanın iç içe geçtiği bir varoluş düzlemidir. Haliç’ten bakıldığında görülen manzara, aslında bir kent siluetinden çok, insanın iç dünyasına açılan bir aynadır. Bu kent, sabit bir kimlikten yoksundur; her gün başka bir edayla, başka bir ruh haliyle karşımıza çıkar. Tıpkı Herakleitos’un nehrinde iki kez yıkanamamak gibi, İstanbul’a da iki kez aynı gözle bakılamaz. Çünkü o, sabit değil, akışkandır; durağan değil, devingen bir varlıktır.
Bu devingenlik, İstanbul’un yalnızca fiziksel değil, ontolojik bir çoğulluğa sahip olduğunu gösterir. Kent, hem hüzünlüdür hem serseri; hem alımlı hem hırçın. Bu karşıtlıklar, bir çelişki değil, Benjamin’in “diyalektik imge” kavramında olduğu gibi, hakikatin kendisidir. İstanbul, modernitenin parçalanmış bilinç yapısını bünyesinde barındırır; bir yanda Bizans’ın sessiz taşları, diğer yanda gökdelenlerin cam cepheleri. Bu çokluk, kentin yalnızca geçmişle değil, gelecekle de sürekli bir müzakere halinde olduğunu gösterir. İstanbul, zamanın doğrusal akışını reddeder; onun zamanı, dairesel, katmanlı ve yankılıdır.
İstanbul’un bu çok katmanlılığı, insanın kendi içsel çoğulluğuyla da rezonansa girer. Kentin değişken ruh halleri, bireyin varoluşsal salınımlarını yansıtır. Haliç’in sabah sisiyle örtülü yüzü, insanın bilinçaltındaki belirsizlikleri çağrıştırırken; Boğaz’ın akşam kızıllığı, arzunun ve kaybın iç içe geçtiği bir melankoliyi taşır. İstanbul, yalnızca yaşanılan değil, hissedilen bir kenttir. O, mekân olmaktan çok, bir duygulanım alanıdır; bir topografyadan ziyade, bir ruhsal metindir. Bu metin, her gün yeniden yazılır, yeniden okunur, yeniden unutulur.
İstanbul, bir kentten çok, bir varlık kipidir. Onunla kurulan ilişki, yalnızca mekânsal değil, varoluşsaldır. Vazgeçilmezliği, fiziksel güzelliğinden değil, insanın kendi kırılganlığına tuttuğu aynadan kaynaklanır. İstanbul, sarhoş eden bir masal değil, ayıkken bile baş döndüren bir hakikattir. Ve belki de bu yüzden, onu sevmek, bir kenti değil, kendi içimizdeki çoğulluğu kabullenmektir. İstanbul, her gün başka bir bizle karşılaşmamıza vesile olan, yaşayan, soluyan, düş gören bir bilinçtir.
İstanbul bence en güzel Haliç'ten görünüyor, İstanbul demeyeyim de o günkü ruh durumu, her gün başka bir edayla karşımızda duruyor. Hüzünlü, sinirli, hırçın, dalgalı, buğulu, serseri, alımlı, güzel, vazgeçilmez İstanbul, bir kent tüm bu özellikleri taşıyacak kadar canlı yaşayabilir mi, görebilir misiniz... İşte size yaşadığımız kent vazgeçilmesi mümkün olmayan, sarhoş eden masallar kenti sultan İstanbul...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder