3 Ağustos 2015 Pazartesi

akapunkturun felsefesi


Batı düşüncesi olayları sebep-sonuç ilişkisi içinde değerlendirir. Çin düşüncesine göre ise, çeşitli olgular bir bütünlüğün parçasıdır ve birbirleriyle ilişki içindedir.
Düşünce temelindeki bu farklılıklar, tıbbi uygulamada da kendini gösterir. Batı tıbbı analitiktir; derin nedensel bağlantılara girer, ayrıntılı sınıflamalar yapar. Çin tıbbında ise, semptomlar ve bulgular hep birlikte değerlendirilerek toparlanır ve bir bütüne varılmaya çalışılır. Çin tıbbına göre hastalık belirli bir zamanda, belirli bir kişide ortaya çıkan bir olgudur. Hastalık değil, hasta ön planda değerlendirilir. Buna göre, Tradisyonel Çin Tıbbı’nda mental (zihinsel), emosyonel (duygusal) ve fiziksel bulgular birlikte ele alınır. 

Vücutta Yin ve Yang adı verilen birbirine zıt, ancak uyum içinde iki eneji vardır. Bunu gösteren ambleme Taiji (Büyük İkilem) denir. Siyah Yin’i, beyaz Yang’ı simgeler. Ancak, Yin’in içinde Yang, Yang’ın içinde de Yin vardır. Yin ve Yang’ın dengelenmesi normalliğe, dengenin bozulması anormalliğe yol açar. Dengesiz Yin ve Yang, denge arayışı içerisinde sürekli kendilerini değiştirirler. Bu dengenin sağlanması için doktor iğneler ile, ilgili akupunktur noktalarını uyararak hastayı tedavi eder.
 
 İnsan bedeni, yalnızca etten ve kemikten ibaret bir yapı değil, aynı zamanda anlamın, hafızanın ve varoluşun taşıyıcısıdır. Bu karmaşık organizmanın içinde akan enerji hatları, Doğu’nun kadim bilgeliğinde “qi” olarak adlandırılırken, Batı’nın rasyonalist epistemolojisi bu akışı uzun süre görmezden gelmiştir. Oysa akupunktur, bu iki dünya görüşü arasında bir köprü kurar; bir yanda metafiziksel bir enerji anlayışı, diğer yanda ise sinirsel uyarımın fizyolojik etkileri. Bu bağlamda akupunktur, yalnızca bir tedavi yöntemi değil, aynı zamanda bedenin bilgiyle kurduğu ilişkinin felsefi bir tezahürüdür.

İğnenin deriye nüfuzu, yüzeyin ötesine geçmenin, görünmeyeni görünür kılmanın bir jestidir. Bu jest, Heidegger’in “aletler dünyası”na dair çözümlemelerini çağrıştırır: Akupunktur iğnesi, yalnızca bir nesne değil, varlığın açığa çıkmasına aracılık eden bir varlık-ötesi varlıktır. Her bir iğne, bedenin unutulmuş bir bölgesine dokunarak, orada saklı duran anlamı uyandırır. Bu anlam, ne yalnızca biyolojik ne de yalnızca semboliktir; aksine, bedenin ve zihnin eşzamanlı titreşiminde yankılanan bir hakikattir.

Akupunktur, modern tıbbın indirgemeci paradigmasına karşı, holistik bir varlık anlayışını savunur. Bu anlayışta beden, parçaların toplamı değil, bir bütünlük ilkesidir. Merleau-Ponty’nin “yaşayan beden” kavramı burada yankı bulur: Beden, yalnızca bir nesne değil, dünyayı deneyimleyen ve anlamlandıran bir özne olarak belirir. Akupunktur, bu öznenin içsel dengesini yeniden kurmayı amaçlar; çünkü denge, yalnızca fizyolojik bir durum değil, aynı zamanda etik ve ontolojik bir mevcudiyettir.

Sonuç olarak, akupunktur, Batı’nın Kartezyen ikiliğine karşı Doğu’nun süreklilik ve bütünlük felsefesini öne çıkarır. Bu yöntem, insanı yalnızca iyileştirmez; onu kendine, doğaya ve evrene dair daha derin bir farkındalığa davet eder. Her iğne, bir suskunluk anıdır; bedene yöneltilmiş bir soru, varlığa dair bir sezgi. Ve belki de bu yüzden, akupunktur, tıbbın ötesinde, bir düşünme biçimi, bir varoluş pratiğidir. Bedenin haritasında açılan her nokta, insanın kendine doğru attığı bir adımdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder