31 Aralık 2011 Cumartesi

her yılbaşı gecesi aklıma mutlaka gelir, Kibritçi Kız....


Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.

Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı.

Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çocuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.

 
Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti.

Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu.
Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, birkaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kâse sıcak çorba içerdi. 
 
Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık, incecik sesiyle “Kibrit var, kibrit” diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu…

Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı.

Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama, çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı.

 
Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu.

Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.

Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı.  

 
Isınmış, terlemeye bile başlamıştı… Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı.

Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgâr esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağız’ın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.

 
Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı: Bir yaz gecesi… Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor… Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu.

 
Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: ‘işte, biri daha öldü’ diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş… Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu… Geldi, geldi… Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü…

Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.

 
-Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler… Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.


Hans Christian Andersen’in “Kibritçi Kız” masalı, yalnızlığın, yoksulluğun ve hayal gücünün iç içe geçtiği bir ağıttır.
 
Onun yanıp sönen kibritleri birer içsel ışık, birer umut kıvılcımı; soğuk sokaklar ise dünyanın duyarsızlığıdır...
 
O, zamanın kıyısında unutulmuş bir cümleydi.
Bir sokak lambasının altında, hayatın kenarına ilişmiş bir virgül gibi duruyordu.
Elinde tuttuğu kibritler, aslında kendi içindeki ışıklardı—her biri bir düş, bir hatıra, bir özlem.
Dünya ona sırtını dönmüşken, o kendi iç evrenini tutuşturuyordu.
Bir kibrit yaktığında, geçmişin sıcaklığıyla ısındı; bir diğerinde, geleceğin hayalini gördü.
 
Ama her alev, bir anlıktı; her ışık, bir vedanın habercisi.

Ama şehir, onun hayallerini görmedi. İnsanlar, onun sessiz çığlığını duymadı. Sabah olduğunda, bir duvar dibinde, yüzünde huzurlu bir tebessümle uyuyordu artık. Kibritler tükenmişti, ama hayalleri sonsuzluğa karışmıştı. O gece, bir çocuk daha yıldızlara karıştı; kimsenin fark etmediği bir ışık, gökyüzünde parladı.
 
Soğuk, yalnızca havada değil; insanlığın kalbinde de hüküm sürüyordu. Kibritçi Kız, bir köşeye sinmişti; elleri titriyor, gözleri boşluğa bakıyordu. Elindeki kibritler, bir geçim aracı değil; birer umut kırıntısıydı. Her kibrit, yakıldığında bir hayalin gölgesini düşürüyordu duvarlara. Ama o hayaller, sıcaklık değil; birer vedaydı. Çünkü bu şehirde, hayal kurmak bile lüks sayılıyordu. Ve o, bu lüksü birkaç saniyeliğine satın alıyordu, bir kibritin ucunda.

Kibritçi Kız’ın sessizliği, sokakların gürültüsünden daha derin bir çığlıktı. Kimse duymuyordu onu; çünkü kimse bakmıyordu. İnsanlar, kendi telaşlarının içinde kaybolmuşken, o bir kenarda eriyordu. Her kibrit, bir anlık aydınlık; ardından daha koyu bir karanlık. Ve o karanlık, yalnızca geceye değil, insanlığın vicdanına da çörekleniyordu. Kibritçi Kız, bir hikâye değil; bir aynaydı. Ve o aynada, herkes kendi suskunluğunu görüyordu.

Bir kibrit daha yandı. Bu kez bir masa, üstünde sıcak bir çorba. Bir kibrit daha; bir anne kucağı, bir şefkat soluğu. Ama hepsi birer yanılsamaydı. Gerçek, soğuk taşların üstünde titreyen bir beden, unutulmuş bir varlık, görmezden gelinen bir yaşamdı. Kibritçi Kız, hayal kurarak değil; hayallere tutunarak yaşıyordu. Ve bu tutunuş, bir direniş değil; bir vedanın en nazik biçimiydi.

Son kibrit yandığında, artık hiçbir hayal kalmamıştı. Sadece bir sessizlik, bir boşluk, bir unutuluş. Kibritçi Kız, bu dünyanın en sessiz çığlığıydı. Onun hikâyesi, bir masal değil; bir yüzleşmeydi. İnsanlığın en karanlık köşesinde yanan bir ışık, bir vicdan kıvılcımı. Ve o kıvılcım, ne zaman ki söndü, dünya biraz daha soğudu. Çünkü bazen bir kibrit, bir yaşamdır. Ve o yaşam, görülmediğinde, dünya eksilir. 
 

11 Ekim 2011 Salı

3 Gündür Aklımda Olan Cümle...



Kapına geldim ve Ben olmaktan vazgeçtim!...  Sen "Kim O" de yeter ki"...  Çünkü; Kim olmamı istiyorsan O olmaya geldim.

Victor Hugo


 

Bu söz, teslimiyetin en derin, en şiirsel hâli… Bir ruhun, bir kalbin, bir benliğin kendini silip sevdiği kişinin hayaline dönüşme arzusu.  

Bir kelimenle şekillenmeye, bir bakışınla yeniden doğmaya, bütün kimliklerimi rüzgârlara savurmaya, yüzümdeki maskeleri, içimdeki sesleri susturmaya  geldim...

Kapına geldim… ama ayaklarımda yolun değil, içimin izleri var. Ben olmaktan vazgeçtim; çünkü bu geliş, bir varlık iddiası değil, bir yokluk teklifidir. Adımı, geçmişimi, alışkanlıklarımı kapının dışında bıraktım. Bu eşikte duran ben, artık ben değilim. Sen “Kim o?” de yeter ki… çünkü bu sorunun cevabı, senin ihtiyacında saklı. Kim olmamı istiyorsan, o olmaya geldim. Bir şekil değil; bir niyet, bir teslimiyet, bir dönüşüm olarak.

Benliğin sınırları, bu kapının önünde eridi. Gurur, kimlik, geçmiş… hepsi birer yük gibi düştü omuzlarımdan. Çünkü aşk, bir varlıkla değil; bir yoklukla başlar. Kendinden vazgeçmek, bir kayboluş değil; bir yeniden doğuştur. Senin sesinle şekillenmek, senin suskunluğunda anlam bulmak… işte bu, varlığın en derin biçimidir. Ben olmaktan vazgeçtim; çünkü senin varlığında yeniden var olmak istedim. Bir ben değil; bir sen olmak için geldim.

Bu geliş, bir kapıyı çalmak değil; bir kaderi aralamaktır. “Kim o?” sorusu, yalnızca bir merak değil; bir sınamadır. Ve ben, o sınamaya razıyım. Çünkü kim olmamı istiyorsan, o olmaya geldim. Bir rol değil; bir öz, bir hâl, bir yönelim olarak. Senin ihtiyacında şekillenen bir varlık, senin suskunluğunda konuşan bir ses, senin eksikliğinde tamamlanan bir gölge… Ben artık ben değilim; senin ihtimalinim.

Sonunda anlaşılır ki, kapıya gelen ben değil; bir niyettir. Ve o niyet, kendinden vazgeçmiş bir varlığın en saf hâlidir. “Kim o?” sorusu, bir kapıdan çok bir kalbin eşiğidir. Ve ben, o eşiğe varmak için her şeyimi geride bıraktım. Kim olmamı istiyorsan, o olmaya geldim. Çünkü aşk, bir benlik değil; bir teslimiyet ister. Ve ben, bu teslimiyetin en sessiz hâliyle kapındayım.

8 Ekim 2011 Cumartesi

Arzu Türk


07.10.1977 - Cuma
13:30 Güzelbahçe Kliniği - Nişantaşı

 
kitap kurdu, ekonomist, sosyolog, tarihçi, filozof, coğrafyacı, çiftçi, bahçıvan, seyahat yazarı, blogger, vlogger, kedi, kahve, çikolata, parfüm, İstanbul aşığı, sonbahar, eylül, terazi burcu, gezgin ruh, kendi hikayesini yaratan, cesur ve özgüvenli, esprili, özgür, stil sahibi, müzik tutkunu, evine düşkün, sportif, heyecanlı, meraklı, yazı, defter, dolmakalem, mürekkep, psikoloji, mitoloji, antropoloji, coğrafya, biyoloji, doğa tarihi, arkeoloji, anglo sakson edebiyatı, Çin kültürü, sosyoloji, simya, astroloji, feng shui, eski diller, sanat tarihi, kitap kokusunu, kitapçıları, sahafları, kütüphaneleri, antikacıları ve eskicileri, semt pazarlarını gezmeyi sever, bibliyoman, sinefil, sanat, mimari, tarih, felsefe, bilim, edebiyatın tadını keşfetmiş, şehir gezgini, hayat deneyimcisi, zeka fetişisti, bilgi profesyoneli, iflah olmaz bir 'öğrenme tutkunu', anı emanetçisi, lezzet gurmesi, işkolik, aykırı ve deli insanlara düşkün, hayatı ya sokaklarda ya yollarda yaşayan, Sibirya Ekspresine binip yolculuk günlüğü tutmak isteyen, Kuzey ülkelerinin coğrafyasına meraklı, deniz fenerlerinde konaklayıp, dünyanın bütün ara ve arka sokaklarında yürümek isteyen, kendini bildi bileli seyahat edip bitpazarlarından, eskicilerden sevdiği eşyaları toplayan, insanın özel hayatı kütüphanesidir felsefesini benimsemiş, koleksiyoner, belgesel ve bale izlemeyi, klasik müzikle resim çizmeyi, gökyüzünü seyretmeyi, yağmurda dans etmeyi, mum ışığında yoga yapmayı, ay ışığında yüzmeyi seviyor, fotoğrafçı, ressam, dalgıç, dağcı, buz pateni, ruh işgalcisi, zihinsel lezzet meraklısı, insomniac, dispozofobi, motosiklet tutkunu, mükemmeliyetçi, kendine her şeyi yapabilme özgürlüğü tanıyan, vahşi doğaya tutkun, toprak üzerinde yatmaya bayılıyor, vahşi, uçuk, serüvenci, kendisi olmayı öğrenmiş, ne istediği kadar ne istemediğini belirlemiş, yapmak istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda olmayan,
peynir, şarap, makarna, en sevdiği renk kırmızı bu yüzden hayatının her yerinde, yaşadığı her mekanda bir parça kırmızı var…
 
 

7 Ekim 2011 Cuma

Kırmızı Günlük


Sefil düşünceler ve küçüklükler arasında kaybolup, hayattaki büyük sırrı çözemedik, soru da cevapsız ve acımasız kalakaldı: Nasıl yaşadın, neden öyle yaşadın, neyi yapabilecekken yapmadın, başka bir yol, başka bir anlam arıyordun, yanlış zilleri, yanlış kapıları çaldın, yanlış yollara saptın, yanlış insanları sevdin, yanlış yataklarda uyudun, yanlış evlerde yaşadın. Neden hayal ettiklerini, düşündüklerini bu kadar küçümsüyorsun?...