30 Nisan 2016 Cumartesi

Evita ve Madonna


İnanılmaz hırslı, hangi yolla olursa olsun iktidara geçmekten başka bir şey düşünmüyor. Cesur ve kararlı, başkalarının hayal bile edemeyeceği şeyleri yapmaya cüret ediyor. Tutkulu, iştahlı ve kendine alabildiğine güvenli. Evita histriyonik, yani çevresindekilerin ilgi odağı olmaya bayılıyor. Evita kim? Yığınlara hükmeden bir kadın. Bir köylü kızıyken, yoksul Arjantin halkının tek umudu haline gelmeyi başarmış. Pek de umut vermeyen şarkıcı adayıyken yıldızı parlamakta olan genç bir politikacıyla evlenmiş. Kocasına çok uğurlu gelmiş ve Juan Peron Başkan seçilmiş. Evita o tarihten sonra yasal olarak değil ama fiili olarak hep politikanın içinde olmuş. Öylesine tatlı dilliymiş ve konuşması öyle ikna ediciymiş ki, halkının yegâne koruyucusu olduğuna herkesi hatta kendini bile inandırmış. Otuz iki yaşında kanserden öldüğünde tüm Arjantin onun için yas tutmuş.

28 Nisan 2016 Perşembe

Bâd-i Sâbâ - 2 (II.Selim)



Kan aktığı günden beri can-ı tenimizden,
Yakut fer almış denilir madenimizden

Biz bülbül-i muhrik dem-i gülzâr-ı firâkız,
Ateş kesilir geçse sabâ gülşenimizden.

Teoman Ergül’ün Nurbanu adlı eserinin başında yer alan Osmanlı Sultanı İkinci Selim (selimi)'e ait beyit. tamamı şöyledir;

biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-i firâkız
ateş kesilir geçse sabâ gülşenimizden

yani “biz, ayrılığın gül bahçesinde öylesine âteşli âhlar eden bir bülbülüz ki eğer sabah yeli bizim şakıdığımız bahçeden geçecek olsa ateş kesilir.” sabâ yeli ki serinlik verme özelliğiyle tanınır, şair onu ayrılık ateşiyle dolu bir bahçeden geçirirken bir uçtan rüzgar olarak estirip diğer uçtan ateş olarak çıkartarak mübalağa yapıyor. şairin bu söylediği göreneğe aykırıdır, inanılmazdır, akla yatkın değildir ama ne de hoş bir ifade, ne muhteşem bir nüktedir!...  
Yahya Kemal, İkinci Selim'in bu şiiri için, Selimiye kadar güzel, demiştir.

Hilmi Yavuz bu beyite ithafen kaside adlı şiirini yazmıştır. Tuğrul Tanyol ise sudaki anka adlı şiirinin girişinde bu beyite yer vermiştir.

27 Nisan 2016 Çarşamba

Biraz yalnızlık, biraz hüzün, biraz çaresizlik ...


''Dokunamadığım..
Göremediğim..
Dindiremediğim bir acı taşıyor yüreğim.
Biraz yalnızlık, biraz hüzün, biraz çaresizlik ...''


 
Hz. Mevlana

25 Nisan 2016 Pazartesi

ok gibi kirpikler


Maskara kozmetik dünyasının en büyük mucizelerinden biri. Yüzünüzün ifadesini anında değiştirebilir. Bakışlarınızın bazen yavru bir ceylan, bazen de vahşi bir kedi gibi görünmesini sağlayan da yine o. Baştan çıkarıcı kirpikler için iyi bir maskara ve biraz teknik bilgi yeterli.
İşin sırrı ne?
Maskara sürmeden önce kirpiklerinizi kıvırın. Ardından maskaranın daha yoğun görünmesi ve kalıcı olması için, transparan bir pudra ya da açık renk bir farı kirpiklerinizde gezdirin.
Maskaranın ucunu dik tutarak kirpiklerin en dibinden yukarı doğru itin. Böylece kirpikleri daha uzun gösterebilirsiniz.
Gözlerinizde kedi bakışları elde etmek için maskarayı dış kirpiklere yoğun şekilde sürün, orta ve iç kirpiklere ise daha az uygulayın.
Alt kirpiklerinizi belirginleştirmek için maskarayı yine dik tutarak çok hafifçe kirpiklere dokundurmanız yeterli.
Kirpikleriniz birbirine yapışır ya da topaklanma olursa, temiz bir maskara fırçası ile tarayarak temizleyebilirsiniz.

24 Nisan 2016 Pazar

Carlos Castaneda ve Işınlama Deneyimi


California Üniversitesi'ndeki antropoloji öğrenimi sırasında, Kızılderililer'in kullandığı şifalı otlar üzerine bilgi toplamak ama­cıyla gittiği Meksiko, Sonora'da Don Juan adında ihtiyar bir Yaqui kızılderilisi ile karşılaşan Carlos Castaneda, doğaüstü güçle­re sahip olan Don Juan'ın müridi olmuş ve bir "Bilgi İnsanı" ola­rak yetişebilmek için uzun yıllar süren bir inisiyasyondan geç­mişti.
Bu zorlu eğitim sırasında Castaneda'nın başından geçen birçok ilginç olay arasında bir de hem mekân, hem de zamanda yolculuk yaptığı bir ışınlama olayı yer almaktadır. Carlos Castaneda, Işınlama Deneyimini şöyle anlatmakta­dır: "Çarşamba sabahı, kaldığım otelden saat 09.45 civarında ayrıldım. Don Juan ile buluşacağım yere 15 dakika içinde ulaşa­bilecek şekilde yavaşça yürümeye başladım. 5 ya da 6 blok ötedeki Paseo de la Reforma'nın bir köşesinde, bir havayollarının bilet satış bürosunun önünde buluşmak üzere anlaşmıştık.
"Az önce bir arkadaşımla birlikte kahvaltı yapmıştım. Kah­valtıdan sonra, benimle birlikte gelmek istemişti ama genç bir bayanla buluşacağımı ima etmiştim. Dolayısıyla ihtiyatlı davranarak, havayolları bürosunun bulunduğu caddenin karşı kaldırı­mında yürümeye başladım. Sürekli olarak kendisini Don Juan i­le tanıştırmamı isteyen bu arkadaşımın, Don Juan ile buluşaca­ğımı anladığından ve beni izliyor olabileceğinden kuşku duyu­yordum. Dönüp de baktığım takdirde kendisini arkamda bulaca­ğımdan korkuyordum.
"Don Juan'ı, caddenin karşı kaldırımında, bir büfenin önün­de gördüm. Karşıya geçmeye başladım, ancak cadde geniş ol­duğundan, orta yerdeki tretuvara çıkarak, emniyet içinde geçişi­ mi tamamlayabileceğim bir anı kollamaya başladım. Öyle bek­lerken, arkadaşımın beni izleyip izlemediğini görmek için gayri ihtiyari arkama baktım. Tam arkama rastlayan köşede durmuş bana bakıyordu. Sanki kendisini kontrol edemediğimi anlatmak istercesine mahçup bir tavırla gülümsedi ve elini salladı. Bana yetişmesine olanak vermeden caddenin öte yanına fırladım.
"Don Juan, içinde bulunduğum güç durumun farkında gibiy­di. Yanına vardığımda, arkama doğru gizlice bir göz attı ve 'Ge­liyor' dedi, 'Yan sokağa girsek iyi olacak.' "Bulunduğumuz noktada, diyagonal olarak Paseo de la Re­forma'ya açılan bir sokağı gösteriyordu. Hızla, bulunduğum ye­rin neresi olduğunu çıkarmaya çalıştım. Bu sokağı hiç görmemiştim. Fakat iki gün önce o havayolları bilet satışı bürosunda bulunmuştum. Büronun tuhaf planını biliyordum. Büro, iki soka­ğın birleştiği köşedeki üçgen biçimi bir arsanın üzerinde yer alı­yordu. Her iki sokağa da açılan kapıları vardı ve bu kapılar arasındaki mesafe 3 – 3,5 m. kadar olmalıydı. Büronun içi bir kapı­dan ötekine doğrudan ulaşılacak şekilde düzenlenmiş olduğun­dan, bir sokaktan diğerine kolaylıkla geçilebilirdi. İki kapı arasın­daki geçişin bir yanında sıralar, öteki yanında çalışan memurlar ile veznedarların bulunduğu büyük, yuvarlak bir bölüm yer alı­yordu. İki gün önce ben oradayken içeride bir sürü insan vardı.
"Ben acele etmeye, hatta belki de koşmaya niyetliydim, ama Don Juan, rahat bir tempoda yürüyordu. Büronun diyago­nal sokağa bakan kapısına vardığımızda, arkama dönüp bakmadığım halde, arkadaşımın da caddeyi geçip bizim içinde bu­lunduğumuz sokağa dönmek üzere olduğunu biliyordum. Bu du­ruma bir çare bulacağını umarak Don Juan'a baktım. Omuzları­nı silkmekle yetindi. Kızdığını hissettim; arkadaşımın burnunun ortasına bir yumruk atmanın dışında benim de aklıma bir şey gelmiyordu.
"Tam o anda içimi çekmiş ya da soluk vermiş olmalıydım, çünkü hemen akabinde, Don Juan'ın beni, havayolları bürosu­nun kapısından içeriye son hızla itmesiyle birlikte ani bir soluk kaybı hissettim. Bu son derece güçlü itiş ile sevkedilerek büro­nun içine uçtum diyebilirim. Don Juan beni öylesine boş bulun­duğum bir anda yakalamıştı ki, bedenim hiç bir şekilde karşı koymamış ve korkum bu itici gücün gerçek darbesiyle karışmış­tı. Otomatik bir hareketle, yüzümü korumak üzere kollarımı öne doğru uzattım. Don Juan beni öylesine büyük bir güçle itmişti ki, ağzımdan tükürükler akmış ve sendeleyerek büronun içine gi­rerken, hafif bir baş dönmesi geçirmiştim. Neredeyse, dengemi kaybediyordum ve düşmemek için olağanüstü bir çaba göster­mem gerekti.
Olduğum yerde bir kaç kez döndüm; hareketlerim­deki hız, sanki çevremdeki manzarayı bulanık bir halde algıla­mama neden oluyordu. Son derece utandığımı hatırlıyorum. Bü­ro boyunca dönüp dururken, herkesin bana baktığını biliyordum. Bir aptal gibi davranmış olmak düşüncesi çok rahatsız ediciydi. Zihnimden bir dizi düşünce geçti. Yüzümün üzerine düşeceğim­den emindim; ya da bir müşteriye, belki de yaşlı bir bayana çar­pacak ve o sadmenin etkisiyle yaralanacaktım. Daha kötüsü, öteki uçtaki cam kapı kapalı olabilir ve ben de bu kapıya çarpa­rak kırabilirdim.
"Sersemlemiş bir halde Paseo de la Reforma'ya açılan ka­pıya vardım. Kapı açıktı ve dışarıya adımımı attım. Zihnim o an­da, soğukkanlı olmam ve sağa doğru dönerek, sanki hiç bir şey olmamış gibi bulvar boyunca kentin merkezine doğru yürümem gerektiği düşüncesiyle meşguldü. Don Juan'ın bana katılacağın­dan emindim. Arkadaşım belki de diyagonal sokak boyunca yü­rümeye devam etmişti. "Gözlerimi açtım ya da daha ziyade, gözlerimi önümdeki mekân üzerinde odakladım. Neyin olup bittiğini tam anlamıyla idrak edebilene kadar, uzun bir an için bir uyuşukluk hali geçir­dim. Paseo de la Reforma'da bulunmam gerekiyordu ama ora­da değildim. 2,5 km. kadar ötedeki Lagunilla Pazarı'ndaydım. "Bu gerçeği idrak ettiğim an öylesine yoğun bir şaşkınlık geçirmiştim ki, aptal aptal bakmaktan başka bir şey yapamıyor­dum.
"Bulunduğum yerin neresi olduğunu çıkarabilmek için çev­reme bakındım. Gerçekte, Meksiko'daki ilk günümde Don Juan ile karşılaşmış olduğum yerin çok yakınında durduğumu fark et­miştim. Belki de karşılaştığımız yerin tam üzerinde dahi bulunu­yor olabilirdim. Eski madeni paraların satıldığı tezgâhlar 1,5 m. kadar ötedeydi. Kendime hâkim olabilmek için olağanüstü bir çaba gösterdim. Bir halüsinasyon geçirmekte olduğum aşikardı. Başka türlü olmasına imkân yoktu. Çıktığım kapıdan tekrar büro­ya girmek için hızla geriye döndüm. Ancak, arkamda, ikinci el­den kitaplar ve dergilerin satıldığı bir sıra tezgâhtan başka bir şey yoktu. Yanımda, sağ tarafında Don Juan duruyordu. Yüzü­nü muazzam bir gülümseme kaplamıştı. "Başımda bir basınç, sanki burnumdan maden suyu sodası geçiyormuş gibi gıdıklayıcı bir his vardı. Konuşamıyordum. Bir şeyler söylemeye çalıştım, ama başaramadım.
"Don Juan'ın konuşmaya ya da düşünmeye çalışmamam gerektiğini söylediğini net bir şekilde duymuştum. Fakat ne olursa olsun, herhangi bir şey söylemek istiyordum. Göğsümde dehşetli bir sinirlilik hali birikiyordu. Yanaklarımdan aşağıya doğ­ru gözyaşlarının aktığını hissettim. "Kontrol edilemeyen bir korkuya kapıldığım zamanlarda ço­ğu kez yaptığı gibi, Don Juan beni utandırmadı. Yavaşça başımı sıvazladı ve 'Yok, yok, küçük Carlos, kendini bırakma' dedi. "Bir an için yüzümü elinde tuttu, 'Konuşmaya çalışma' diye tekrarladı. "Elini yüzümden çekerek çevremizde olup bitenlere işaret etti: 'Bu konuşmak için değil. Bu sadece beni izlemek için. İzle! Her şeyi izle!' "Gerçekten ağlıyordum.
Ancak, ağlamama karşı gösterdi­ğim tepki çok tuhaftı; hiç aldırmaksızın ağlamayı sürdürüyor­dum. O anda, aptalca davranıp davranmamamın benim için bir önemi yoktu. "Çevreme bakındım. Tam önümde; pembe, kısa kollu bir gömlek ve koyu gri renkte pantolon giyen orta yaşlı bir adam vardı. Amerikalı'ya benziyordu. Tombul bir bayan -ki eşi olsa gerekti- koluna girmişti. Adam bazı metal paraları elden geçirirken, kendisini, belki de satıcının oğlu olan, 13–14 yaşlarındaki bir ço­cuk izliyordu. Çocuk, orta yaşlı adamın hiç bir hareketini gözden kaçırmıyordu. En sonunda, adamcağızın paraları tezgâh üzeri­ne bırakmasıyla birlikte çocuk da rahatladı.
"Don Juan, emredercesine, 'Her şeyi izle!' diye tekrarladı. "İzlenecek olağandışı bir şey yoktu. Her yönde geçip giden insanlar vardı. Arkama döndüm. Dergi tezgâhının sahibi olduğu­nu sandığım bir adam bana bakıyordu. Sanki uykuya dalmak üzereymişçesine, sürekli olarak gözlerini kırpıştırıyordu. Yorgun ya da, rahatsızmış gibi bir hali vardı ve keyifsiz görünüyordu. "İzlenecek bir şeyin, en azından gerçekten önemli olan bir şeyin olmadığını hissediyordum. Önümdeki manzaraya öylece bakıyordum. Dikkatimi herhangi bir şeyin üzerinde yoğunlaştır­mamın olanaksız olduğunu gördüm. Don Juan bir daire çizerek etrafımda dolaşıyordu. Sanki bendeki bir hali değerlendiriyor gi­bi hareket ediyordu. Başını sallayarak dudaklarını büzdü. "Yavaşça kolumdan kavrayan Don Juan, 'Gel, gel' dedi. 'Yürüme zamanı geldi.' "Yürümeye başlar başlamaz, bedenimin son derece hafif olduğunu fark ettim. Aslında, tabanlarımın sünger gibi oldukları­nı hissetmiştim. Tuhaf, lastiğe benzer, sıçratıcı bir özellik edin­mişlerdi.
"Don Juan hissettiklerimi fark etmiş olmalıydı; sanki kaç­mamı önlüyormuşçasına, beni sıkıca kavradı; bir balon gibi elin­den kaçarak havaya yükseleceğimden korkuyormuş gibi, üzeri­me bastırdı. "Yürümek iyi gelmişti. Sinirliliğim yerini rahat bir doğallığa bıraktı. "Don Juan, tekrar her şeyi gözlemem gerektiği üzerinde ıs­rar etti. Kendisine, izlemek istediğim hiç bir şeyin bulunmadığı­nı, insanların pazaryerinde neler yaptıklarının beni hiç ilgilendirmediğini ve 'gerçek şey' parmaklarımın arasından kaçıp gider­ken, kendimi, madeni para ve eski kitap satın alan birinin sıra­dan faaliyetini gözlemeyi kendine görev edinen bir aptal gibi his­setmek istemediğimi söyledim.
"Don Juan, 'Gerçek şey nedir?' diye sordu. "Yürümeyi bırakarak, hiddet içinde kendisine, bilet satış bü­rosu ile pazar arasındaki mesafeyi bir kaç saniye içerisinde ka­tettiğimi algılamam için bana ne yapmış ise, işte onun önemli ol­duğunu anlattım. "O anda titremeye başladım ve rahatsızlanacağımı hisset­tim. Don Juan ellerimi karnıma dayamamı söyledi. "Çevresine işaret eden Don Juan, olağan bir tonda, bir kez daha, çevremizdeki sıradan faaliyetin önemli olan tek şey oldu­ğunu belirtti. "Kendisine kızmaya başlamıştım. Fırıl fırıl döndüğümü his­sediyordum. Derin bir nefes aldım. "Zoraki bir doğallık içerisinde Don Juan, yaptığın neydi diye sordum. "Beni temin edercesine, bunu bana her zaman için anlata­bileceğini, ama çevremde olup bitenlerin bir daha hiç bir zaman tekerrür etmeyeceğini söyledi. Buna söylenecek bir söz yoktu. Tanık olduğum faaliyetin, tüm bu karmaşıklığı içerisinde tekrar etmeyeceği aşikârdı. Benim üzerinde durduğum nokta, buna çok benzeyen bir faaliyeti herhangi bir zamanda gözlemleyebi­leceğim hususuydu. Öte yandan, hangi biçimde olursa olsun, belirli bir mesafe öteden taşınmış olmak sorunu, ölçülemeyecek derecede önemliydi.
"Bu fikirlerimi dile getirdiğim zaman Don Juan, benden işit­tikleri sanki kendisi için gerçekten ıstırap vericiymişçesine başı­nı salladı. "Bir an için hiç ses çıkarmadan yürüdük. Ateşim vardı. El, ayaklarım ile tabanlarımın yandığını fark ettim. Bu olağandışı sı­caklığın aynısı, burun deliklerim ile gözkapaklarıma da yerleş­miş gibiydi. "Yalvararak, Don Juan, yaptığın neydi diye sordum. "Beni yanıtlamadan sadece, göğsümü sıvazladı ve güldü. İnsanların son derece zayıf yaratıklar olduklarını ve düşkünlük­leriyle kendilerini daha da zayıf bir hale soktuklarını söyledi. Ciddileşen bir ses tonuyla, yok olmak üzere olduğumu hisset­mek yerine, kendimi kapasitemin ötesine zorlamamı ve sadece, dikkatimi çevremdeki dünya üzerinde tutmamı söyledi.
"Son derece yavaş adımlarla yürümeye devam ettik. Zihnim aşırı derecede faal idi. Dikkatimi hiç bir şeye veremiyordum. Don Juan durdu ve konuşup konuşmayacağına karar veriyormuş gibi bir tavır takındı. Bir şey söylemek üzere ağzını açtı, fa­kat sonra fikrini değiştirmiş gibi göründü ve tekrar yürümeye başladık. "Birden dönüp bana bakarak, 'Olan biten şu ki, buraya geldin' dedi. Bu nasıl oldu diye sordum. "Bunu bilmediğini ve bildiği tek şeyin, bu yeri benim kendi­min seçmiş olmam olduğunu belirtti. "Konuşmayı sürdürdükçe, saplandığımız kördüğüm daha da içinden çıkılmaz bir hal aldı. Ben bu olayın etap etap nasıl meydana geldiğini öğrenmek istiyordum. Don Juan ise tartışabileceğimiz tek şeyin, bu yerin seçimi olduğu üzerinde ısrar edi­yordu. Ben de burayı seçtiğimi bilmediğim için, aslında üzerinde konuşulacak hiç bir şey yoktu. Don Juan, sinirlenmeksizin, her şeyi muhakeme etmekteki saplantımı gereksiz bir düşkünlük olarak eleştirdi. Açıklamalar aramaksızın sadece faaliyette bu­lunmanın çok daha basit ve etkili olduğunu ve deneyimlerim hakkında konuşmak ve düşünmekle bu deneyimleri ziyan ettiği­mi söyledi.
"Bir kaç dakika sonra da oradan ayrılmamız gerektiğini, çünkü her şeyi bozduğumu ve bu durumun giderek benim için zararlı bir hale geleceğini belirtti. "Pazaryerinden ayrılarak, Alameda Parkı'na yürüdük. Hiç halim kalmamıştı. Kendimi bir sıranın üzerine bıraktım. İşte o anda saatime bakmak aklıma gelmişti. Saat 10.20 idi. Dikkatimi odaklayabilmem için bayağı bir çaba harcamam gerekmişti. Don Juan ile kesin olarak kaçta buluştuğumuzu hatırlayamıyordum. Saat 10 civarında buluşmuş olmamız gerektiğini hesap ettim. Pazaryerinden parka kadar en fazla 10 dakikalık bir süre için­de yürümüş olabileceğimize göre, geriye sadece açıklanama­yan bir 10 dakika kalıyordu.
"Ertesi gün, yani perşembe günü, bir arkadaşımdan, Don Juan'ın beni ittiği büro kapısından Lagunilla Pazarı'na kadar be­nimle birlikte yürümesini rica ettim. En kestirme yolu izlememize rağmen, bu yürüyüş tam 35 dakikamızı almıştı. Pazaryerine vardıktan sonra, bulunduğumuz yerin neresi olduğunu çıkarma­ya çalıştım, ama beceremedim. Üzerinde durduğumuz caddenin ta ucundaki bir giyim mağazasına girdim.
"Elindeki fırçayla bir şapkanın tozunu almakta olan genç bir bayana; affedersiniz, madeni para ve ikinci el dergi satılan tezgâhlar acaba nerededir, diye sordum. "Çıkışırcasına, 'Böyle bir şey yok' diye karşılık verdi. "Fakat ben bu tezgâhları dün bu pazarın bir yerinde gör­müştüm. 'Yok, canım' diyerek tezgâhın öte yanına ilerledi. "Arkasından koşarak kendisinden, bu tezgâhların nerede olduklarını söylemesini rica ettim. Beni yukarıdan aşağıya doğru şöyle bir süzdü ve 'Dün görmüş olamazdınız, o tezgâhlar bu­radaki duvar boyunca sadece Pazar günleri kurulur. Hafta­nın sair günleri yoktur' dedi. Sadece Pazar günleri diye tekrar­ladım. 'Evet, sadece Pazar günleri. Haftanın sair günleri trafiği engelleyecekleri için böyle yapılıyor.' "Arabalarla dolu olan geniş caddeyi işaret ediyordu."
Işınlama - Olaylar Gözlemler, BAM Yayınları, İstanbul.

23 Nisan 2016 Cumartesi

denge


sizin alınız al inandım
sizin morunuz mor inandım
tanrınız büyük amenna
şiiriniz adamakıllı şiir
dumanı da caba

bütün ağaçlarla uyuşmuşum
kalabalık ha olmuş ha olmamış
sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
ama sokaklar şöyleymiş
ağaçlar böyleymiş
ama sizin adınız ne
benim dengemi bozmayınız

aşkım da değişebilir gerçeklerim de
pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
yan gelmişim diz boyu sulara
hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
hiçbirinizle dövüşemem
benim bir gizli bildiğim var
sizin alınız al inandım
morunuz mor inandım
ben tam kendime göre
ben tam dünyaya göre
ama sizin adınız ne
benim dengemi bozmayınız

turgut uyar


22 Nisan 2016 Cuma

kaça deseler, hiçe sayarım...


Bunca Vefasızlıktan Sonra Bazılarının Ederi Kalmadı Artık Gönlümde
Kaça Deseler Hiçe Sayarım...

21 Nisan 2016 Perşembe

evde fast food


PORTAKALLI DOMATES ÇORBASI
100 gr. kuru soğan, 100 gr. havuç 10 gr. defneyaprağı, 5 gr. tane karabiber, 50 gr. margarin yağ, 10 gr. salça, 200 gr. domates, 40 gr. un, 100 gr. portakal suyu, biber tutam fesleğen, tuz, karabiber, 400 gr. su.
Yağı, bir tencerede eritin, ince doğranmış kuru soğan, havuç, defneyaprağı ve tane karabiberi kavurun. Domatesi de ilave ederek, kavurmaya devam edin. Daha sonra ununu ve salçasını koyun. Tuz,  karabiber ve fesleğen ekleyip,  portakal suyu ve su katarak, kaynatın. Kaynadıktan sonra ise süzdürün. Servis yaparken üzerine fesleğen serpin.

SEZAR SALATASI:
Göbek salata, tavuk ızgara, salatalık, domates, kruton ekmek, parmesan ve sezar sos. Doğranmış salataların üzerine tavuk ızgara, domates, salatalık ve parmesan peynirini dizin. Üzerine ise, ançüez, soya sosu, mayonez, sarımsak, balsamic ve üzüm sirkesiyle yapılan sezar sosu koyun.

MOZARTTORTE
Kakaolu pandispanya için gerekli malzemeler; 10 adet yumurta, 300 gr. toz şekere, bir tutam vanilya, bir tutam tuz, 300 gr. un, 50 gr. kakao, 50 gr. sıvı yağ.
Çikolata kreması için gerekli malzemeler; 500 gr. krem şanti, 300 gr. eritilmiş çikolata, 200 gr. kavrulmuş fıstık, 10 cl. Konyak.
Yumurta, toz şeker, vanilya ve tuzu yoğun hale gelene kadar çırpın. Un ve sıvı yağ ekleyerek karşımı yoğurun. Fırın tepsisini hafif yağladıktan sonra hamuru kek kalıbına koyun ve 200 derecede 25 dakika pişirin. Elde ettiğiniz kakaolu pandispanyayı dört tabaka halinde kesin.
Çikolata Kreması için şantiyi çırpın, çikolata, konyak ve fıstığı parçalayarak ilave edin. Pandispanya tabakalarını, aralarına çikolata kreması sürerek üst üste koyun. Badem ezmesi ve kavrulmuş Şam fıstığını top yapın, ikiye bölün ve bir kısmını çikolata sosa batırarak, fıstık topları yapın. Daha sonra pastanızın üzerini bu fıstık toplarıyla süsleyin.

18 Nisan 2016 Pazartesi

Avokado Soslu Makarna Tarifi



500 gr. Makarna                                              
4 adet domates                         
4 adet dolmalık biber     
1 diş sarımsak                                      
2 çorba kaşığı zeytinyağı tuz, karabiber
1 adet avokado                                    
1/2 limonun suyu                      
2 diş sarımsak               
1 adet orta boy soğan                           
 1 adet domates                         
1 tatlı kaşığı pul biber

Domatesleri ikiye bölün.
Bir fırın tepsisine, domates, ince doğranmış sarımsak ve dolmalık biberi koyun. Üzerlerine zeytinyağı sürün, 190 derece ısıtılmış fırında 20 dakika pişirin.
Sosu için, avokadoyu soyun, çekirdeğini çıkartıp çok ince kıyın. Limon suyu gezdirin. Avokado, ince kıyılmış soğan, sarımsak ve domatesi blendırda çekip, pul biber ekleyin.
Makarnayı haşlayıp, süzün. Tekrar tencereye koyun. Sostan 2 çorba kaşığı ayırdıktan sonra kalanını makarnaya karıştırın. Makarnayı servis tabağına alın. Kenarlarını biberle süsleyip üzerine kalan sosu gezdirin.

14 Nisan 2016 Perşembe

Aristoteles (M.Ö. 384-336)


Aristoteles döneminde politik yapı değişmiş ve Yunan Dünyası yavaş yavaş Makedonyalıların hakimiyetine girmeye başlamıştır. Makedonya bölgesinin kuzeyi Teselya, doğusu İllirya ve batısı ise Trakya ile çevrilidir ama bu sınırlar sabit değildir; zaman zaman daralmış veya genişlemiştir. Belirli bir Makedonyalı tipi de yoktur; bunlar İlliryalılarla Trakların karışımından oluşmuşlardır. Yunanca konuşmazlar; kendilerine özgü bir dilleri vardır ve bu dil Hint-Avrupa dilleri içinde yer alır.

Makedonya Kralı II. Philip döneminde Makedonya değişik bir görünüm kazanmaya başlamıştı. Makedonya kralları Yunanlı olmalarına karşın, yerli kadınlarla evlenmişler ve bu uygulama giderek yaygınlaştığı için, kısa bir süre içinde Yunanlılar başka kavimlerle kaynaşmışlardı. Hatta söylendiğine göre, tam bir Yunanlı olarak yetiştirilmiş olan II.Filip'in annesi Yunanca'yı oldukça ileri yaşlarında öğrenmişti.

II. Philip başa geçtiğinde toplum tam bir kargaşa içindeydi ve güçlü bir yöneticiye gereksinme duyuluyordu. II. Philip, Thebes'te kaldığı süre içerisinde, yeni askerî yöntemleri gözlemlemiş ve bunları uygulamakla kalmayarak daha da mükemmel bir duruma getirmiştir. Bir süre sonra, piyade ve süvarilerden oluşan mızraklı bir birlik kurmayı başarmıştır. Makedonyalıların bu düzenlemesi, yüzyıllar boyunca en iyi savaş tekniği olarak benimsenmiştir.

II. Filip'in başa geçmesiyle Atinalılar iki güçlü düşman arasında kalmışlardır; bunlardan birisi Persler ve diğeri ise Makedonyalılardır. Ancak II. Philip kendisini daima bir fatih gibi değil, bir kurtarıcı olarak görmüş ve sonradan uygarlık tarihini çok etkileyecek bir işi başarmıştır : Sparta dışında kalan bütün Yunan Dünyası'nı tek bir yönetim altında toplamış ve Küçük Asya'da bulunan Yunan kolonilerini de Perslerin elinden kurtarmaya başlamıştır. Ancak onun bu uğraşları, henüz 47 yaşındayken öldürülmesiyle son bulmuştur (M.Ö. 336). II. Philip 24 yıl boyunca yöneticilik yapmış ve oğlu Büyük İskender'e çok aydınlık ve parlak bir yol açmıştır.

Makedonya Krallığı'nın güçlenmeye başladığı bu dönemde yaşayan Aristoteles, Ege Denizi'nin kuzeyinde bulunan Stageria'da doğmuştur (M.Ö. 384-322). O dönemde, Stageria'da İyon kültürü egemendir ve Makedonyalıların buraları istila etmeleri bile bu durumu değiştirmemiştir. Bu nedenle Aristoteles'e bir İyonya filozofu denilebilir.

Annesi hakkında adından başka hiçbir şey bilinmemektedir; babası Nicomaihos, hekimdir ve Makedonya Krallarından Amyntus'un (M.Ö.393-370) hekimliğine getirildiğinde, ailesi ile birlikte Stageria'dan Makedonya'nın başkentine taşınmıştır. Aristoteles burada öğrenim görmüş ve savaş yaşamına ilişkin ayrıntılı bilgiler ve deneyimler edinmiştir; bir taraftan Yunan (yani İyon) ve diğer taraftan Makedonya etkileriyle biçimlenmiş ve gençliğinde, ilgisini daha çok tıp üzerinde yoğunlaştırmıştır. 17 yaşına geldiğinde öğrenimini tamamlaması için Atina'ya gönderilen Aristoteles, hayatının 20 yılını (M.Ö. 367-347) burada geçirmiştir. Atina'ya gelir gelmez, Platon'un öğrencisi olarak Akademi'ye girmiş ve hocasının ölümüne kadar burada kalmıştır. Platon, sürekli olarak çekiştiği bu değerli öğrencisinin zekasına ve enerjisine hayran kalmış ve ona Yunanca'da akıl anlamına gelen Nous adını vermiştir. Atina'da kaldığı süre içerisinde Aristoteles, başka hocaları da izlemiş ve mesela Agora'da politik dersler almıştır.

Bir sarraf olarak iş hayatına atılmış ve daha sonra çok varlıklı olmuş Hermenias, kısa bir süre içinde çok geniş toprakları mülk edinmiş ve Aterneus'un yöneticiliğine gelmişti. Akademi'nin öğrencisi ve hocası Platon'un hayranıydı. Onun devlet yönetimine ilişkin önerilerini çok olumlu karşılıyor ve Platon'un önderliğinde daha iyi bir yönetim oluşturmak istiyordu. Bu amaçla Assos'ta Akademi'nin kolu olan bir okul kurmuştu. Platon'un ölümünden sonra, Aristoteles bu okulda görev aldı ve üç yıl boyunca burada çalıştı. Bir ara Hermenias'ın yeğeni Pythias ile evlendi.
Aristoteles, Assos'ta kaldığı süre içerisinde, zaman zaman dostu Teofrastos'un memleketi olan Mytilen'e gitmiştir. Bu seyahatlar, Aristoteles'in gözlemler yapması ve kendisini yetiştirmesi açısından çok yararlı olmuştur.

Bu sıralarda II. Philip, oğlu İskender için iyi bir öğretmen aramaktaydı ve Assos'taki okulun yöneticisi olan Aristoteles, yavaş yavaş dikkatini çekmeye başlamıştı. Görev, Aristoteles'e önerildi ve o da bu öneriyi seve seve kabul ederek, II. Filip'in oturmakta olduğu Pella'ya gitti. Aristoteles'in öğretmenliği, 343 yılından 340 yılına kadar sürdü. İskender, 336'da babası ölünce, onun yerine geçti ve eski öğretmeni Aristoteles'i danışman olarak atadı. Daha sonra İskender Yunanistan'daki ve Balkanlar'daki ayaklanmaları bastırmak üzere harekete geçince, Aristoteles, onu bırakarak, büyük idealini gerçekleştirmek amacıyla, yani yeni bir okul kurmak amacıyla Atina'ya döndü.

İskender'in M.Ö. 323 yılında ölmesi, Aristoteles'i çok güç bir durumda bırakmıştı; çünkü Lise'nin kurulması sırasında İskender'in yapmış olduğu yardımlar ve Hermenias için yazmış olduğu zafer türküsü, Atina'daki düşmanları tarafından hatırlanmıştı. Aristoteles, dinsizlikle suçlandı ve Atinalıların, Sokrates'i ölüme mahkum etmekle işlemiş oldukları suçu yinelememeleri için Chalcis'e kaçtı ve orada yakalanmış olduğu bir hastalık sonucunda M.Ö. 322 yılında öldü.

Aristoteles'in hiçbir resmi kalmamıştır. Diogenes'e göre, ince bacaklı ve küçük gözlüymüş. Viyana'daki Sanat Tarihi Müzesi'nde sergilenmekte olan mermer başın Aristoteles'e ait olduğu iddia edilmekteyse de, bunu kanıtlayacak herhangi bir ipucu yoktur.

Aristoteles, İskender'i bırakarak Atina'ya döndüğünde, oradaki dostlarıyla buluşmuştu; ama aradan 20 yıl geçmiş olduğu için, artık eski okuluna dönemezdi. Başka bir okul kurmaya karar verdi ve bu maksatla kentin batısında bulunan ve Apollon Lyceios'un (Kurt Tanrı) anısına ayrılmış olan ormanlık alanı seçti. İşte bugün de kullanmakta olduğumuz Lise adı, bu Lyceios'tan gelmektedir.

Lise'de eğitim ve öğretimin nasıl yapıldığına ilişkin kesin bir bilgiye sahip değiliz; ancak bazı kaynakların bildirdiğine göre, sabahları yeni başlayanlara, akşamları ise geniş halk kitlelerine dersler verilmekteymiş.
Akademi ve Lise, aslında felsefe öğretimi veren okullardı. Ancak Akademi, daha çok metafiziğe ve bu arada ahlak ve siyaset gibi konulara yönelmişti. Lise'de ise araştırmalar, Aristoteles'in daha çok mantık ve bilimlerle ilgilenmesi nedeniyle, bu alanlarda yoğunlaşmıştı.

Aristoteles 13 yıl boyunca Lise'nin yöneticiliğini yaptı ve ölümünden sonra yerine arkadaşı Teofrastos geçti. Teofrastos, 37 yıl bu okulun yöneticiliğini üstlendi ve yapmış olduğu yeni düzenlemelerle Lise'yi kurumsallaştırmayı başardı; ancak Lise, Akademi kadar uzun ömürlü olamadı.

Aristoteles'in matematik bilgisi araştırmalarına yeterli olacak düzeydeydi; bilimleri matematik, fizik ve metafizik olarak üç bölüme ayırırken, Platon gibi, matematiğe - yani aritmetik, geometri, astronomi ve müzik bilimlerine - bir öncelik tanımıştı; ancak uygulamalı matematikle ilgilenmiyordu. "Eşit şeylerden eşit şeyler çıkarılırsa, kalanlar eşittir." veya "Bir şey aynı anda hem var hem de yok olamaz (üçüncü durumun olanaksızlığı ilkesi)" gibi aksiyomların bütün bilimler için ortak olduğunu, postülaların ise sadece belirli bir bilimin kuruluşunda görev yaptığını söyleyerek, aksiyom ile postüla arasındaki farklılığa işaret etmişti. Aristoteles'in, süreklilik ve sonsuzluk hakkında yapmış olduğu temkinli tartışmalar, matematik tarihi açısından oldukça önemlidir. Sonsuzluğun gerçek olarak değil, gizil olarak varolduğunu kabul etmiştir. Bu temel sorunlar üzerindeki görüşleri, daha sonra Archimedes ve Apollonios tarafından yeniden işlenip değerlendirilecektir.

Aristoteles, astronomiye ilişkin görüşlerini Fizik ve Metafizik adlı yapıtlarında açıklamıştır; bunun nedeni, astronomi ile fiziği birbirinden ayırmanın olanaksız olduğunu düşünmesidir. Aristoteles'e göre, küre en mükemmel biçim olduğu için, evren küreseldir ve bir kürenin merkezi olduğu için evren sonludur. Yer evrenin merkezinde bulunur ve bu yüzden, evrenin merkezi aynı zamanda Yer'in de merkezidir. Bir tek evren vardır ve bu evren her yeri doldurur; bu nedenle evren-ötesi veya evren-dışı yoktur. Ay, Güneş ve gezegenlerin devinimlerini anlamlandırmak için Eudoxos'un ortak merkezli küreler sistemini kabul etmiştir.

Acaba Aristoteles bu kürelerin gerçekten varolduğuna inanıyor muydu? Elimizde buna ilişkin kesin bir kanıt bulunmamakla birlikte, geometrik yaklaşımı mekanik yaklaşıma dönüştürmüş olması, inandığı yönündeki görüşü güçlendirmektedir. De Caelo'da (Gökler Üzerine) yapmış olduğu en son belirlemelere göre, en dışta bulunan Yıldızlar Küresi, yani evreni harekete getiren ilk hareket ettirici, aynı zamanda en yüksek tanrıdır. Metafizik'te ise, Yıldızlar Küresi'nin ötesinde, sevenin sevileni etkilediği gibi gökyüzü hareketlerini etkileyen, hareketsiz bir hareket ettiricinin bulunduğunu söylemiştir. Öyleyse Aristoteles, yalnızca gökcisimlerinin tanrısal bir doğaya sahip olduğuna inanmakla kalmamakta, onların canlı varlıklar olduğunu da kabul etmektedir. Bu evrenbilimsel kuram, Fârâbî ve İbn Sinâ gibi Ortaçağ İslâm Dünyası'nın önde gelen filozofları tarafından da benimsenecek ve Kuran-ı Kerim'de tasvir edilen Tanrı ve Evren anlayışıyla uzlaştırılmaya çalışılacaktır.

Aristoteles'e göre, Evren, Ayüstü ve Ayaltı Evren olmak üzere ikiye ayrılır; Yer'den Ay'a kadar olan kısım, Ayaltı Evren'i, Ay'dan Yıldızlar Küresi'ne kadar olan kısım ise Ayüstü Evren'i oluşturur. Bu iki evren yapı bakımından çok farklıdır. Ayüstü Evren ve burada yer alan gökcisimleri, eterden oluşmuştur; eterin, mükemmel doğası, Ayüstü Evren'e ezelî ve ebedî bir mükemmellik sağlar. Buna karşılık, Ayaltı Evren, her türlü değişimin, oluş ve bozuluşun yer aldığı bir evrendir. Burası, ağılıklarına göre, Yer'in merkezinden yukarıya doğru sıralanan dört temel öğeden, yani toprak, su, hava ve ateşten oluşmuştur; toprak, diğer üç öğeye nispetle daha ağır olduğu için, en altta, ateş ise daha hafif olduğu için, en üstte bulunur. Aristoteles'e göre, bu öğeler, kuru ve yaş ile sıcak ve soğuk gibi birbirlerine karşıt dört niteliğin bireşiminden oluşmuştur.

Varlık biçimlerinin mükemmel olmaları veya olmamaları da Yer'in merkezine olan uzaklıklarına göre değişir. Bir varlık Yer'e ne kadar uzaksa, o kadar mükemmeldir. Bundan ötürü, merkezde bulunan Yer mükemmel olmadığı halde, merkeze en uzakta bulunan Yıldızlar Küresi mükemmeldir. Bu mükemmel küre, aynı zamanda Tanrı, yani ilk hareket ettiricidir.

Yapıları farklı olan bu iki evrende, farklı fizik kanunları geçerlidir. Ayüstü Evren'de bulunan gökcisimleri, taşıyıcı kürelere yapışık oldukları için düzgün dairesel yörüngeler çizerler; her tür değişimin yer aldığı Ayaltı Evren'de ise birbirinden farklı iki tür hareket söz konusudur. Bunlardan birisi doğal, diğeri ise zorunlu harekettir. Zorunlu hareket, bu evrendeki bir nesnenin, örneğin bir taşın, kuvvet uygulanarak doğal yerinden, uzaklaştırılması sonucu oluşan harekettir. Bu harekette uygulanan kuvvet ortadan kaldırıldığında, hareket de ortadan kalkar ve bu defa nesne, ağır olması dolayısıyla, doğal yerine doğru düşer. İşte nesnelerin doğal yerlerine varmak için yaptıkları bu harekete de doğal hareket denir. Doğal harekette, kuvvet nesnenin ağırlığıdır.

Aristoteles'e göre, iki tür zorunlu hareket vardır. Hareketi sağlayan kuvvet, bir cisim üzerindeki etkisini, cismin hareketinin her anında sürdürüyorsa, buna sürekli zorunlu hareket, ilk hareketi verdikten sonra kesiliyorsa, buna da süreksiz zorunlu hareket denir. Ama Aristoteles, kuvvet olmaksızın hareketin de olamayacağına inandığından, (mesela bir taşın fırlatılmasında olduğu gibi) süreksiz zorunlu hareketin oluşabilmesi için, hareket ettiren kuvvetin, ilk hareketin verilmesinden sonra, cismi ileten ortama geçtiği düşüncesini benimsemek zorunda kalmıştır.

Ancak Aristoteles'e göre, fırlatılan bir cismin hızı (v), bu cisme uygulanan kuvvetin miktarı (f ) ile doğru, cismin içinde bulunduğu ortamın yoğunluğu (d=direnç) ile ters orantılıdır ve v=f:d ve eğer f=a (ağırlık) olursa, v = a:d biçiminde ifade edilebilir.

Aristoteles'in ulaşmış olduğu bu sonuç sonraları iki açıdan eleştirilmiştir:
1. Ortamın direnci, sıfır olduğunda hız sonsuz olacaktır; oysa Aristoteles sonsuz hızı kabul etmez. Kuvvetin dirence eşit olduğu durumda da, Aristoteles'e göre hareket olmaz. Oysa, bu durumda formülden çıkan sonuç 1'dir ve bu hareketin olduğunu gösterir.
2. Hareketi olanaklı kılan ortam, bir taraftan cismi iletirken diğer taraftan durdurur. Oysa bir şeyin aynı anda iki karşıt niteliğe sahip olması olanaklı değildir.

Aristoteles'in oluşturduğu bu fizik ve evren görüşü kendisinden sonra az çok değişime uğramışsa da uzun yıllar egemen olmuş ve Galileo'nun yaptığı çalışmalarla geçersiz hale getirilmiştir.

Aristoteles'ten önce de hayvanlar üzerinde araştırmalar yapan bilginler vardı, ama zoolojinin, yani hayvanlar biliminin kurucusu Aristoteles olmuştur. Aristoteles, hayvanlar üzerinde yapmış olduğu gözlemlerden çıkarmış olduğu bulguları, Historia Animalium, (Hayvan İncelemeleri) De Partibus Animalium (Hayanların Bölümleri Üzerine) ve De Generatione Animalium (Hayvanların Türeyişi Üzerine) adlı yapıtlarında toplamıştır; bu üç yapıt, birbirleriyle bağlantılıdır; ancak birincisi hayvanların tasviri, ikincisi morfolojisi ve üçüncüsü ise üremesi ile ilgilidir.

Aristoteles, çalışmaları sırasında karşılaştırma yöntemini izlemiş ve bulguları belirlerken benzerliklerden ve farklılıklardan yararlanmıştır. Hayvanları, yaşamış oldukları çevre içerisinde inceleyen Aristoteles, Plinius'tan oldukça farklı bir tutum içerisindedir; sadece gözlem sonuçlarından yararlanmış ve önceki yapıtlardan derlemiş olduğu bulguları, kendi gözlemleri ile denetlemeyi ihmal etmemiştir. Rivayetlere güvenmemiş ve fil gibi, çok iyi tanımadığı hayvanlardan asla söz etmemiştir.

Aristoteles, De Partibus Animalium (Hayvanların Bölümleri Üzerineı) adlı eserinde doğru bir sınıflama yöntemi hakkında bilgiler vermiş ve hayvanları, kırmızı kan içerenler ve içermeyenler olmak üzere iki sınıfa taksim etmiştir :
I. Kırmızı Kanlı Olanlar (Sanguineous)
a. Doğuran dört ayaklılar. Bütün memeli hayvanlar bu guruba girmektedir; bunlara yarasalar ve yunuslar da dahildir.
b. Yumurtlayan dört ayaklılar. Bunlara kertenkele, kaplumbağa ve timsah dahildir.
c. Kuşlar ayaklarına göre sekiz alt gruba ayrılmıştır. Bu sınıflama onların ayak şekillerine ve beslenmelerine dayanılarak yapılmıştır.
d. Balıklar ise iskeletlerine göre iki kısma ayrılmıştır : kemik iskeletliler ve kıkırdak iskeletliler.
II.Kırmızı Kanlı Olmayanlar (Anaima)
a. Yumuşak vücutlu omurgasızlar.
b. Bir dış iskeletle kaplı olan yumuşak omurgasızlar.
c. Sert bir dış kabukla kaplı yumuşak omurgasızlar.
d. Böcekler; bunlar da sekiz kısma bölünmüştür.
Aristoteles, buradaki sekiz gruptan her birine kapsamlı cins (genus) ve onların alt bölümlerine ise cins veya tür adını vermiştir.

13 Nisan 2016 Çarşamba

Fesleğenin yararları...


Enerji verici, hafızayı ve konsantrasyonu güçlendirici bir bitki olan fesleğenin yararları sayılamayacak kadar çok. İşte faydalarından bir kaçı:
Fesleğenin yararları...
• Asabiyetten ileri gelen genel güçsüzlüğe, sindirim bozukluğuna, uykusuzluğa ve migrene karşı etkilidir.
• Özellikle sindirimi kolaylaştırıcı özelliği sayesinde hazımsızlık çekenlerin baş ilâcıdır. Aynı zamanda sinir hastalarına, iyi uyuyamayan çocuklara, baş dönmesi çeken yetişkinlere, bağırsak sorunlarından yakınanlara, öksürüğe, anjin ya da boğmacalılara verilir.
• Fesleğenin kaynatılmasıyla elde edilen su süzüldükten sonra, arı sokmasında enfekte olan yere sürülerek ağrıyı hafifletir.
• Ağızda oluşan yaralar ve pamukçuk ağız banyosu yoluyla tedavi edilir.
• Sütü gelmeyen ya da az gelen kadınların süt verimini çoğaltmak için de kullanılır.
• Farklı bir özelliği de sivrisinek ve tahtakurusu gibi haşaratları kokusu sayesinde kaçırmasıdır.
• Mutfakta tazesi veya kurusu kullanılır.
• Çorbalara, domates, patlıcan, kabak, mantar yemeklerine, salatalara, hamur işlerine katılır.

12 Nisan 2016 Salı

cevizli kakaolu kurabiye


 Malzemeler:
120 gr. Çikolata
100 gr. Tereyağı
300 gr. Toz şeker,
2 yumurta,
140 gr. Un
50 gr. Kakao,
1 çay kaşığı kabartma tozu, 1 çay kaşığı vanilya, 1 kahve fincanı süt
70 gr. Ceviz,
70 gr, ince uzun doğranmış badem.
Yapılışı: Fırını önceden 190 derecede ısıtın. Çikolataları teflon tavada, kısık ateşte eritin. Topaklanmaması için aynı yönde sürekli karıştırın. Eridikten sonra ateşten alın. Şeker ve yumurtaları ekleyip tel çırpıcıyla iyice çırpın. Un, kakao ve kabartma tozunu kattıktan sonra kaşıkla karıştırın. Vanilya ile sütü ekleyip, malzemeler iyice harmanlanana kadar telle çırpın. En son ceviz ve ince uzun doğradığınız 50 gr. Bademi karışıma katın ve yine kaşıkla karıştırın. Yağlanmış fırın tepsisine 5 cm aralıklarla bir çorba kaşığı dolusu malzemeyi dökün. Kalan bademleri kurabiyelerin üzerine serpiştirin ve önceden ısıttığınız fırında 12 dakika kadar pişirin. Piştikten sonra fırından çıkarıp tepside soğumaya bırakın.

11 Nisan 2016 Pazartesi

kan grubuna göre kişiliğiniz


“0” Grubu “Sıcak” 

Olumlu, aktif, bağımsız, risk almayı seven, zaman zaman bencil, romantik, arkadaşlarından etkilenen, organizasyon yeteneği gelişmiş, gururlu, birilerine dokunmayı ve birilerinin ona dokunmasını seven, hedefe kitlenen, boyun eğmeyi sevmeyen, açık sözlü.

“A” Grubu “Cool”

Temkinli, yardımsever, sorumluluk sahibi, iç huzura ve güçlü bir hafızaya sahip, grup çalışmasında başarılı, resmiyeti seven, sakin, kurallara uyan, insanlarla olan ilişkilerine değer veren, çok hassas, başkalarının ona dokunmasından hoşlanmayan.

”B” Grubu “Aktif”

Neşeli, bencil, kaprisli, gelenek ve göreneklere karşı, sosyal, eğlenceli, duygusal, özünde yalnız, kolay neşelenebilen, kibar, bağımsızlığına çok düşkün, güçlü bir kişiliğe sahip, işlerini kendi yöntemine göre yapan, geçinmesi kolay, maceracı, dokunmayı seven ve birinin ona 
dokunmasından hoşlanan.
 
“AB” Grubu “Rahat” 

Gizemli, mantıklı, ekonomik, etkili, eleştirel, analitik bir düşünce yapısına sahip, duygusuz, orijinal, yalnız kalmayı seven, çabuk sıkılan, çevresine kolay uyum sağlayan, içgüdüsel duygulardan nefret eden, insanlara faydalı olmaya çalışan, başkalarının ona dokunmasından hoşlanmayan.

5 Nisan 2016 Salı

bağışla


Ya zamanından çok önce gelirim
Dünyaya geldiğim gibi
Ya zamanından çok geç
Seni bu yaşta sevdiğim gibi

Mutluluğa hep geç kalırım
Hep erken giderim mutsuzluğa
Ya her şey bitmiştir çoktan
Ya hiçbir şey başlamamış

Öyle bir zamanına geldim ki yaşamın
Ölüme erken sevgiye geç
Yine gecikmişim bağışla sevgilim
Sevgiye on kala ölüme beş

AZİZ NESİN

4 Nisan 2016 Pazartesi

Nisan üzerime yığılıyor…


“Aylardan nisan“
Dışarıda deli gibi bir yağmur, hazırlıksız yakalıyor herkesi
Beklenmedik bir rüzgar sürüklüyor ne varsa önünde
Ben bir rüzgarda sürükleniyorum
Konuşmak yoruyor…
Dışarıda yağmur var ve gitmek için iyi bir gün”
Yağmur var ve her şeyi gizlemek için iyi bir gün

Nisan üzerime yığılıyor…”

2 Nisan 2016 Cumartesi

BİTİŞ

Yalnızlığına korku vurma

Ester'in söyledikleridir
Ve gelsin ve geçsin bütün sözlerim
Gelsin ve geçsin

Ester'in söyledikleridir
İnsanların içinden
Kendim olup taşayım

Ester'in söyledikleridir
İnsanlara uzaklık vurma
Ama herkes ki kendisi olsun
Sonra herkes kendisi olsun
Bir gün herkes kendisi olsun

Ester'in söyledikleridir
Dünyada bakınıp durma
Bütün ol ve ayrı tut ki kendini
Zaten öyledir
Çünkü öyledir.

Edip Cansever