“Bir
evi taşımak, en büyük temizliktir” derler. Çok haklılar da eksik
bırakılan şey, o evde kitaplar varsa taşınan ve taşıyan adına ufak çaplı
bir arbedenin yaşandığı. Yakın zamanda başıma geldiği için olay
tazeyken anlatıvereyim.
Koli koli üstüne binmişken bir sabah vakti
kapıya dayanan nakliyeciler, işi hemen bitiririz umuduyla eve daldı.
Aslında bilmedikleri bir durum değildi fakat tahminlerinin ötesinde bir
kalabalıkla karşılaştılar. Çünkü keşif sırasında evin görmedikleri
bölümlerinden çıkan kitaplar da paketlenmiş, taşınmayı bekliyordu. Kan
ter içinde kalan nakliyecilerden birinin ağzından, ömrüm boyunca
unutamayacağım bir söz çıktı can havliyle: “Abi bu kitaplar seni
öldürecek.”
Taşınmanın sıcaklığı sırasında pek üstünde
durmadığım ve gülüp geçtiğim bu laf, çok kısa süre sonra kafamda
dolanmaya başladı. Kitaplar üzerine bir yazı yazma fikri (belki de
“ödevi”) ortaya çıktığında, o cümlenin verdiği “rahatsızlık” daha da
büyüdü.
“Başarılı” ve “başarısız” yazarlar
Jean-Paul Sartre’ın, bir kişinin (ona
yazar densin veya denmesin) neden yazdığını, hangi dürtünün o insanı
yazmaya sürüklediğini tartıştığı Edebiyat Nedir? başlıklı
çalışmasını okuduğum günden beri, kitaplara dair bazen derin bazen de
çok yüzeysel düşüncelere dalıyorum. Fakat işin çığırından çıkmasının
nedeni, birbiri ardına yayımlanan (yayımlanmaya da devam eden) kitaplar
üstüne inceleme kitaplarıydı. Aklımızda gezinen, bizi “huzursuz eden”,
harekete geçiren veya eylemsizleştiren sözcüklerin birleşip kâğıda
dökülmesi, deyim yerindeyse Pandora’nın Kutusu’nu açtı.
Yaşadığımız hayatı aşan; onun, hayal
edemeyeceğimiz pek çok şekli ve halinin ete kemiğe büründüğü “sakıncalı”
bir ürün kitap. Mesela kurgu özelinde bu “sakıncalar”dan bazılarını
Chuck Palahniuk sıralıyor: “Hayatlarımızı hikâyelere göre yaşıyoruz.
İrlandalı ya da siyahi olmaya, çok çalışmaya ya da eroin enjekte etmeye,
erkek ya da kadın olmaya dair hikâyelere göre. Hayatımızı, hikâyemizi
destekleyecek kanıtlar -gerçekler ya da ipuçları- bulmaya çalışarak
geçiriyoruz. Yazar olarak, insan doğasının bu yönünün ayırdına
varıyorsunuz. Bir karakter yarattığınızda, dünyaya onun gözünden
bakıyor, bu gerçekliği tek hakiki gerçeklik kılan ayrıntıları
arıyorsunuz.”
Palahniuk, kitabın “sakıncasına”, yazar ve
kurgu açısından bakadursun, Maria Vargas Llosa’ya göre yazmaya
koyulmak, bugünün popüler deyişiyle sürdürülebilirliği zor bir iş.
Nitelikli eser üretmenin yolunun, bir ömürlük uzun çalışmaya dayandığını
söyleyen Llosa, kitabın ve yazarlığın “tekinsizliğine” vurgu yapıyor.
Yazar, Genç Bir Romancıya Mektuplar’da
konuyu biraz daraltıp “gerçek bir romanın, yapaylığını gizlediğini ve
vasat eserlerinse bunu hemen açık ettiğini” belirtiyor. Llosa için bir
romanın hakikiliği, onu hayattan çekince sefilliğin ortaya çıkıp
çıkmamasında gizli.
Mesela Jules Renard, gerçek ve sahte
yazarın örtük tanımından ilerliyor. Bu anlamda elimizde, Renard’ın
tuttuğu günlük var. Türkçeye Yazmak Üzerine Notlar adıyla
çevrilen kitapta Renard, halis yazarın pırıltılı cümlelerden çok yalın
olana yönelmesi gerektiğini söylüyor. Javier Marias ise kaçıklığından
dem vurduğu yazarın, aslında trajik bir yaşamı olduğunu düşünüyor. Yazınsal Yaşamlar,
bu noktada bir referans; Marias’ın bu kitapta anlattığı yazarlardan
birçoğunun ortak noktası, sıra dışı izlenimi uyandıran yaşamlarının
gerçekte hayli sıkıcı, takıntılı ve genelde yalnızlıkla örülü olması.
Marias’a göre, kimi bunlardan beslenmiş kimi de onların yarattığı
girdaba kapılıp dibe çökmüş.
Kitap yazmaya koyulan ve bunda hatırı
sayılır “başarıya” erişenler elbette var. Giuseppe Culicchia’nın “kafayı
taktığı” şey bu. Ona göre yazarın, mevcut piyasa kurallarına ayak
uydurup promosyon öznesine ve kitabının da satış nesnesine dönüşmesinin
acı bir sonu getiriyor: Az okuyan, çok görünen bir yazar profili. Bundan
sonrası çorap söküğü gibi geliyor; yazar, “ne üretirsem okunur”
noktasına varıyor. Culicchia’nın Demek Yazar Olmak İstiyorsun
kitabındaki bu “başarı” örneğine karşın James Woodall’ın verdiği Borges
örneği dikkat çekici. Woodall, “Borges’in nasıl moda olunacağını hiç
bilmediğini” söylüyor. Bunun nedeni ise Borges’in asla teknik
cambazlıklara girişmemesi. Biraz da okumanın okumasını yapıp kitaplar
üzerine “gereğinden fazla” kafa yorması. Buyurun, büyük bir
“başarısızlık” örneği…
“Kitap, piyasaya yeniliyor mu?”
Çoğunlukla yazarın tembelleşip editörün
yazarlaştığı kitap dünyasının içindeyiz bugün. Piyasa kuralları öne
çıkınca tanıtım ve ambalaj da içeriği solluyor haliyle. Çok
satanlarınkiler hariç, günümüzün bir şey anlatma derdindeki yazarları,
başka meslekler ve işler sayesinde faturalarını ödüyor. Okumadığınız İçin Teşekkürler’in
yazarı Dubravka Ugresic’e göre, amaca ve sonuca yönelik “yazarların”
böyle bir kaygısı yok; “onlar, çöplüğün sınırlarını genişletirken”
söyleyecek sözü bulunanların önünü kesiyor.
Günümüzde yazarların kendini ön plana
çıkarması bir tarafa, başkalarına ithaf edilen; Shakespeare, Goethe ve
Tolstoy’la “akraba” olduğu iddiasındakilerin kaleme aldığı kitaplar ise
Ugresic için acımasızlığın ve pervasızlığın basılı halinden başka bir
şey değil. Hatıra, “roman” olurken küresel edebiyat pazarı da bu sayede
“parlak eserler” kazanıyor. Yayıncı kazanıyor, “yazar” kazanıyor, okursa
kazandığını sanıyor. Böylece yeni “entelektüellerin” kutlu doğumu
gerçekleşirken pazarlama çemberi de tamamlanıyor: Panayırlaşan yayınevi,
süpermarkete dönüşen kitabevleri ve oralarda boy gösteren yıldızlar…
Ugresic, kitabın içinin boşaltıldığı bu düzeni, anlattığı “yazar” ile
“eserlerin” cazibesine kapılanlar ve kapılmayı reddedenlerle birlikte
ifşa ediyor.
Lindsay Waters da benzer kaygıları taşıyan ve hemen hemen aynı eleştirileri yönelten bir isim. Akademinin Düşmanları adlı
çalışmasında, “Kitap, piyasaya yeniliyor mu?” diye sorması boşuna
değil. Özgüvene ve eleştirelliğe “panzehir” olarak öne sürülen
“uyumluluk” üzerine söyledikleri, Waters’ın bilimsel kitaplar bağlamında
aslında tüm yayıncılara yönelttiği bir yergi. Ancak Waters, kitabın
insanı değiştirici gücü babında umudunu asla yitirmiyor; kitapların,
Wittgenstein’ın “doğurgan sessizlik” dediği bir potansiyele sahip
olduğunu ekliyor.
Dolayısıyla bu noktada, hem yazar hem de
yayıncının, kitabı ne olarak gördüğü önem kazanıyor. Tabii bunun bir de
üçüncü ayağı var: Okurlar. Okur deyince işin içine sadece kitabı alıp
karıştırdıktan sonra evine götüren kişi anlaşılmamalı; yazar ve
yayıncıdan çıkan kitabın karşısındaki herkes, yani okurlar ve “okurlar”
burada söz konusu olan.
Okurlar, yazarlar ve “Bibliyopatlar”
İyi okurluğu tartışmasız olan Susan Sontag, günlüklerinin ilkinde (Yeniden Doğan’da) “Beyaz aklımı, arkasına saklanıp görmekten ve görülmekten uzağa gittiğim kitaplarla suluyorum” demişti.
Daniel Pennac ise okurun, okuma hakkı gibi okumama, kitabı yarım bırakma ve kitaba ısınamama hakkı olduğunu savunduğu Roman Gibi’de bunun, cezalandırma ve tembellik şeklinde değerlendirilmemesi gerektiğini anlatmıştı.
Okurun elinde tuttuğu, evinde biriktirdiği
ve kütüphanelerde ziyaret ettiği kitabın bir yazgısı var: Doğayla,
kayboluşla, unutuluşla ve yok edilişle mücadele. Bunların dışında başka
bir yazgıdan da söz etmek mümkün: Miras kalan kitaplar ve kütüphaneler,
elden çıkarılanlar ve elde kalanlar. Onlar içinde var olmayan kitaplar,
yani roman içinde geçen romanlar, efsaneler ve biriktirilenler de
bulunuyor. Kayıp Kitaplar Kütüphanesi’nin yazarı Alexander Pechmann, ilk grup için “olasılık veya solup giden bir düş” diyor.
İşin biriktirme kısmında ise kitapların
selameti için insanlardan kopanlarla kitapları hayatından uzaklaştırarak
“normal” yaşayanların garip atışması da yer alıyor. Kitabı sevmekle ona
bağımlı olmak arasındaki ince çizginin kolayca aşılabileceği
düşünüldüğünde Carlos Maria Dominguez’in Kâğıt Ev romanının
özü de ortaya çıkıyor: Kitaplara yaklaşmak (onları anlamak) ve
kitaplardan uzaklaşmak (onlara bağlanmak). “İnşa edilen kütüphane
yaratılan hayattır” diyen Dominguez, kitaplarla kurulan ilişkinin de o
hayatın gittiği yönü belirleyebileceğini söylüyor gibi.
Peki, kütüphane kişiliği yansıtır mı? Enis Batur’un Kitap Evi’ni
okurken zaman zaman bu soruya takılıyorsunuz. Bir ikincisi, kütüphane
gelip hayatın ortasına konuşlanabilir mi? Bu sorulara olumlu yanıt
vermek mümkün. Beri yandan, kitaplar da kütüphaneler de pek çok şeyi
gizliyor. Gerçek bir okur ve meraklı bir yazar, kitapların ve
kütüphanelerin labirentinde gezinene dek onlar suskunluğunu koruyor.
“Bunların hepsini okudunuz mu?” sorusu da bu gezintiyle birlikte güdük
kalırken “Neden?” veya “Nasıl?” soruları devreye giriyor.
Gustavo Faverón Patriau’nun Antikacı adlı
romanında “bibliyopatlar” dediği bibliyofiller, herhalde bahsi geçen
labirentte en çok kaybolan ve oradan sağ salim çıkan grubu oluşturuyor.
Kütüphanede bulunmanın belli bir yerden sonra kifayetsiz kaldığı
bibliyofil okumaları da Alberto Manguel’de olduğu gibi sözcükleri
yakalama eylemine dönüşüyor. Farklı zamanlarda okunan bir kitabın kapağı
aynı kalıyor ancak içi değişiyor. Böylesine bir okuma, Manguel’e göre
“dinleme” anlamına da geliyor. Metni dinlemek, sadece okuma demek değil
Manguel için. Aynı zamanda kalem oynatmanın da karşılığı. Bibliyofil
Manguel’in pek çok kitabıyla birlikte Okumalar Okuması,
bu yönüyle değerlendirilmeli. Tabii bunun doğurduğu bir tehlike de
evin, kitapların istilasına uğraması. Bundan mustarip iki bibliyofil ya
da nam-ı diğer “bibliyopat”, Umberto Eco ve Jean-Claude Carriére,
metinleri dinlerken ne olursa olsun kitabın tarih sahnesinden
çekilmeyeceğini savunuyor. İkisinin de “kitap okumanın maddi
ortamlarının çekiciliğinden” bahsettiğini bir kenara iliştirelim. Elin
sayfaya değdiği, kitabın kokusunun duyulduğu ve satırların işaretlendiği
bir ortam bu. Üstelik basılı metinler, yeryüzünde kopyalanmış ya da
dijitalden daha uzun var olabiliyor. Bir tuşla yok edilebilen böylesi
metinlerin, kâğıda dökülmüş hali ise elbet bir yerlerden karşımıza
çıkabiliyor.
Eco’nun ve Carriére’in, binlerce kitabın
arasında oturduğu göz önüne alındığında, kitap yazmanın, okumanın ve
bulmanın tarihine biriktirmeninki de dâhil. Eco’ya göre koleksiyoncu,
hem avcılığı hem de toplayıcılığıyla dikkat çekiyor. Eco ve Carriére
için kitaba sahip olmak, geçmişi de biriktirmek demek. Bu şekilde
oluşturulan kütüphaneler, bir gün mutlaka dağılacak. Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın’ın
iki bibliyofili, kütüphanenin kim tarafından dağıtılacağına geride
kalanların karar vereceğini söylüyor. Dolayısıyla kitaplar, bir
yerlerden tekrar ortaya çıkmak üzere kayboluyor, kaybediliyor veya el
değiştiriyor.
Olaya bu kadar incelikli yaklaşmayanların
varlığı da unutulmamalı. Kitabı suç sayan ve yazarı suçlu ilan edenlerin
yaşadığı memleketler bulunuyor yeryüzünde. Bu, iki açıdan önemli:
Birincisi, kitabın gücü ve etkisi. İkincisi, böylesine suçlayıcı bir
“düşüncenin” bizi sürükleyebileceği tehlike: Tavır koymanın, kapsamlı
düşünme ve herhangi bir biçimde söz söylemenin önüne set çekilmesi. José
Ortega y Gasset’nin, Kütüphanecinin Görevi’nde “kitabın kitleleri yığın olmaktan kurtaran gücünü” anımsatmasındaki espri buna işaret ediyor.
Gasset’nin bıraktığı yerden Lucien X. Polastron’la devam edebiliriz. Kitap Yakmanın Tarihi çalışmasında (Bu kitapla ilgili K24'te çıkan yazıyı okumak için tıklayın.)
Polastron’un bizi yüzleştirdiği yıkım, beraberinde birkaç soruyu
getiriyor: Kitapları yakmak, sansürlemek, yasaklamak ve onlara zarar
vermek bir gerçekliğe nasıl dönüştü? İnşa edilmiş bir şeyi imha etme
güdüsü, kitap özelinde nasıl gelişti? En kestirmeden yanıtlamak
gerekirse bu eylemlerin altında, derin bir korku ve “yolunda
gitmeyenleri düzeltme” anlayışı yatıyor. Yoksa Nazilerin kitap yakma
ritüellerini, Saraybosna ve Bağdat kütüphanelerinin havaya uçuruluşunu,
kitap imha eden padişahlar ve imparatorlarla kitapları tutuklayan
diktatörlerin varlığını nasıl açıklardık? Polastron’un, çalışmasının
başından sonuna dek anlattığı kitap korkusundan türeyen saldırganlık,
Gasset’nin söz ettiği yığınla birleşince ortaya önlenmesi güç bir
histeri çıktığına tanık oldu insanoğlu…
Doktorlardan eleştiri gözlükleri
Kitabın, kimi zaman dehşet yüklü kimi
zaman şaşalı günlerden oluşan ilginç bir tarihi var. Bugüne dek
varlığını sürdüren ve önemli bir vakit de sürdüreceği öngörülen kitabı
kitap yapanlardan biri de eleştiri. James Wood, Kurmaca Nasıl İşler’de
eleştirmenin önceliğinin kitabı irdelemek olduğunu söylüyor. Daha sonra
yazarın tutarlılığını incelemesi umulan eleştirmenden nihayet, kendi
gibi eleştirmenleri sorgulaması bekleniyor. Anlaşılacağı üzere Wood,
üçlü bir yapı oluşturuyor eleştiri için.
Rita Felski de Wood gibi kitabın değerini
tartışırken “kitapları insanlaştırmayın” uyarısında bulunup kurmacaya
kapılmamak ve okurun, metinleri kendi aynasına dönüştürmemesi
gerektiğinin altını çiziyor. Bu ikisi yapıldığında Felski’ye göre coşku
ve sürüklenişe kapılmak işten değil. Edebiyat Ne İşe Yarar adını
verdiği kitabında Felski, sürüklenişe, coşkuya ve hazza kapılıp giden
okurun, piyasa kurallarının da işletilmesiyle boş zamanını kitaba ve
edebiyata ayırmaya başladığını belirtir. Oysa Felski için esas olan, boş
zamanı “dolduran” kitap değil; dolu kitap, dolu edebiyat ve dolu
eleştiri. Felski’nin bu anlamda akıntının tersine kürek çekenlerden
olduğunu söyleyebiliriz.
Eleştiri yapmak kadar okumak da zahmetli.
Çünkü nereden baksanız o damarda süzülmek için asgari bir bilgi şart.
Örneğin Terry Eagleton, Edebiyat Nasıl Okunur’da,
en basit ifadeyle okurlara “eleştiri gözlüğü” armağan ediyor. Bunu
takıp “kullanmanın” ilk koşulu da soru sormak. Eagleton, tam da buradan
yürüyor. Yani hap vermiyor; hap kullanacak duruma gelmemek adına
uyarılar yapıyor.
Hitap ettiği okura yönelik bir kitap
yazdığını söylese de “hedef kitle” aslında geniş: Okurlar, yazarlar,
kitaplar üzerine kalem oynatanlar ve eleştirmenler. Ağır ağır yazılmış
bir metin Edebiyat Nasıl Okunur. Eagleton, kendi yaptığı gibi
okuru da şu hız ve sıkılganlık dünyasında, sakin çözümlemelere davet
ediyor. Metni böyle okuduğumuzda Eagleton, kitapları tüketmekten çok hak
ettiği değeri vermemizi istiyor bizden.
Kitaplar üzerine çok düşünüldü, çok şey
söylendi; onlar bazen el üstünde tutuldu bezen yerin dibine sokuldu.
Kitaplara dair çok yazı ve kitap yazıldı. Tıpkı bu yazı gibi onların
hiçbiri eksiksiz değildi. Hatta bu eksiklik öyle belirgindi ki o yazı ve
kitapları kaleme alanlardan çoğu aramızdan ayrıldı ama kitaplar soluk
alıp vermeye devam etti.
“Kitaplığım krallığım” diyen Montaigne
gibi “hükümdarlık” sürenlerin tahtı da yeni kitaplara ve kişilere terk
edildi. Bu yazıyı yazdığıma ve sizler de okuduğunuza göre, kitaplar
henüz bizi öldürmemiş demektir. Fakat bu, onların bizleri
“süründürmediği” anlamına gelmiyor elbette…
Meraklısına tam liste
Yazı boyunca anlatılan labirentte dolanmak isteyenler, metinde adı geçen kitapların ayrıntılarını merak edebilir. İşte listesi:
Kitap Yakmanın Tarihi, Lucien X. Polastron, Çeviren: Aziz Ufuk Kılıç, Everest Yayınları, 390 s.
Kâğıt Ev, Carlos Maria Dominguez, Çeviren: Seda Ersavcı, Jaguar Kitap, 90 s.
Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, Umberto Eco, Jean-Claude Carriére, Çeviren: Sosi Dolanoğlu, Can Yayınları, 276 s.
Edebiyat Ne İşe Yarar?, Rita Felski, Çeviren: Emine Ayhan, Metis Yayınları, 176 s.
Kurmaca Nasıl İşler?, James Wood, Çeviren: Ekin Bodur, Ayrıntı Yayınları, 160 s.
Genç Bir Romancıya Mektuplar, Mario Vargas Llosa, Çeviren: Emrah İmre, Can Yayınları, 128 s.
Okumadığınız İçin Teşekkürler, Dubravka Ugresic, Çeviren: Gökçe Metin, Ayrıntı Yayınları, 240 s.
Okumalar Okuması, Alberto Manguel, Çeviren: Sevin Okyay, Yapı Kredi Yayınları, 364 s.
Roman Gibi, Daniel Pennac, Çeviren: Mustafa Kandemir, Metis Yayınları, 136 s.
Tartışmalar, Jorge Luis Borges, Çeviren: Çiçek Öztek, İletişim Yayınları, 217 s.
Yeniden Doğan, Susan Sontag, Çeviren: Begüm Kovulmaz, Agora Kitaplığı, 336 s.
Demek Yazar Olmak İstiyorsun, Giuseppe Culicchia, Çeviren: Nazlı Birgen, Aylak Adam Yayınları, 255 s.
Kütüphanecinin Görevi, Jose Ortega y Gasset, Çeviren: Çeviren: M. Türker Acaroğlu, Türk Kütüphaneciler Derneği Yayınları, 56 s.
Yazınsal Yaşamlar, Javier Marias, Çeviren: Pınar Savaş, Can Yayınları, 196 s.
Kayıp Kitaplar Kütüphanesi, Alexander Pechmann, Çeviren: Regaip Minareci, Can Yayınları, 192 s.
Yazmak Üzerine Notlar, Jules Renard, Çeviren: Orçun Türkay, Sel Yayıncılık, 63 s.
Kitap Evi, Enis Batur, Sel Yayıncılık, 132 s.
Akademinin Düşmanları, Lindsay Waters, Çeviren: Müge Özbek, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 89 s.
Antikacı, Gustavo Faverón Patriau, Çeviren: Özlem Koşar, Delidolu Yayınları, 192 s.
Edebiyat Nasıl Okunur, Terry Eagleton, Çeviren: Elif Ersavcı, İletişim Yayınları, 220 s.