31 Mart 2022 Perşembe

Thai Çorbası

1 çorba kaşığı kişniş

1 çorba kaşığı yeşil soğan

1 çorba kaşığı maydanoz

1/3 bardak havuç suyu

1 + ½ bardak hindistan ceviz sütü

Yarım avokado

2 çorba kaşığı limon suyu

1 çay kaşığı himalaya tuzu

Yukarıdaki malzemelerin hepsi blenderdan geçiriliyor, İsterseniz bir küçük domatesi ufak küpler halinde kesip sonradan içine atabilirsiniz. İki kişilik soğuk çorbanız hazır ?

Sevgi ve sağlıkla ilerleyin...

30 Mart 2022 Çarşamba

Rokfor Peyniri

 

Rokfor Peyniri Nasıl Yapılır?

Rokfor ( Roquefort ) peyniri küflü bir peynir çeşidi olup Fransa’ya ( Roquefort kasabası ) özgü bir peynirdir. Gerçek bir rokfor peyniri,  mağaralarda ve kendine has bir maya kullanılarak üretilir. Eskiden bu peynir; doğal mağaralarda üretilirdi daha sonraları ise bu mağaralardan özenerek yapay mağaralarda da üretimi devam etmiştir. Rokfor Peyniri yapımında maya olarak 2/3 oranında buğday unu ile 1/3 oranında çavdar unu karışımından hazırlanan maya kullanılır.

Genel olarak larzac adı verilen koyunlarının sütlerinden üretilir. Mavi rengi andıran bir küfü vardır ve bu küf mağaradaki doğal şartlarda oluşur. Üretimi; kaliteyi ve orjinalliği korumak adına bir nevi devlet denetimindedir. Bu peynirlerin üretildiği doğal mağaraların bir takım özellikleri bulunmaktadır. Bu mağaralar da kilometrelerce uzunlukta doğal kanallar vardır. Bu kanalların bir nevi havalandırma görevi görmektedir ve mağara içindeki nem, hava ve sıcaklık oranını özel bir değerde tutmaktadır.

Tadanların aktarımına göre bir nebze, Anadolu’nun küflü peynirlerini andırsa da tadının kesinlikle daha üstün olduğu belirtilmektedir.

Rokfor mayası, çavdar ve undan hazırlanan hamur ile yapılmaktadır. Bu hamura sirke eklenir ve ekmek şeklinde fırınlarda pişirilir. Daha sonra mağaralarda bu ekmekler bir süre bekletilerek peynir küfü elde edilir. Bu ekmekler daha sonra kurutulup öğütülerek toz maya haline gelir.

Rokfor peyniri alırken dikkat edilmesi gerekenler

Rokfor peyniri küfleri mavimsi renktedir. Kendine has yumuşak tereyağı kıvamında bir peynirdir. Dayanıklı bir peynirdir ve uzun süre geçse dahi sertleşmez. Bu nedenle alacağınız peynirin kıvamının yumuşak olmasına özen gösterin.

Rokfor Peyniri Nasıl Kullanılır?

Rokfor peyniri pahalı bir peynirdir. Tüketimi genelde kırmızı şarapla birlikte olmaktadır. Ancak, bir kahvaltı malzemesi olarak da tüketilebilir.Krep, kanepe ve Sufle yapımında kullanılır. Et, tavuk, makarna gibi yemeklerde sos malzemesi olarak da kullanılır.

29 Mart 2022 Salı

Mevsim geçişlerinde her insanda önce kendisinde, sonra yaşadığı ortamda değişiklikler yapma dürtüsü oluşur

Mevsim geçişlerinde her insanda önce kendisinde, sonra yaşadığı ortamda değişiklikler yapma dürtüsü oluşur. Hele de mevsim baharsa, doğanın yeniden uyanışını, tazeliğini, coşkusunu evinizin her santimetrekaresinde hissetmek istersiniz. Şimdi perdeleri sonuna kadar çekip pencereleri açmanın, keyifli dokunuşlarla baharın renkli yüzünü evinize taşımanın zamanı!

27 Mart 2022 Pazar

Muzip bir umutsuzun günlükleri: Günther Anders

 

Günther Anders’in düşüncelerinin yeniden incelenmesi ve güncel bir bakış açısı ile okunması, bugünün dünyasında felsefe, sosyoloji ve güncel politika çalışmalarına birçok açıdan katkıda bulunabilir.

 

Gizem Bilkay

Günther Anders’in 'Günlükler – Umutsuzsam Bana Ne! Değilmişim Gibi Devam!' kitabı, geçtiğimiz ay ilk kez Türkçeye çevrilerek İthaki Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabın çevirisi Herdem Belen ve Hüseyin Ertürk tarafından yapıldı.

Neredeyse 70 yıla uzanan kariyeri boyunca çok sayıda makale, öykü ve şiir yayımlayan Günther Anders, Jean-Pierre Dupuy’a göre yirminci yüzyılın en ihmal edilen Alman yazar ve filozofudur. Atom çağında varlık, ahlak ve anlam sorgulamalarına girişmiş ilk düşünürlerden biri olan Anders, aynı zamanda Hannah Arendt'in ilk eşi ve Walter Benjamin'in kuzeni olarak da biliniyor.

Anders, kitaplarında genellikle İkinci Dünya Savaşı, Yahudi Soykırımı, Hiroşima, Vietnam Savaşı, gelişen teknolojinin yıkıcı potansiyeli ve hem hocası hem de etkilendiği düşünür olan Heidegger üzerine yazmıştır. Bununla birlikte, yapıtlarının birçoğu henüz ne İngilizce ne de Türkçe’ye çevrilmiştir ve gördüğü ilgi halen kendi zamanının diğer düşünürlerine kıyasla sönük kalmaktadır.

KAYDEDİLEN ÇOCUKLUK

Yazarın günlüklerle olan ilişkisi çocukluktan başlamış, 1902 yılında üç çocuklu bir ailenin ortanca çocuğu olarak dünyaya gelen Anders’in psikolog anne-babası üç kardeşin de bütün çocukluğunu günlükler ve fotoğraflarla kayıt altına almıştır. İlerleyen yıllarda ebeveynlerinin yazdığı ‘Erken Çocukluk Psikolojisi’ kitabının temellerini oluşturan bu günlüklerle beraber, günlük tutmanın hem bir aile geleneği hem de yazarın ilerleyen yıllardaki yazma pratiklerini ve psikolojisini şekillendiren etmenlerden biri olduğunu söyleyebiliriz.

Bahsi geçen günlüklerde annesi, onu son derece zeki ve duyarlı bir çocuk olarak tanımlamış ve şu ifadeleri kullanmıştır: "Günther, farklı olma konusunda açık bir arzuyla çalışıyor. […] Kitlelere karışmaktan, kalabalıkta kaybolmaktan düpedüz korkuyor.." Nitekim, 1930’ların başında Berlin’de bir gazetede yazmaya başlarken seçtiği ve sonrasında bütün yazılarını yazdığı soyadı olan ‘Anders’ Almanca’da ‘farklı’ anlamına gelmektedir.

Kimilerince ailesinin kendisini bir denek gibi kullanmasına tepki olarak soyadını değiştirdiği söylense de yazar bu iddiaları hiçbir zaman kabul etmemiştir. Hatta kitabın ilk çıkışından otuz sekiz yıl sonra, 7. baskıya önsöz yazarken ailesine teşekkür mahiyetinde ibareler düşüp Anders-Stern olarak imzalamıştır. Özenle kaydedilen çocukluk anılarını okumanın 'kişisel bir baş dönmesi (vertigo) deneyimi gibi' olduğunu ifadesini de kullanmıştır.

ENTELEKTÜEL ETKİLEŞİMLERİ

Doktorasını Freiburg Üniversitesi'nde Edmund Husserl'in yanında tamamlayan Anders, Martin Heidegger'den de dersler almıştır. Hannah Arendt ile tanışmaları Heidegger’in derslerinden birinde olmuştur. Bertolt Brecht ile de dostluk kurmuştur, hatta Nazi Almanyası nedeniyle o dönemde yayınlanamayan Molusya Katakombu romanını ona emanet etmiştir. 1933 Mart ayında savaş sebebiyle Almanya’yı terk ederek Paris’e kaçan yazar, 1936 yılında ise kendisini bir türlü oraya ait hissedemediği Paris defterini kapatıp ABD’ye gitmiştir.

Arendt ile evliliği de bu yıllarda biter. ABD’de sürgünde 14 yıl kalacaktır. Burada Adorno, Horkheimer gibi düşünürlerle irtibat halinde olmuş, ancak hiçbir zaman Frankfurt Okulu içerisinde yer almamıştır.

1950'de Avrupa'ya döndükten sonra Viyana'ya yerleşmiş ve akademik kariyer yapmayı seçmiştir. Yazar ve politik aktivist olur ve otuza yakın kitap yayınlar. Yaşamının son dönemlerinde, çalışmaları Theodor Adorno Ödülü (1983) ve akademik düzyazı için Sigmund-Freud Ödülü (1992) dahil olmak üzere bir dizi ödülle onurlandırılmıştır. Anders kimi ödülleri politik görüşlerine ters düştüğü gerekçesiyle kabul etmemiştir.

Kendisini etkileyen düşünürler kadar, kendisinden etkilenen de birçok düşünür olmuştur. Örneğin sosyolog Zygmunt Bauman, son yıllarda modernite, kötülük ve küreselleşme üzerine yazılarında Anders'in felsefesine sıklıkla atıfta bulunan düşünürlerden biridir. Bauman, Küresel Çağda Sosyal Eşitsizlik (2011) adlı kitabında, Modernite ve Holocaust’u yazarken Anders'in vardığı sonuçlara maruz kalmadığı için derin bir üzüntü duyduğunu yazmıştır.

ANDERS’İN MARJİNALLEŞMESİ

Anders’in Viyana’da yaşadığı yıllarda Viyana entelektüel bir ilgi merkezi olmaktan uzaktaydı. Komünist Doğu ile Kapitalist Batı arasındaki güç mücadelesinin tam kalbinde yer alan Berlin ve Paris, hem politik hem sosyokültürel anlamda Avrupa'nın merkez başkentleri haline gelmişti. O zamanlar, ‘Viyana Paris değildi ve Anders, Sartre değildi.’ Onun sesi, Fransız çağdaşları kadar gür duyulmadı…

Bununla birlikte, Anders'in Anglosakson entelijansından dışlanmasında mekânın yanı sıra başka faktörler de rol oynamıştır. Marjinalleştirilmesinin nedeni sadece bir yazım stili veya fiziki koşullar meselesi değil, aynı zamanda dil, konum ve tarihsel bağlam meselesidir. Auschwitz'i Hiroşima'nın yanına yerleştiren, ikisini eşdeğer tutan ve Batı'da totalitarizmin işaretlerini tespit eden yazılarıyla çemberin dışında kalacağının sinyallerini en başından beri vermekteydi.


Umutsuzsam Bana Ne! Değilmişim Gibi Devam!, Günther Anders, Çevirmen: Herdem Belen ve Hüseyin Ertürk , 496 syf. İthaki Yayınları, 2021.

Bilindiği gibi, Nazilere karşı kazanılan zafer, Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombası atılması, Dresden’in bombalanması gibi tartışmalı eylemleri gölgede bıraktı. Savaş sonrası oluşan politik ortamda, bu hamleler istisnai ve kimi yerde olumlu bakış açılarıyla değerlendirildi ve neredeyse kimse hatalı bulunmadı. ABD hiç suçlanmadı ve Washington’un atom bombası kullanımının sorumluluğunu kabul etmesi beklenmedi.

Bundan farklı bir yaklaşım benimseyen Anders, Amerika’nın Vietnam’daki politikasını her zaman sertçe eleştirdi ve Bertrand Russell ve Jean-Paul Sartre’ın katıldığı Russell Mahkemesinin de bir üyesiydi. ABD’nin savaş suçları ve uluslararası hukuk ihlallerinden ne ölçüde sorumlu tutulabileceğini araştırdı. Arendt ve diğer birçok çağdaşının aksine Anders, Vietnam'daki Amerikan askerlerini İkinci Dünya Savaşı'ndaki Nasyonal Sosyalistlerle eş tutmakta tereddüt etmedi.

Bu gibi radikal bulunan görüşleri nedeniyle Günther Anders’in her zaman çizgi dışında kaldığını/bırakıldığını söyleyebiliriz. Ancak kendisinin de hiçbir zaman çizgi içinde olmak, onaylanmak, tanınmak, akademiye ve çeşitli kurumlarla hemfikir olmak gibi kaygılarının olmadığını da belirtmek gerekir. Bu çizgidışılığı bir mağduriyetten ziyade yazarın kendi seçimi ve dik duruşu olarak okumayı tercih ederim.

HİROŞİMA VE AUSCHWITZ: MAXIMA MORALIA

Adorno, o ünlü sözünde 'Auschwitz'den sonra şiir yazmak barbarlıktır' der. Hiroşima'dan sonra şiir yazılabilmiş olmasından hiçbir zaman bahsedilmez. 1960’ların başında Arendt’in ‘kötülüğün sıradanlığı’ tanımı zamanın ötesinde ve konunun içeriği ve tazeliği itibariyle hazmedilmesi zor bir noktada idi. Hiroşima’nın önemi ve sonuçlarına ilişkin Anders’in görüşleri de zamanında tıpkı bu şekilde tepkiyle karşılandı.

Anders, insanların kendi yarattıkları makineler ve silahlarla köleleştirilmesine tahammül edemiyordu. Özgür bir yaşam sürmelerini engelleyen bu makinelerin, bir de üstüne onları kitlesel olarak yok edebilmesi gerçeği üzerinde sıkça ve ısrarla durdu. Küreselleşme ve ‘akışkan modernite’ çağında nükleer ve biyolojik silahlarla ilgili ahlaki ve politik ikilemler bugün hala en sert şekilde devam etmektedir. Hiroşima ve Nagazaki’den beri atom bombasının (neyse ki!) kullanılmamış olması ve bir yerlerde kilit altında tutulması her şeyin yolunda olduğu izlenimini uyandırmamalı.

Anders, kitaptan alıntı ile bu konuya ilişkin şunları yazar: "Hiroşima ve Auschwitz çağımızın gerçekten en büyük ahlak skandalları oldukları ve önümüze en önemli ahlaki ödevleri koydukları için bu iki temaya ilişkin yazılmış metinlerin üst başlığı şu olmalı: Maxima Moralia.’’ (Günlükler, sf.338)

Kitle imha silahlarının, silahlı illegal örgütler veya diktatör devletler tarafından her an kullanılma ihtimali ve büyük bir krizin patlak verme olasılığı günümüzün teknolojik dünyasında artık daha da yakın. Günther Anders, insanlığın yirmi birinci yüzyıldaki istikrarsız konumunu ve teknolojik köleliğini bu çerçeveden öngörmüş ve yıllar öncesinden eleştirmiştir.

‘UMUTSUZSAM BANA NE! DEĞİLMİŞİM GİBİ DEVAM!‘

Günther Anders’in pesimist ve aynı zamanda ateist olduğunu söyleyebiliriz. Nietzsche'nin "Tanrı öldü ve biz onu öldürdük" ifadesini kabul etmekle kalmamış, aynı zamanda hümanizmin öldüğüne ve hatta ölüm kamplarında ve atom bombalarıyla katledildiğine inanmıştır. Savaş sonrası dönemde Auschwitz'den sonra filozoflar, bilim insanları ve din adamları özgürlüğü, hümanizmi ve dini inancı yeniden inşa etmek için topluma durmadan umut pompalamaya çalışırken Batı'da sığınacak ahlaki bir vicdan arayan birçok kişiyi teşvik ve teselli etmeye çalışanların arasında Anders yoktu. Anders tüm bunların antiteziydi.

Hayali bir diktatörlük kurgusu ile yarattığı Molusya ülkesini anlattığı Molusya Katakombu kitabında şöyle yazar; ‘’Ne umut edin, ne yakarın. Yalnızca eyleyin. Umut eden, meseleyi hep başkalarına ya da hasmına havale eder. Yakarmaksa tapmaktır.’’

Günther Anders’in herkesin harcı olmayan ve kimilerince eleştirilen esprili, muzip, karamizahvari bir dili var. Yazım dilinin yer yer eklektik olduğunu söyleyebiliriz.

Anders, sürgün döneminin ürünü olan bu Günlükler kitabının ‘süregelen yıkımı açığa çıkaran mikroskop’ olduğunu belirterek bunların, biyografik veya tarihsel kayıtlar olarak değil, günümüze eleştirel bakış açıları getiren bir araç olarak okunması gerektiğini aktarıyor.

Kitabın önsözünden alıntıyla: "Bu günlerde statükonun çetin cevizliğini, insanoğlunun akıl almaz körlüğünü, etimolojisini gözden kaçırmadığı ve hiç sevmediği ‘düzen’ sözcüğünün yaşama nasıl musallat olduğunu bilerek -gemileri kalkış limanında yakanlardan da hazzetmez- bu durumla da kendi haliyle de hiç ilgilenmeden dünya ahvaline kafa tutarak yazmış yaşamış bir düşünürün dildeki hınzırlığına eşlik eden yalın düstur hemen her sayfada hissedilir: ‘’Umutsuzsam bana ne! Değilmişim gibi devam!"

Sürgünden sonra Avrupa’ya döndüğünde, 1936’da giderken bıraktığı dünya yerinde değildi. 1950'ye gelindiğinde, Avrupa ve ikiye bölünen Almanya hızla toparlanırken, savaşın bıraktığı maddi ve manevi kalıntılar ile yalnızca tüketim yoluyla baş eden bir toplum buldu karşısında.

Dolayısıyla Anders’in bu tarihten sonraki çalışmaları yalnızca teknolojik değişimin insan üzerindeki etkisine değil, aynı zamanda bunun bir çeşit kültürel amnezi şeklinde vuku bulmasına da dikkat çeker nitelikte. Anders, totaliter güç yapılarını korunurken ve yeniden üretilirken geçmişle hesaplaşılmadan, içi boş tüketimci yaşam tarzlarına olan geçişi ‘yıkımın yıkımı’ olarak adlandırıyor.

Günther Anders, 'Günlükler' kitabında ve sonrasında, bu konjonktürde okunması gereken ‘günümüz dünyamızın devam eden yıkımı’ dediği şeyi açığa çıkarmaya ve bununla yüzleşmeye çalışmaktadır.

ANDERS’TEN BUGÜN NE ÖĞRENEBİLİRİZ?

Günther Anders, yaşamı ve ölümünden sonraki birkaç yıl boyunca, kısmen nükleer silahsızlanma hareketine katılımından ve desteklerinden dolayı, bir filozof ve bir düşünürden ziyade bir aktivist ve bir ideolog olarak değerlendirilmiştir. Onun düşüncelerinin yeniden incelenmesi ve güncel bir bakış açısı ile okunması, bugünün dünyasında felsefe, sosyoloji ve güncel politika çalışmalarına birçok açıdan katkıda bulunabilir.

Nükleer silahların, silahlı illegal örgütlerin eline düşme riskinin olduğu, insansız hava araçlarının insanları öldürdüğü, bilgisayarların, akıllı telefonların, internet ve sosyal medyanın her kesime nüfuz ettiği bir çağda yaşamın ve insanların ürettikleri teknolojiye ne ölçüde bağımlı olduklarını ve bağımlı hale geldiklerini gösteren Anders'in felsefesinden halen çok şey öğrenilebilir.

26 Mart 2022 Cumartesi

Sylvia Plath'in dünyası: “Günlükler”

 

Sylvia Plath'in, ölümünden yıllar sonra sansürsüz haliyle yayımlanan “Günlükler”i Merve Sevtap Ilgın çevirisiyle Türkçede. Şairin on iki yılını anlatan, edebiyatına kapılar aralamaktan ziyade edebiyatından kaçırdıklarımızı gözler önüne seren bu “Günlükler”, Plath'i tanımak ve anlamak isteyenler için yazarın kendi kaleminden çıkmış bir başvuru kitabı. Sibel Oral'ın kaleminden...


'Yazmak bir çıkış yolu değilse başka nedir?'

Sylvia Plath denince akla ilk gelen eserlerinden önce hep intiharı oldu şüphesiz. Ve tabii şair eşi Ted Hughes’la olan ilişkisinin onu nasıl yaraladığı... Birçok “hassas Plath okuru” için Hughes, Plath’ın o son seçiminin mimarı gibidir. Aslında iyi bir şair olan Hughes’un Plath sicili kabarık. Türkçede de yayımlanan Doğum Günü Mektuplar’ındaki o şahane, aşk dolu cümleler bile affedici olamaz. 

“Sadece içimde susmak istemeyen bir ses olduğu için yazıyorum,” diyerek yaşasa da Plath, yazdıklarının da susturulacağından bihaber son verdi hayatına. Kafasını bir gaz fırınının içine soktu. 1963'de, henüz otuz bir yaşındayken, Ted Hughes’tan resmen olmasa da aylar önce ayrılmışken... On yedi yaşından itibaren günlük tutmaya başlamış, ölümüne kısa bir süre kala, 1962'de bırakmıştı yazmayı. Şairin on iki yılını anlatan günlüklerden ilki, bir hayli sansürlenmiş ve kısaltılmış haliyle 1982'de dünya okurlarıyla buluştu. Bu sansürde parmağı olan tek bir kişi vardı; Ted Hughes’un ta kendisi. Çocukları Frieda ve Nicholas’ın etkilenmemesi için günlüklerin son bölümünü imha ettiğini söylüyor Hughes. Diğer günlüğün ise Plath’in ölümünden birkaç yıl sonra ortadan kaybolduğunu, muhtemelen çalındığını (!) iddia ediyor. Kim çaldı, gerçekten çaldı mı, çaldıysa e hadi ne zaman ortaya çıkacak, elbette bilmiyoruz. Durum yeterince şaibeli anlayacağınız…

Sylvia Plath’ın günceleri aslında 1998'de Türkçede yayımlanmıştı. Geçenlerde, Kırmızı Kedi etiketiyle yayımlanan Günlükler genişletilmiş yeni çeviri ile okur karşısında. Plath’ın güncelerinin tam ve eksiksiz metni, Sylvia Plath Koleksiyonu’ndaki yirmi üç orijinal el yazmasından oluşuyor. Daha önceden yayımlanmamış dört yüzden fazla sayfa içeren bu yeni baskıda anlaşılıyor ki Ted Hughes’ün sıkıntıdan ve maruz kalmaktan kurtarmak istediği tek kişi kendisiydi. Güncelerin tam ve eksiksiz olarak sunulan baskısında Plath’ın Smith College yılları, Ted Hughes’le evliliği, Northampton, Massachusetts ve Bostan’daki iki yıllık öğretmen ve yazma tecrübeleri anlatılıyor. Şairin kişisel ve edebi mücadelelerinin ne boyutta olduğu çok açık. Çoğu zaman mutsuz, sürekli kendiyle didişen bir kadın var karşımızda. Yazar, şair bir kadın. Ve evet, yalnız, aldatılmış, yıkılmış bir kadın. Kendiyle, dünyayla, yazmakla, yazamamakla meselesi olan bir kadın. 1959'da ait güncesinin son girdisi ise Plath’ın şiirlerindeki o karmaşıklığı yansıtıyor: “Kötü bir gün. Kötü bir zaman. Ruh hali çalışmak için en önemli şey. Şiirin kendisinin, öykünün kendisinin yattığı o gamsız, hevesli, istekli ruh hali çok mühim.” Bu cümle, yeni yayımlanan Günlükler'in de “Ekler” kısmından önceki son cümlesi. Merve Sevtap Ilgın’ın Türkçeye kazandırdığı bu kitap, Oğlak Yayınları’ndan Şadan Karadeniz’in Türkçesiyle okuduğumuz güncelerden içerik olarak biraz daha farklı çünkü bu metinde Plath’in daha önce okumadığımız notlarını da buluyoruz.

SIRÇA FANUS’UN ALTINDA

Günlükler önemli. Yazının başında belirtmeye çalıştığım o hassasiyet boşuna değil. Sadık Plath okuru da en az Plath kadar arızalı bir ruha sahip. Zamanında anlaşılmadığını, iyi olmadığını düşünen Plath, ölümünden sonra böyle bir okur kitlesine sahip olacağını -mezar taşındaki Hughes soyadını silecek kadar arızalı bir okur- tahayyül edememişti yüksek ihtimalle. Kendinden sürekli şüphe duyuyordu. Hem sadece yazdıklarından ya da yazamadıklarından da değil; kendi hayatından da… “Ruhumun paramparça, sersem, bayağı olduğunu hissederken yazdıklarımı geliştirmek mi? Ben neden yapabildiklerimin keyfini çıkaracak kadar kibirli olup korkusuz olamıyorum?” Ve kıskandığını da itiraf ediyor Plath: “Benden daha derin düşünebilenleri, daha iyi yazanları, daha iyi çizenleri, daha iyi kayak yapabilenleri, daha iyi görünenleri, daha iyi yaşayanları, daha iyi sevenleri kıskanıyorum.”

Plath’ın tüm külliyatını okumuş biri bu Günlükler’i okuduğunda bütün o şiirlerin ve Sırça Fanus’un nasıl bir hassas ruhtan döküldüğünü daha iyi anlayacak. Ha, zaman zaman sinir bozucu olduğunu da kendi adıma itiraf edeyim. İlk baskısını okurken de aynı hissi yaşamıştım. Bu sinir bozucu hal, aslında Plath’ın anlatımından değil hayatının ta kendisinden kaynaklanıyor . Ve bir kadının nasıl yalnız kaldığından ve bu esnada kendiyle saç saça baş başa nasıl mücadele ettiğini belki de. Ama tabii “Ayağa da kalkabilirdin Sylvia, başarabilirdin Sylvia ve kızıl saçlarınla doğrulabilir, küllerinden yeniden doğardın Lady Lazarus” diyebilir okur. Ama kendi de Sırça Fanus’ta dediği gibi “Çünkü nerede olursam olayım - bir gemi güvertesinde, Paris‘te bir sokak kahvesinde ya da Bangkok'da- hep aynı sırça fanusun altında kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktı…” İşte zaten Günlükler’in toplamına baktığımızda tüm bu boğulmuşluk hissini anlıyoruz. Elbette bu günlükler Plath’ın edebiyatının ipuçlarını taşıyor. Belki ipucu kelimesi çok zayıf kalır, bu günlükler gerçekten Plath’ın edebiyatından kaçırdıklarımızı gözler önüne seriyor. Tabii bu günlük meselesi biraz da tartışmalı.

GÜNLÜKLER NE KADAR GEREKLİ?

Ted Hughes, Grand Street dergisinde “Sylvia Plath ve Günceleri” adını verdiği yazısında Plath’in güncelerini okuyanlardan bahseder ve neden günlük olaylardan bahsetmediğini sorguladıklarını düşünür ve onlara şöyle der: “Aslında bu notları tuttuğu dönemde tuhaf maceralar yaşardı, ilginç şeyler başına gelirdi ama bunlar güncelerinde yer almazdı. Sayfalara kendini anlatmaya başladığında iç dünyası ve düşünceleri kaleme zapt eder, başka bir şey anlatamaz olurdu.”

Observer’da yazan Jacqueline Rose, Plath’ı çok sevdiği için/çok sevmesine rağmen onun iç dökümlerini okumaya o kadar da istekli değil, hatta bu güncelerin (Hughes’ün kaybettiği/ yok ettiği iki günce hariç) yayımlanmasının da bir şeyleri çözmediğini, çözmeyeceğini söylüyor. Sunday Times’ta yazan John Carey ile London Evening Standard’da yazan David Sexton ise Plath’in yaşamıyla ilgili okuduklarını onun hayat hikâyesiyle bağdaştırma konusunda istekliler. Bu iki eleştirmene göre; bu günceler, Plath’in dengesiz, katlanılmaz ve muhtemelen talihsiz bir kader mahkumu olduğunu gösterdi. Ayrıca bu iki eleştirmene göre, Hughes, Plath’in ölümüyle ilgili olarak otuz yılı aşkın süredir feministlerin kendisine yönelik suçlamalarını ve hakaretlerini hak etmedi.

Aslına bakarsanız tartışmaya o kadar da gerek yok. Sylvia Plath’ın Günlükler’i kıymetli. Çünkü o kısa hayatında boğuntularla geçen gece ve gündüzlerinde bir şeyler oldu Plath’a. Kötü şeyler. Kaldıramadı, kaldırmak istemedi. Daha uzun yaşasaydı, yaşamak isteseydi kim bilir belki daha çok eser veren bir yazar olacaktı. Olmadı mı? Bir yerde oldu, işte bu Günlükler bunun en somut kanıtı. İçinde susmak istemeyen ses sustuğunda belki, bu günlükleri yazdı. Aslında susmamak için yazdı ve eteğindeki taşları döke döke fısıldadı kulağımıza: “Yazmak bir çıkış yolu değilse başka nedir?”


Günlükler/ Sylvia Plath/ Çeviren: Merve Sevtap Ilgın/ Kırmızı Kedi Yayınları/ 532 s.

25 Mart 2022 Cuma

Günlük tutmayı hiç hafife almayın

Günlük dendiği zaman, genelde sosyal hayatta yaşadıkları krizleri ve karşılıksız kalmış aşklarını kaydeden bunalımlı ergenler aklımıza gelir. Fakat birçok insan liseden sonra da gündelik sırlarını belgelemeye devam ediyor – ve son yapılan araştırmalara göre, bilgiyi içinde saklayanlara göre daha sağlıklı bir beyne sahip olabilirler.

Nörobilimcilere ve psikologlara göre, kişisel bilgileri beyninizde saklı tutmak iki beyin bölgesi arasında bir çatışma yaratıyor, bu da bilişsel işlevin azalmasına yol açıyor. İyi haber ise şu: Bu sırları bir kâğıda yazmak gibi basit bir eylem, bu zararı geriye çevirmeye yardımcı olabilir. Bu açıdan bakıldığında, günlük tutmanın gerçekten iyileştirici etkileri var.

Sırlarınızı saklamak neden zararlıdır?
Baylor College of Medicine’da çalışan bir nörobilimci olan David Eagleman sır tutmanın beyne nasıl zarar verdiğini açıklayan en kabul görmüş teorilerden birinin sahibi.

Eagleman, Incognito: The Secret Lives of the Brain [Türkçesi: Incognito: Beynin Gizli Hayatı, Domingo Yayınevi] adlı kitabında “Sırlarla ilgili bilinen en temel şeylerden biri[nin] sır tutmanın beyin için sağlıksız olduğu”nu yazıyor. “Bir sırrın bilinçli bir şekilde deneyimleniyor olmasının sebebi, bir rekabet sonucu ortaya çıkmış olması.”

Eagleman’ın teorisine göre, bir sırrı barındırmakla görevli iki beyin bölgesi mevcut ve bu bölgeler “sinirsel bir çatışma” içine giriyor. Bir taraf bu bilgiyi paylaşarak içinizden atıp stresi azaltmayı isterken, öteki onu derinlere, bilinçaltınıza gömmek istiyor. En nihayetinde bir bölge kazanıyor, fakat bütün bu kavga beyninizi yoruyor.

Başka araştırmalar sırlarımızı paylaşmamaya çalıştığımızda beynimizin ne çektiğini açıklamada yardımcı olabilir. University of California, Berkeley’de çalışan bir psikolog olan Clayton Critcher’a göre sır tutmak, rejim yaparken abur cubur yememeye çalışmamızla benzer şekilde, bir “öz denetim” süreci. Critcher, bu süreçlerin çok zahmetli olduğuna, dolayısıyla beynimizin bir seferde ancak bir tanesiyle başa çıkabildiğine inanıyor.

Bu yılın başında “Journal of Experimental Psychology”de [Deneysel Psikoloji Dergisi] yayımlanan bir çalışmada, Critcher ve arkadaşları bir sırrı saklamak için harcanan enerjinin başka görevleri gerçekleştirmek için mevcut olan bilişsel kapasiteyi nasıl düşürdüğünü incelediler. Araştırmacılar bir egzersizin parçası olan simüle bir röportajda cinsel yönelimlerini gizleyenlerin bunun akabinde fiziksel olarak (tutuş gücü üzerinden) daha zayıf olduklarını ve sinir bozucu bir sosyal etkileşim sırasında, yönelimlerini gizlemeleri için zorlanmayanlara nazaran daha zor sakin kalabildiklerini belirlediler.

Critcher , Mic’e yaptığı açıklamada “Söylemek üzere olduğunuz şeylere sürekli dikkat etmek, başka alanlara zarar veriyor ve diğer duygusal tepkileri kontrol etmeyi zorlaştırıyor. Bir sohbet sırasında birisine tepki verirken tersleme ihtimaliniz artıyor” dedi.

Gizliliğin getirdiği zorluk, azalmış bir zihinsel ve fiziksel sağlığın semptomlarında kendini gösteriyor. Sır tutmak stres hormonu kortizolün seviyesini artırıyor. Araştırmalar sır saklayan ergenlerin daha depresif ve anksiyetik olduğunu ortaya koyuyor ve bilgi saklayan insanların baş ağrısı, mide bulantısı ve sırt ağrısı çekmeye daha eğilimli olduğunu gösteriyor.

Günlük tutmadaki panzehir
Sır tutmanın beyniniz üzerinde yarattığı yükü hafifletmek için, bu sırrı içinizden atmanız gerekiyor.

Eagleman, kitabında ve verdiği röportajlarda beynimizdeki sinirsel çatışmayı çözmenin bir metodu olarak sır paylaşmanın yararlarını ortaya koyan birçok araştırmaya işaret ediyor.

Incognito adlı kitabında Eagleman, “Bir sırrı paylaşma eyleminin kendisi çözüm olabilir.” diye yazıyor.  Tanımadığınız biri sayesinde bu sinirsel çatışma, maliyetsiz bir şekilde çözülebilir.”

Elbette, çoğumuz tanımadığımız insanlara gidip en derin sırlarımızı paylaşmayacağız. Günlük tutan insanlar, işte tam da bu noktada, günlük tutmanın ne kadar önemli olabileceğinin farkında oluyorlar.

Austin’deki University of Texas’ta çalışan bir psikolog olan James Pennebaker’ın araştırması, yazarak dahi olsa, bir sırrı açıklamanın sinirsel bağlantısallığı artırarak “beynin tıkanıklıklarını açabileceğini” ileri sürüyor.

Pennebaker, yaptığı kilit araştırmalarından birinde beyin dalgalarını ölçen bir nörolojik görüntüleme aracı olan elektroansefalografiyi kullanarak, daha önceleri sakladığımız bir travmayı açıklamanın beynimizi nasıl etkilediğini araştırdı. Kişisel bilgilerini paylaşan insanların beyinlerinin sol ve sağ yarımküreleri arasında daha fazla iletişimin olduğu belirlendi. Scientific American’ın haberine göre fonksiyonel magnetik rezonans görüntüleme çalışmaları bir travmayı kâğıda geçirmenin öncesinde ve sonrasında beynin farklı çalıştığını ortaya koydu.

Pennebaker’in yürüttüğü bu bir seri çalışma sırlarımız üzerine yazmanın çok çeşitli faydalarını gösteriyor. Yıllar içerisinde Pennebaker’ın çalışmalarında yer alan katılımcılarda stres seviyelerinde azalma, bağışıklık sistemi işlevlerinde artış, AIDS olanlarda T hücresi artışında düşüş ve stresle bağlantılı doktor ziyaretlerinde azalma gözlemlendi. Katarsis sağlayan bu egzersiz hem büyük hem de iş başvurusu reddi gibi gündelik sırlar taşıyan insanlara faydalı oldu.

Günlük tutmak, bilişsel işlevlerimizi artırmanın yanında, kısa süreli belleğimizi iyileştirebilir, stresli durumlarla başa çıkma yetisine yardımcı olabilir ve işte yapılan hataları azaltabilir.

Bilim gösteriyor ki, hem beyinlerimiz hem de bedenlerimiz için sırlarımızın üstündeki gizliliği kaldırmalıyız. Günlük tutan insanlar bunun yöntemini biliyor gibi görünüyorlar. Ve bunu bilmeyenler içinse belki de bir Moleskine alma zamanı gelmiştir.

24 Mart 2022 Perşembe

Doğayı hisset… Kendini başkalarıyla kıyaslama… Kendini kırma... vol. 3

Mutlu Ol 

Kalbinin sesini dinle 

Yeni bir bakış açısı bul 

Merak et 

Seveceğin insanlar bul 

Hedefler belirle 

Başkalarına yardım et 

Dans et 

Kendini şımart 

Korkularınla yüzleş 

Müzeye git 

Spor yap 

Televizyona limit koy 

Doğayı hisset Hafifle 

Gece güzel bir uyku çek

Kitap oku 

Kendine çiçek al 

Kendini başkalarıyla kıyaslama 

Kendini kırma 

Yeni fikirlere açık ol 

Negatif düşüncelere odaklanma 

Arzularını oluşturmaya odaklan 

Eğlenmek için zaman ayır 

Hayatına romantizm kat 

Şükür listesi yap

Dünyayı sev 

Neye sahipsen onu sev ve iste

Kendine dürüst ol

23 Mart 2022 Çarşamba

Tabiat çoktan uyandı...

Tabiat çoktan uyandı... Cıvıl cıvıl renkler... İnsanın içi ısınıyor... Yaşama sevinci veriyor insana renkler... Mutsuz olmak için bahaneler üretme ! Mutlu olmak için türeteceğin şeyler varken..!

22 Mart 2022 Salı

Bazı kentleri gezerken insanın, gözlerini geleceği değil, geçmişe doğru açması gerekir

Bazı kentleri gezerken insanın, gözlerini geleceği değil, geçmişe doğru açması gerekir. Savaşlara ve barışlara tanık olmanın düşlerini kurmak, mermer caddelerde mağrur savaşçıların çatlamak üzere olan atlarının nal seslerini duymak antik kapıların ağzında zamanın içinde yitip gitmiş yolcuların gölgelerini aramak, söylencelerin altın tasından su içmeye çalışmaktır geçmişe bakmak.

21 Mart 2022 Pazartesi

Oysa mutluluk, bu sıradan güzelliklerdedir.

Radyodan, “Bir ilkbahar sabahı güneşle uyandın mı hiç…” nağmeleriyle gönlümün derinliklerine akan musiki, duygularımın yaşama sevincine odaklanmasını sağladı. Güneş her gün doğmakta, ilkbahar her yıl gelmekte, biz her gün uyanmaktayız. Alıştığımız için de göremediğimiz, “sıradan” damgası vurduğumuz güzellikler bunlar. Oysa mutluluk, bu sıradan güzelliklerdedir. 

20 Mart 2022 Pazar

özlem, gidip görmek istemen; ama gidememen, görememen gene de istemen.....

özlediğin, gidip göremediğindir; ama gidip görmek istediğin... özlem, gidip görememendir; ama gidip görmek istemen... özlediğin, gidip görmek istediğin; ama gidip göremediğin... özlem, gidip görmek istemen; ama gidememen, görememen gene de istemen.....

19 Mart 2022 Cumartesi

insanları rahatlatan 4 koku;



1: Taze pişmiş ekmek kokusu
2: Temiz çarşaf kokusu
3: Yeni biçilmiş Çimen kokusu
4:Yağmurdan sonra oluşan toprak kokusu

17 Mart 2022 Perşembe

Negatif Enerjilerden Kendimi Nasıl Temizleyebilirim?…

“Kendime bir iyilik yapıp değerimin farkına varmayı seçiyorum.

Ben değerliyim.
Ben güçlüyüm.
Ben iyi bir insanım.
Hayatımda mutlu olmak, ilerleyebilmek, başarılı olmak ve her şeyden keyif almak için tüm çapalarımdan şu anda kurtuluyorum.
Beni engelleyen, beni ağırlaştıran, beni yorgun ve güçsüz yapan tüm çapalar ile ve benim üzerime yapışmış tüm negatif enerjiler ile bağlantılarımı şu anda kesip atıyorum.  Bu enerjileri, çapaları ve blokajları Evrene serbest bırakıyorum.
Kendimi, ruhumu ve bedenimi, arındırmaya niyet ediyorum.
İlahi şifa enerjisi ile kendimi şifalandırıyorum.

16 Mart 2022 Çarşamba

Sen bugün neyi seçmeye başlayacaksın?

Hayatı yaşamak sadece nefes almak değildir. Öğrenmek, keyif almak, üretmek, fayda sağlamak, keşfetmek, arınmaktır... Bir insanın yaşam kalitesini en çok yaptıkları, alışkanlıkları belirler. Belki de bugün yeni bir alışkanlık yaratmaya başlamanın tam da zamanı. En iyi zaman ŞİMDİ'dir.

-Sağlık beslenmeyi

-spor yapmayı

-olumlu düşünmeyi

-mutlu olmayı

-gülümsemeyi....

Sen bugün neyi seçmeye başlayacaksın?

Sevgi ve sağlıkla ilerleyin...

15 Mart 2022 Salı

Çocukluğum anılarım semtim özlemim👱‍♀️❤ SAMATYA

Bir seni sevmiştim birde denizi

İkinizin sarhoşluğu var içimde bu gün
Ruhumu kaplayan bu sonsuz koku
Sinmiş semtimin her sokağına
Çocukluğumdan kalan anılarımla
Kaç ayak izim var şu şu kaldırımlarda
Umudum hasretim şu duvarlarda
SAMATYA antik'te kalacak bir gün
Meyhaneleri balık kokar midye kokar
İnsanları dostluk kokar semtimin
Balıkçıların tekneleri emek kokar
Emek kokar balık kokar gün boyu
Hüzün dolu gözler ne çareki elemli
Maziden bir yaprak bana semtin her yeri
Önünde her zaman rakı kadehi
SAMATYA'da şarkı söyler insanlar
Trenler geçer SAMATYA'nın yolundan
Bana umut taşır çocukluğumdan
Götürür getirir mazime beni
Seni hatırlatır son tren sesi
Yaşar Ayık

10 Mart 2022 Perşembe

Dışarıda buz gibi bir soğuk var

Dışarıda buz gibi bir soğuk var. Göz alabildiğine her yer kar… Kalorifer demirleri sımsıcak; hem elimi hem içimi ısıtıyor. Bahçemdeki ağaç hırçın rüzgara sabırla direnmeye devam ediyor. Simsiyah bulut kümeleri gökyüzünü inatla kapatıyor. Balkon penceresinden baktığım deniz ufkunda nokta gibi bir şey beliriyor. Belli ki çok uzaklardan bir gemi geliyor.

9 Mart 2022 Çarşamba

Bence bir kitap okumak, aşık olmak veya seyahat etmek kadar gerçekçi bir deneyimdir

Bence bir kitap okumak, aşık olmak veya seyahat etmek kadar gerçekçi bir deneyimdir. Benim için Berkeley’i, Shaw’u veya Emerson’u okumak, Londra’yı görmek kadar gerçek olaydır. Londra’yı ben okuduklarımdan; Dickens, Chesterton ve Stevenson’un gözleriyle de gördüm. Birçok insana göre gerçek hayat; yani diş ağrısı, baş ağrısı, seyahat vs. bir yanda hayaller ve rüyalar dünyası başka bir yanda. Bu insanlar gerçek hayatta bulduklarını başka yerlerde aramıyorlar. Bence ayakta duramayacak bir ayrım bu, hayalsiz gerçek çok kuru kalır bu hayatta.

8 Mart 2022 Salı

Dünyanın Dört Bir Yanından En Güzel Kütüphaneler

 

1. Marciana Kütüphanesi, Venedik, İtalya


 

 

2.  Joanina Kütüphanesi, Coimbra, Portekiz


 

3. Mafra Sarayı Kütüphanesi, Mafra, Portekiz 


 

4. Sainte-Geneviève Kütüphanesi, Paris, Fransa


 

5. Tripitaka Koreana, Haeinsa Tapınağı, Haeinsa, Güney Kore


 

6. Admont Manastırı Kütüphanesi, Admont, Avusturya


 

7. Shiba Ryotaro Müzesi, Osaka, Japonya


 

8. Wiblingen Manastırı Kütüphanesi, Ulm, Almanya 


 

9. All Souls Üniversitesi, Codrington Kütüphanesi, Oxford, İngiltere


 

10. George Peabody Kütüphanesi, Baltimore, ABD


 

11.  Strahov Manastırı Kütüphanesi, Prag, Çek Cumhuriyeti 


 

12. Escorial Kütüphanesi, San Lorenzo de El Escorial, Madrid Özerk Bölgesi , İspanya


 

13. Altenburg Manastırı Kütüphanesi, Altenburg, Avusturya


 

14. Trinity Üniversitesi Kütüphanesi, Dublin, İrlanda


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

15.  Bristol Merkez Kütüphanesi, Bristol, İngiltere


 

16. Fransa Milli Kütüphanesi, Paris, Fransa


 

17. Handelingenkamer (Eski Kütüphane), Binnenhof, Hollanda


 

18. Clementinum Devlet Kütüphanesi, Prag, Çek Cumhuriyeti


 

19. Brezilya Devlet Kütüphanesi, Rio de Janeiro, Brezilya


 

20. Avusturya Devlet Kütüphanesi, Viyana, Avusturya


 

 21. Virgilio Barco Kütüphanesi, Bogotá, Kolombiya

 

 

22. Beinecke Rare Kütüphanesi, Yale Üniversitesi, New Haven, ABD


 

23. José Vasconcelos Kütüphanesi, Ciudad de México, Meksika


 

24.Ti an yi Köşkü Kütüphanesi, Ningbo, Çin


 

25. Raza Kütüphanesi, Rampur, Hindistan


 

26.Beitou Kütüphanesi, Taipei, Tayvan


 

27.Victoria Devlet Kütüphanesi, Victoria, Avustralya


 

28. Vennesla Kütüphanesi ve Kültür Evi, Vennesla, Norveç


 

29.Kanazawa Umimirai Kütüphanesi, Kanazawa, Japonya


 

30.Danimarka Kraliyet Kütüphanesi (Siyah Elmas), Kopenhag, Danimarka


 

31.Stuttgart Şehir Kütüphanesi, Stuttgart, Almanya


 

32.Angelica Kütüphanesi, Roma, İtalya


 

33. Milli Kütüphane, Minsk, Belarus


 

34. Alexandria Kütüphanesi, Alexandria, Mısır


35. Rijks Müzesi Araştırma Kütüphanesi, Amsterdam, Hollanda 

 


 

36. New York Halk Kütüphanesi, New York, ABD


 

37. Portekiz Kraliyet Okuma Odası, Rio de Janeiro, Brezilya


 

38. José Vasconcelos Kütüphanesi, México City, Meksika


 

39. Amsterdam Halk Kütüphanesi, Amsterdam, Hollanda


40.Eski Market Kütüphanesi, Bangkok, Tayland

7 Mart 2022 Pazartesi

Yazarlar ve kütüphaneleri

 1. Neil Gaiman'ın kütüphanesi

 2. Ernest Hemingway'in kütüphanesi

 3. Alberto Manguel'in kütüphanesi

 4. Ralph Waldo Emerson'ın kütüphanesi

 5. Jack London'ın kütüphanesi

 6. Agatha Christie'nin kütüphanesi

 7. Rudyard Kipling'in kütüphanesi

 8. Norman Mailer'ın kütüphanesi

 9. Mark Twain'in kütüphanesi

 

6 Mart 2022 Pazar

Kitap krallığının labirentinde…

Kitaplar üzerine çok düşünüldü, çok şey söylendi, çok yazı ve kitap yazıldı. İşte bu yazı da kitapları anlatan kitaplara dair bir yazı, kitap krallığının labirentinde kaybolmaya korkmayanlara...


“Bir evi taşımak, en büyük temizliktir” derler. Çok haklılar da eksik bırakılan şey, o evde kitaplar varsa taşınan ve taşıyan adına ufak çaplı bir arbedenin yaşandığı. Yakın zamanda başıma geldiği için olay tazeyken anlatıvereyim.

Koli koli üstüne binmişken bir sabah vakti kapıya dayanan nakliyeciler, işi hemen bitiririz umuduyla eve daldı. Aslında bilmedikleri bir durum değildi fakat tahminlerinin ötesinde bir kalabalıkla karşılaştılar. Çünkü keşif sırasında evin görmedikleri bölümlerinden çıkan kitaplar da paketlenmiş, taşınmayı bekliyordu. Kan ter içinde kalan nakliyecilerden birinin ağzından, ömrüm boyunca unutamayacağım bir söz çıktı can havliyle: “Abi bu kitaplar seni öldürecek.”

Taşınmanın sıcaklığı sırasında pek üstünde durmadığım ve gülüp geçtiğim bu laf, çok kısa süre sonra kafamda dolanmaya başladı. Kitaplar üzerine bir yazı yazma fikri (belki de “ödevi”) ortaya çıktığında, o cümlenin verdiği “rahatsızlık” daha da büyüdü.

“Başarılı” ve “başarısız” yazarlar

Jean-Paul Sartre’ın, bir kişinin (ona yazar densin veya denmesin) neden yazdığını, hangi dürtünün o insanı yazmaya sürüklediğini tartıştığı Edebiyat Nedir? başlıklı çalışmasını okuduğum günden beri, kitaplara dair bazen derin bazen de çok yüzeysel düşüncelere dalıyorum. Fakat işin çığırından çıkmasının nedeni, birbiri ardına yayımlanan (yayımlanmaya da devam eden) kitaplar üstüne inceleme kitaplarıydı. Aklımızda gezinen, bizi “huzursuz eden”, harekete geçiren veya eylemsizleştiren sözcüklerin birleşip kâğıda dökülmesi, deyim yerindeyse Pandora’nın Kutusu’nu açtı.

Yaşadığımız hayatı aşan; onun, hayal edemeyeceğimiz pek çok şekli ve halinin ete kemiğe büründüğü “sakıncalı” bir ürün kitap. Mesela kurgu özelinde bu “sakıncalar”dan bazılarını Chuck Palahniuk sıralıyor: “Hayatlarımızı hikâyelere göre yaşıyoruz. İrlandalı ya da siyahi olmaya, çok çalışmaya ya da eroin enjekte etmeye, erkek ya da kadın olmaya dair hikâyelere göre. Hayatımızı, hikâyemizi destekleyecek kanıtlar -gerçekler ya da ipuçları- bulmaya çalışarak geçiriyoruz. Yazar olarak, insan doğasının bu yönünün ayırdına varıyorsunuz. Bir karakter yarattığınızda, dünyaya onun gözünden bakıyor, bu gerçekliği tek hakiki gerçeklik kılan ayrıntıları arıyorsunuz.”

Palahniuk, kitabın “sakıncasına”, yazar ve kurgu açısından bakadursun, Maria Vargas Llosa’ya göre yazmaya koyulmak, bugünün popüler deyişiyle sürdürülebilirliği zor bir iş. Nitelikli eser üretmenin yolunun, bir ömürlük uzun çalışmaya dayandığını söyleyen Llosa, kitabın ve yazarlığın “tekinsizliğine” vurgu yapıyor. Yazar, Genç Bir Romancıya Mektuplar’da konuyu biraz daraltıp “gerçek bir romanın, yapaylığını gizlediğini ve vasat eserlerinse bunu hemen açık ettiğini” belirtiyor. Llosa için bir romanın hakikiliği, onu hayattan çekince sefilliğin ortaya çıkıp çıkmamasında gizli.

Mesela Jules Renard, gerçek ve sahte yazarın örtük tanımından ilerliyor. Bu anlamda elimizde, Renard’ın tuttuğu günlük var. Türkçeye Yazmak Üzerine Notlar adıyla çevrilen kitapta Renard, halis yazarın pırıltılı cümlelerden çok yalın olana yönelmesi gerektiğini söylüyor. Javier Marias ise kaçıklığından dem vurduğu yazarın, aslında trajik bir yaşamı olduğunu düşünüyor. Yazınsal Yaşamlar, bu noktada bir referans; Marias’ın bu kitapta anlattığı yazarlardan birçoğunun ortak noktası, sıra dışı izlenimi uyandıran yaşamlarının gerçekte hayli sıkıcı, takıntılı ve genelde yalnızlıkla örülü olması. Marias’a göre, kimi bunlardan beslenmiş kimi de onların yarattığı girdaba kapılıp dibe çökmüş.

Kitap yazmaya koyulan ve bunda hatırı sayılır “başarıya” erişenler elbette var. Giuseppe Culicchia’nın “kafayı taktığı” şey bu. Ona göre yazarın, mevcut piyasa kurallarına ayak uydurup promosyon öznesine ve kitabının da satış nesnesine dönüşmesinin acı bir sonu getiriyor: Az okuyan, çok görünen bir yazar profili. Bundan sonrası çorap söküğü gibi geliyor; yazar, “ne üretirsem okunur” noktasına varıyor. Culicchia’nın Demek Yazar Olmak İstiyorsun kitabındaki bu “başarı” örneğine karşın James Woodall’ın verdiği Borges örneği dikkat çekici. Woodall, “Borges’in nasıl moda olunacağını hiç bilmediğini” söylüyor. Bunun nedeni ise Borges’in asla teknik cambazlıklara girişmemesi. Biraz da okumanın okumasını yapıp kitaplar üzerine “gereğinden fazla” kafa yorması. Buyurun, büyük bir “başarısızlık” örneği…

“Kitap, piyasaya yeniliyor mu?”

Çoğunlukla yazarın tembelleşip editörün yazarlaştığı kitap dünyasının içindeyiz bugün. Piyasa kuralları öne çıkınca tanıtım ve ambalaj da içeriği solluyor haliyle. Çok satanlarınkiler hariç, günümüzün bir şey anlatma derdindeki yazarları, başka meslekler ve işler sayesinde faturalarını ödüyor. Okumadığınız İçin Teşekkürler’in yazarı Dubravka Ugresic’e göre, amaca ve sonuca yönelik “yazarların” böyle bir kaygısı yok; “onlar, çöplüğün sınırlarını genişletirken” söyleyecek sözü bulunanların önünü kesiyor.

Günümüzde yazarların kendini ön plana çıkarması bir tarafa, başkalarına ithaf edilen; Shakespeare, Goethe ve Tolstoy’la “akraba” olduğu iddiasındakilerin kaleme aldığı kitaplar ise Ugresic için acımasızlığın ve pervasızlığın basılı halinden başka bir şey değil. Hatıra, “roman” olurken küresel edebiyat pazarı da bu sayede “parlak eserler” kazanıyor. Yayıncı kazanıyor, “yazar” kazanıyor, okursa kazandığını sanıyor. Böylece yeni “entelektüellerin” kutlu doğumu gerçekleşirken pazarlama çemberi de tamamlanıyor: Panayırlaşan yayınevi, süpermarkete dönüşen kitabevleri ve oralarda boy gösteren yıldızlar… Ugresic, kitabın içinin boşaltıldığı bu düzeni, anlattığı “yazar” ile “eserlerin” cazibesine kapılanlar ve kapılmayı reddedenlerle birlikte ifşa ediyor.

Lindsay Waters da benzer kaygıları taşıyan ve hemen hemen aynı eleştirileri yönelten bir isim. Akademinin Düşmanları adlı çalışmasında, “Kitap, piyasaya yeniliyor mu?” diye sorması boşuna değil. Özgüvene ve eleştirelliğe “panzehir” olarak öne sürülen “uyumluluk” üzerine söyledikleri, Waters’ın bilimsel kitaplar bağlamında aslında tüm yayıncılara yönelttiği bir yergi. Ancak Waters, kitabın insanı değiştirici gücü babında umudunu asla yitirmiyor; kitapların, Wittgenstein’ın “doğurgan sessizlik” dediği bir potansiyele sahip olduğunu ekliyor.

Dolayısıyla bu noktada, hem yazar hem de yayıncının, kitabı ne olarak gördüğü önem kazanıyor. Tabii bunun bir de üçüncü ayağı var: Okurlar. Okur deyince işin içine sadece kitabı alıp karıştırdıktan sonra evine götüren kişi anlaşılmamalı; yazar ve yayıncıdan çıkan kitabın karşısındaki herkes, yani okurlar ve “okurlar” burada söz konusu olan.

Okurlar, yazarlar ve “Bibliyopatlar”

İyi okurluğu tartışmasız olan Susan Sontag, günlüklerinin ilkinde (Yeniden Doğan’da) “Beyaz aklımı, arkasına saklanıp görmekten ve görülmekten uzağa gittiğim kitaplarla suluyorum” demişti.

Daniel Pennac ise okurun, okuma hakkı gibi okumama, kitabı yarım bırakma ve kitaba ısınamama hakkı olduğunu savunduğu Roman Gibi’de bunun, cezalandırma ve tembellik şeklinde değerlendirilmemesi gerektiğini anlatmıştı.

Okurun elinde tuttuğu, evinde biriktirdiği ve kütüphanelerde ziyaret ettiği kitabın bir yazgısı var: Doğayla, kayboluşla, unutuluşla ve yok edilişle mücadele. Bunların dışında başka bir yazgıdan da söz etmek mümkün: Miras kalan kitaplar ve kütüphaneler, elden çıkarılanlar ve elde kalanlar. Onlar içinde var olmayan kitaplar, yani roman içinde geçen romanlar, efsaneler ve biriktirilenler de bulunuyor. Kayıp Kitaplar Kütüphanesi’nin yazarı Alexander Pechmann, ilk grup için “olasılık veya solup giden bir düş” diyor.

İşin biriktirme kısmında ise kitapların selameti için insanlardan kopanlarla kitapları hayatından uzaklaştırarak “normal” yaşayanların garip atışması da yer alıyor. Kitabı sevmekle ona bağımlı olmak arasındaki ince çizginin kolayca aşılabileceği düşünüldüğünde Carlos Maria Dominguez’in Kâğıt Ev romanının özü de ortaya çıkıyor: Kitaplara yaklaşmak (onları anlamak) ve kitaplardan uzaklaşmak (onlara bağlanmak). “İnşa edilen kütüphane yaratılan hayattır” diyen Dominguez, kitaplarla kurulan ilişkinin de o hayatın gittiği yönü belirleyebileceğini söylüyor gibi.

Peki, kütüphane kişiliği yansıtır mı? Enis Batur’un Kitap Evini okurken zaman zaman bu soruya takılıyorsunuz. Bir ikincisi, kütüphane gelip hayatın ortasına konuşlanabilir mi? Bu sorulara olumlu yanıt vermek mümkün. Beri yandan, kitaplar da kütüphaneler de pek çok şeyi gizliyor. Gerçek bir okur ve meraklı bir yazar, kitapların ve kütüphanelerin labirentinde gezinene dek onlar suskunluğunu koruyor. “Bunların hepsini okudunuz mu?” sorusu da bu gezintiyle birlikte güdük kalırken “Neden?” veya “Nasıl?” soruları devreye giriyor.

Gustavo Faverón Patriau’nun Antikacı adlı romanında “bibliyopatlar” dediği bibliyofiller, herhalde bahsi geçen labirentte en çok kaybolan ve oradan sağ salim çıkan grubu oluşturuyor. Kütüphanede bulunmanın belli bir yerden sonra kifayetsiz kaldığı bibliyofil okumaları da Alberto Manguel’de olduğu gibi sözcükleri yakalama eylemine dönüşüyor. Farklı zamanlarda okunan bir kitabın kapağı aynı kalıyor ancak içi değişiyor. Böylesine bir okuma, Manguel’e göre “dinleme” anlamına da geliyor. Metni dinlemek, sadece okuma demek değil Manguel için. Aynı zamanda kalem oynatmanın da karşılığı. Bibliyofil Manguel’in pek çok kitabıyla birlikte Okumalar Okuması, bu yönüyle değerlendirilmeli. Tabii bunun doğurduğu bir tehlike de evin, kitapların istilasına uğraması. Bundan mustarip iki bibliyofil ya da nam-ı diğer “bibliyopat”, Umberto Eco ve Jean-Claude Carriére, metinleri dinlerken ne olursa olsun kitabın tarih sahnesinden çekilmeyeceğini savunuyor. İkisinin de “kitap okumanın maddi ortamlarının çekiciliğinden” bahsettiğini bir kenara iliştirelim. Elin sayfaya değdiği, kitabın kokusunun duyulduğu ve satırların işaretlendiği bir ortam bu. Üstelik basılı metinler, yeryüzünde kopyalanmış ya da dijitalden daha uzun var olabiliyor. Bir tuşla yok edilebilen böylesi metinlerin, kâğıda dökülmüş hali ise elbet bir yerlerden karşımıza çıkabiliyor.

Eco’nun ve Carriére’in, binlerce kitabın arasında oturduğu göz önüne alındığında, kitap yazmanın, okumanın ve bulmanın tarihine biriktirmeninki de dâhil. Eco’ya göre koleksiyoncu, hem avcılığı hem de toplayıcılığıyla dikkat çekiyor. Eco ve Carriére için kitaba sahip olmak, geçmişi de biriktirmek demek. Bu şekilde oluşturulan kütüphaneler, bir gün mutlaka dağılacak. Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın’ın iki bibliyofili, kütüphanenin kim tarafından dağıtılacağına geride kalanların karar vereceğini söylüyor. Dolayısıyla kitaplar, bir yerlerden tekrar ortaya çıkmak üzere kayboluyor, kaybediliyor veya el değiştiriyor.

Olaya bu kadar incelikli yaklaşmayanların varlığı da unutulmamalı. Kitabı suç sayan ve yazarı suçlu ilan edenlerin yaşadığı memleketler bulunuyor yeryüzünde. Bu, iki açıdan önemli: Birincisi, kitabın gücü ve etkisi. İkincisi, böylesine suçlayıcı bir “düşüncenin” bizi sürükleyebileceği tehlike: Tavır koymanın, kapsamlı düşünme ve herhangi bir biçimde söz söylemenin önüne set çekilmesi. José Ortega y Gasset’nin, Kütüphanecinin Görevinde “kitabın kitleleri yığın olmaktan kurtaran gücünü” anımsatmasındaki espri buna işaret ediyor.

Gasset’nin bıraktığı yerden Lucien X. Polastron’la devam edebiliriz. Kitap Yakmanın Tarihi çalışmasında (Bu kitapla ilgili K24'te çıkan yazıyı okumak için tıklayın.) Polastron’un bizi yüzleştirdiği yıkım, beraberinde birkaç soruyu getiriyor: Kitapları yakmak, sansürlemek, yasaklamak ve onlara zarar vermek bir gerçekliğe nasıl dönüştü? İnşa edilmiş bir şeyi imha etme güdüsü, kitap özelinde nasıl gelişti? En kestirmeden yanıtlamak gerekirse bu eylemlerin altında, derin bir korku ve “yolunda gitmeyenleri düzeltme” anlayışı yatıyor. Yoksa Nazilerin kitap yakma ritüellerini, Saraybosna ve Bağdat kütüphanelerinin havaya uçuruluşunu, kitap imha eden padişahlar ve imparatorlarla kitapları tutuklayan diktatörlerin varlığını nasıl açıklardık? Polastron’un, çalışmasının başından sonuna dek anlattığı kitap korkusundan türeyen saldırganlık, Gasset’nin söz ettiği yığınla birleşince ortaya önlenmesi güç bir histeri çıktığına tanık oldu insanoğlu…

Doktorlardan eleştiri gözlükleri

Kitabın, kimi zaman dehşet yüklü kimi zaman şaşalı günlerden oluşan ilginç bir tarihi var. Bugüne dek varlığını sürdüren ve önemli bir vakit de sürdüreceği öngörülen kitabı kitap yapanlardan biri de eleştiri. James Wood, Kurmaca Nasıl İşlerde eleştirmenin önceliğinin kitabı irdelemek olduğunu söylüyor. Daha sonra yazarın tutarlılığını incelemesi umulan eleştirmenden nihayet, kendi gibi eleştirmenleri sorgulaması bekleniyor. Anlaşılacağı üzere Wood, üçlü bir yapı oluşturuyor eleştiri için.

Rita Felski de Wood gibi kitabın değerini tartışırken “kitapları insanlaştırmayın” uyarısında bulunup kurmacaya kapılmamak ve okurun, metinleri kendi aynasına dönüştürmemesi gerektiğinin altını çiziyor. Bu ikisi yapıldığında Felski’ye göre coşku ve sürüklenişe kapılmak işten değil. Edebiyat Ne İşe Yarar adını verdiği kitabında Felski, sürüklenişe, coşkuya ve hazza kapılıp giden okurun, piyasa kurallarının da işletilmesiyle boş zamanını kitaba ve edebiyata ayırmaya başladığını belirtir. Oysa Felski için esas olan, boş zamanı “dolduran” kitap değil; dolu kitap, dolu edebiyat ve dolu eleştiri. Felski’nin bu anlamda akıntının tersine kürek çekenlerden olduğunu söyleyebiliriz.

Eleştiri yapmak kadar okumak da zahmetli. Çünkü nereden baksanız o damarda süzülmek için asgari bir bilgi şart. Örneğin Terry Eagleton, Edebiyat Nasıl Okunurda, en basit ifadeyle okurlara “eleştiri gözlüğü” armağan ediyor. Bunu takıp “kullanmanın” ilk koşulu da soru sormak. Eagleton, tam da buradan yürüyor. Yani hap vermiyor; hap kullanacak duruma gelmemek adına uyarılar yapıyor.

Hitap ettiği okura yönelik bir kitap yazdığını söylese de “hedef kitle” aslında geniş: Okurlar, yazarlar, kitaplar üzerine kalem oynatanlar ve eleştirmenler. Ağır ağır yazılmış bir metin Edebiyat Nasıl Okunur. Eagleton, kendi yaptığı gibi okuru da şu hız ve sıkılganlık dünyasında, sakin çözümlemelere davet ediyor. Metni böyle okuduğumuzda Eagleton, kitapları tüketmekten çok hak ettiği değeri vermemizi istiyor bizden.

Kitaplar üzerine çok düşünüldü, çok şey söylendi; onlar bazen el üstünde tutuldu bezen yerin dibine sokuldu. Kitaplara dair çok yazı ve kitap yazıldı. Tıpkı bu yazı gibi onların hiçbiri eksiksiz değildi. Hatta bu eksiklik öyle belirgindi ki o yazı ve kitapları kaleme alanlardan çoğu aramızdan ayrıldı ama kitaplar soluk alıp vermeye devam etti.

“Kitaplığım krallığım” diyen Montaigne gibi “hükümdarlık” sürenlerin tahtı da yeni kitaplara ve kişilere terk edildi. Bu yazıyı yazdığıma ve sizler de okuduğunuza göre, kitaplar henüz bizi öldürmemiş demektir. Fakat bu, onların bizleri “süründürmediği” anlamına gelmiyor elbette…

Meraklısına tam liste
Yazı boyunca anlatılan labirentte dolanmak isteyenler, metinde adı geçen kitapların ayrıntılarını merak edebilir. İşte listesi:
Kitap Yakmanın Tarihi, Lucien X. Polastron, Çeviren: Aziz Ufuk Kılıç, Everest Yayınları, 390 s.
Kâğıt Ev, Carlos Maria Dominguez, Çeviren: Seda Ersavcı, Jaguar Kitap, 90 s.
Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, Umberto Eco, Jean-Claude Carriére, Çeviren: Sosi Dolanoğlu, Can Yayınları, 276 s.
Edebiyat Ne İşe Yarar?, Rita Felski, Çeviren: Emine Ayhan, Metis Yayınları, 176 s.
Kurmaca Nasıl İşler?, James Wood, Çeviren: Ekin Bodur, Ayrıntı Yayınları, 160 s.
Genç Bir Romancıya Mektuplar, Mario Vargas Llosa, Çeviren: Emrah İmre, Can Yayınları, 128 s.
Okumadığınız İçin Teşekkürler, Dubravka Ugresic, Çeviren: Gökçe Metin, Ayrıntı Yayınları, 240 s.
Okumalar Okuması, Alberto Manguel, Çeviren: Sevin Okyay, Yapı Kredi Yayınları, 364 s.
Roman Gibi, Daniel Pennac, Çeviren: Mustafa Kandemir, Metis Yayınları, 136 s.
Tartışmalar, Jorge Luis Borges, Çeviren: Çiçek Öztek, İletişim Yayınları, 217 s.
Yeniden Doğan, Susan Sontag, Çeviren: Begüm Kovulmaz, Agora Kitaplığı, 336 s.
Demek Yazar Olmak İstiyorsun, Giuseppe Culicchia, Çeviren: Nazlı Birgen, Aylak Adam Yayınları, 255 s.
Kütüphanecinin Görevi, Jose Ortega y Gasset, Çeviren: Çeviren: M. Türker Acaroğlu, Türk Kütüphaneciler Derneği Yayınları, 56 s.
Yazınsal Yaşamlar, Javier Marias, Çeviren: Pınar Savaş, Can Yayınları, 196 s.
Kayıp Kitaplar Kütüphanesi, Alexander Pechmann, Çeviren: Regaip Minareci, Can Yayınları, 192 s.
Yazmak Üzerine Notlar, Jules Renard, Çeviren: Orçun Türkay, Sel Yayıncılık, 63 s.
Kitap Evi, Enis Batur, Sel Yayıncılık, 132 s.
Akademinin Düşmanları, Lindsay Waters, Çeviren: Müge Özbek, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 89 s.
Antikacı, Gustavo Faverón Patriau, Çeviren: Özlem Koşar, Delidolu Yayınları, 192 s.
Edebiyat Nasıl Okunur, Terry Eagleton, Çeviren: Elif Ersavcı, İletişim Yayınları, 220 s.

2 Mart 2022 Çarşamba

Gezi yazıları

Gezi yazıları sayesinde insanlar bilmedikleri coğrafyaları kültürleri, insan davranışlarını tanıma şansı elde ederler. Ülkeler, kentler, kasabalar, ören yerleri, dağlar, ormanlar vs. gezgin bakışıyla okuyucunun gözünde canlandırılır, adeta oralara gitmesi sağlanır. Bununla da kalmaz, oraların tarihlerine dair bilgiler edinir okur. Aslında gezginlik bir yaşam tarzı, hayatı algılayış biçimidir. Merak duygusunun tetiklendiği keşfetme arzusu, sınırı tanımaz bir coşkuyla gezgini diyardan diyara atar.