22 Eylül 2012 Cumartesi

Eylül Akşamı


Adı hüzünle anılan güz mevsiminin en güzel aylarından biri olan eylül... Sarı yapraklar gecenin karanlığında usulca hışırdarken denize karşı mehtapta oturmak geldi aklıma... Saçların savrulur hafiften, gece sarar her yanını eylül akşamlarında. Şarkılar fısıldar rüzgârlar kulaklarına. İçin sızlar. Hafiften üşürsün, tüylerin diken diken olur. Ama o üşümek o kadar hoş gelir ki, hırkanı almazsın üzerine, izin verirsin seni üşütmesine havanın. Denizin kokusu gelir burnuna... Tenin nemlenir yağan çiyden sessizce, fark etmezsin...


Bir Araf akşamıdır. Yazdan uzaklaşmış ama kışa da yaklaşmamıştır, sıcak değildir artık ama serin de değildir, bir tatile başlamak için çok geç, bir işe başlamak için de çok erkendir.


Her şeye çok yakın, her şeye çok uzaktır eylül akşamları. Bu yüzden özeldirler, güzeldirler.
Eylül serinliğinde bir adada denize karşı balkonunuzda otururken yalnızlığın tanımını yapmaya çalışmak için idealdir.


Serin bir rüzgâr eser, üşümekle üşümemek arasında kalırsın. İçine işleyen bir serinliktir bu. Üşüsen de acıtmaz seni. Hatta hoşuna bile gider. Öyle bir sonbahar akşamıdır ki, bu akşama ancak hüzün yakışır.

Eylül bütün o büyülü, şiir gibi yaz aylarının sonu demek; bir şeylere veda etmek, tekrar gerçek dünyaya dönüş demek, üşüten akşamları ve denizden esas serin rüzgârıyla. Eylül hüzün demek bazen de, güneşin acele kaçışları ve erken kararmaya başlayan akşamlarıyla. Ancak Bülent Ortaçgil o güzel "eylül akşamı" şarkısıyla çok farklı şeyler demeye çalışır, insana eylül akşamlarını da sevdirtir.

Eylül ayında arka fonda çalan, sadece küçük bir tesadüfün hayatı nasıl da değiştirebildiğini anlatan hoş bir şarkıdır. Hakikaten bir eylül akşamı dinlendiğinde insanı daha bir etkiler. Bu şarkıyı eşi için yazmıştı Bülent Ortaçgil. İki sokak arayla oturdukları halde birbirlerini yıllarca fark etmemişler o eylül akşamı dışında...



Dinlemekten bıkılmayacak bir Ortaçgil şarkısı. Herkese hitap eden bir parça. İçinde kendimizi bulabiliriz.




Belki benim kâğıt param,
Bir şekilde, döne dolaşa
Senin cebine girmiştir.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Makyajda Sonbahar Renkleri


Doğaya hâkim olan sarılar, kızıllar ve kahvelerle yapılan makyaj ile sofistike bir görünüm elde edin.


Makyajınıza, ten renginize yakın bir tondaki kapatıcıyı göz altlarınıza sürerek başlayın. Fondöteninizi yüzünüze ve boynunuza uyguladıktan sonra göz makyajına geçin. 


Mürdüm veya kahverengi tonlarında bir farı göz kapağınıza rengi eşit olarak yayarak sürebilir veya birkaç rengi bir arada kullanarak gölge verebilirsiniz. Örneğin farklı tonlardaki 3 kahverengi farı beraber kullanabilirsiniz. Bu durumda aydınlık bir etki yaratmak için far fırçası ile açık renk farı kirpiklerinizin hemen üst kısmına ve kaş diplerine ince bir hat şeklinde sürün. Orta koyulukta farı göz kapağınıza uygulayın, son olarak koyu kahve farı da gölge yapmak için kullanın. Gözlerinizin dış köşesinden başlayarak içe doğru gölge verin. Gözlerinizin şeklini belirginleştirmek için eye-liner kullanın. Gözleriniz büyükse göz içine, küçükse kirpik diplerine siyah göz kalemi çekin ve maskara sürün.


Sonbahar makyajında, esmer tenliler mat erik tonları rujlar, açık tenliler ise dudak rengine yakın mat açık gülkurusu renklerinde rujları tercih edebilir. Ayrıca doğal renklerdeki parlatıcılar veya bej tonlarındaki rujlar da rahatlıkla kullanılabilir. Allığınızı seçerken de şeftali tonlarından ziyade açık pembeler ve gülkurusu tonlarını tercih edin.




Şarap veya kiremit kırmızısı rujlar da sonbahara çok yakışır. Ancak bu renkleri kullandığınızda göz makyajınızı mümkün olduğunda sade tutun, örneğin tüm göz kapağınıza açık kahverengi veya bej rengi bir far sürün.



6 Eylül 2012 Perşembe

Cesaret



Cesaret, “insanın tehlikeli bir işe girişirken duyduğu güvendir”; insanın düşünebildiği her şeyi gerçekleştirmesidir”; “insanın istediği gibi davranabilmesidir”; “insanın zaaflarını yenebilmek için uğraşması, kendisiyle yüzleşmesidir”; “insanın kalıplarla düşünmekten kurtulmaya çalışmasıdır”.

Cesaretin ne olduğu üzerine Sokratçı arayışa bir örnek: Lakhes diyaloğu’ndan bir kesit. Lakhes ile Sokrates, cesaretin ne olduğu üzerine bir tartışma başlatırlar. Bu tartışmaya daha sonra Nikias’ı da dahil ederler. 

Sokrates: En büyük işlerin başında olan adamdan en büyük bilgeliğin bulunması da yaraşır; Nikias cesaretin ne demek olduğunu böyle anlatırken acaba ne düşünüyor, bunu incelemek bence yerinde olur.

Lakhes: Orasını artık sen incele, Sokrates.

Sokrates: Benim istediğim de işte o ya! Dostum. Ama demin birlik ettikti, bu kadarcıkla kurtulduğu sanma; sen de iyi dinle, onun diyeceklerini sen de benimle incelersin.

Lakhes: Gerekli buluyorsan, peki, öyle olsun.

Sokrates: öyle buluyorum, Lakhes. Sen, Nikias, emin başlarken söylediklerini bir düşün. Hatırlarsın bu sözü açtığımız zaman cesareti, erdemin bir parçasıdır diye ele almıştık.

Nikias: Öyle olmuştu.

Sokrates: Sorduklarıma cevap verirken de onu gene bir parça diye ele aldın, hepsinin bir araya gelmesi erdem dediğimiz şeyi meydana getirirken daha başka parçalar da bulunduğunu unutmadın, değil mi?

Nikias: Unutmadım.

Sokrates: O parçalara neler olduğunda da bakalım birleşiyor muyuz? Bence o parçalar arasında, isteklerimize karşı koyabilmek vardır, adalet vardır, bunlara benzer daha başka nitelikler vardır. Sence de öyle değil mi?

Nikias: Öyle elbette.

Sokrates: Peki; demek bunun üzerinde bir ayrılığımız yok. Şimdi gelelim nelerden korkulup nelerden korkulmayacağına; bir inceleyelim de bunlardan senin anladığın başka, bizim anladığımız başka olmasın. Bunlar bizce nedir, onu sana şimdi söyleyeceğiz; sen bizim gibi düşünmüyorsan, nerelerde ayrılıyoruz, bildirirsin. Biz diyoruz ki: Korkulacak şeyler korku verenler, korkulmayacak şeyler de vermeyenlerdir. Ama korku verenler, ne geçmişteki kötülüklerdir, ne de şimdikiler; ancak beklenilen kötülükler korku verir, çünkü korku, gelecek bir kötülüğü beklemedir… Sence de öyle değil mi, Lakhes?

Lakhes: Tamamıyla öyle, Sokrates.

Sokrates: Şimdi bizim ne düşündüğümüzü biliyorsun, Nikias. Biz diyoruz ki korkulacak şeyler, gelecekteki kötülüklerdir; korkulmayacak olan da, gene gelecekte, ama birer kötülük sayılmayacak, yahut birer iyilik denecek şeylerdir. Sen ne dersin? Öyle mi? Değil mi?

Lakhes: Öyle.

Sokrates: peki, sen bu şeylerin bilgisine mi cesaret diyorsun?

Nikias: Neymiş o nokta?

Sokrates: Söyleyeceğim. Lakhes’le bana öyle geliyor ki bilgi, türlü konuları ile ele alınınca, geçmişin nasıl olduğunu bildiği için başka, şimdikinin nasıl olmakta olduğunu bildiği için başka, daha olmamışın nasıl olması gerekeceğini, nasıl olacağını bildiği için başka değildir, hepsinde de birdir. Örneğin sağlık için, olanı, olmuşu, olacağın nasıl olacağını bilen tek bir bilgi vardır o da hekimliktir. Toprağın yetiştirdikleri karşısında çiftçilik bilgisi için de öyledir. Savaş işlerinde, siz de elbette kabul edersiniz ki komutanın bilgisi her şeyi, hele gelecek olan her şeyi kavrar; bakıcılık önünde boyun eğmek şöyle dursun, ona buyurur, çünkü savaşta ne olduğunu, ne olacağını, ondan iyi bilir; kanun da bakıcının komutana değil, komutanın bakıcıya buyuracağını söyler. Bunu böyle diyebilir miyiz, Lakhes?

Lakhes: Diyebiliriz.

Sokrates: Ya sen, Nikias, biz bir şey ister geçmişte, ister şimdi, ister gelecekte olsun, onu bilen bir tek bilgidir dediğimiz zaman dediğimizi doğru buluyor musun?

Nikias: Evet, Sokrates, ben de öyle derim.

Sokrates: Ama, a benim Nikias’ım! Sen cesaret nelerden korkulur, nelerden korkulmaz, onun bilgisidir demiştin, değil mi?

Nikias: Evet.

Sokrates: Nelerden korkulur, nelerden korkulmaz derken, gelecekteki iyilikler, gelecekteki kötülükler anlaşılmalı dedik, öyle değil mi?

Nikias: Evet.

Sokrates: Geçmişte olsun, nerede olursa olsun, bir şeyi kavrayan hep bir bilgidir dedik, bunda da anlaştık.

Nikias: Doğru.

Sokrates: Demek ki cesaret yalnız nelerden korkulup nelerden korkulmayacağının bilgisi değildir; çünkü yalnız gelecekteki iyiliklerle kötülükleri değil, şimdikileri, geçmiştekileri de, kısası, öteki bilgiler gibi, geniş anlamıyla bütün iyiliklerle bütün kötülükleri kavrar.

Nikias: Doğru.

Sokrates: Öyleyse, Nikias sen, cesaretin üçte biri nedir, ancak onu söylemişsin; oysa biz senden bütün cesareti sormuştuk. Şimdi söylediklerin de cesaret yalnız nelerden korkulup nelerden korkulmayacağının değil, ne zamanda, nerede olursa olsun bütün iyiliklerle bütün kötülüklerin bilgisidir demeğe geliyor. Sen şimdi böyle mi düşünüyorsun, Nikias? Ne dersin?

Nikias: Doğrusu öyle demek düşüyor, Sokrates.

Sokrates: Ama, benim dostum Nikias! Bütün iyilikleri de, bütün kötülükleri de nasıl geldikleri, gelecekleri yahut gelmiş oldukları ile birlikte iyice bilen bir adamda erdemin bütün vardır demez misin? Tanrılarla da, insanlarla da olan işlerinde nelerden korkulup nelerden korkulmayacağını daima ayırt edebilen, kendisinde böyle bir vergi bulunan insanda, iyilikleri nasıl kullanacağını bildiği için onlara erebilen insanda bilgelik mi yoktur? Adalet mi yoktur? Din mi yoktur?

Nikias: Bu dediğin bana doğru geliyor, Sokrates.

Sokrates: Ama biz cesaret, erdemin ancak bir parçasıdır demiştik.

Nikias: Öyle demiştik.

Sokrates: Şimdi dediğimiz ise o değil.

Nikias: Değil, Sokrates.

Sokrates: Demek ki, Nikias, cesaretin ne olduğunu bulamadık.

Nikias: Bulamadık.

1 Eylül 2012 Cumartesi

Hoşgeldin Eylül......


En sevdiğim ay. Sonbaharın başlangıcı. Serin havalar, güzelim yağmurlar. Hoşgeldin Eylül...

 
En romantik, en hüzünlü, aynı zamanda en mutlu, en huzurlu, en dingin, en güzel ay… Hoşgeldin Eylül


 
"Hoşgeldin Eylül" hüzünlerimi al huzurumu ver… Dökülen sararmış yapraklar gibi kararmış, paslanmış düşüncelerimi bir rüzgârınla süpür git...


 
Kahve, Battaniye, Film, Yağmur, Huzur. Hoşgeldin Eylül


 
Melankolinin mevsimi seninle başlar, Hoşgeldin Eylül...

 

 Hoşgeldin Eylül, sararan yapraklar, romantik duygular, hüzünlü  rüzgâr, hoş geldiniz.


 
"eylül bir ay değil, bir aylık ayrı bir mevsimdir" diyor Haşmet Babaoğlu.


 
benim için eylül, bir yılın başladığı aydır. nasıl ki rejime niyet etmiş birinin başlama günü hep pazartesi ise; benim kararlarımın vakti de eylüldür. yeni yıla hiçbir zaman ocakta başlamadım. hep eylüldü başlangıçlarımın tarihi. en sevdiğim şehrin, en güzel görüntülere büründüğü; normale dönüş zamanıdır. fazlalıklarımı, eksikliklerimi, azalmalarımı, coşmalarımı fark ettiğim; kendime dönüş zamanımdır. yaz severler için en kötü aylardan biridir belki; ama benim gibi sonbahar doğumluysanız istisnasız her yıl varoluş zamanınızdır. hazan sizin mevsiminizdir. hazansız ve hüzünsüz yapamazsınız.


 
açılmış kocaman bir kucaktır eylül. yazın dinginliğinden, kışın sıcağından alır, ikisini harman eder açar kucaklarını. yaz ayları gibi değildir, bir şey vaat etmez; kış ayları gibi hiç değildir o soğukta sizi bir başınıza bırakmaz. mucizeler veremez her zaman size ama en iyi arkadaş olur kimi zaman, kimi zaman şefkatli sevgili, kimi zaman anne sıcaklığı olur, başınızı okşar, hayat bu der iyisiyle kötüsüyle; kendi gücünüzün, güçsüzlüğünüzün, hırslarınızın, amaçsızlığınızın, iyiliğinizin, kötülüğünüzün farkına varmanızı sağlar onun kollarında. bir de doğuştan melankoli hediye etmiştir tüm sonbahar doğumlu çocuklarına, ondandır böyle yazılar yazdırır durur uğruna.


  
güneşin yüzü soğuktur eylül ayında, ayrılık hüznü kaplar insanları, koskoca bir yazı daha geride bırakmışlardır. balkonlardan çekilmiştir insanlar betonarme kovuklarına, yollarda sarı yaprak ölüleri, dallarda yolunu kaybetmiş son kuşlar ve göğü işgal eden kara bulutlar, gözlerde ayışığı arayışı vardır. yollar daha bir yalnızdır geceleri.


 
mevsimin hüzün kokan en sonbaharlı ayı. 


 
oluk oluk düş geçidi. bazı bazı sarmalanmış, bazı bazı yarı çıplak. rüzgâra kapılmış, uçan yaprakların arasından, ara ara gülümseyen güneş. dokunmaya kalkıştığında, içinin çekildiği, bir var-mış, bir, yok! öylesine sade ve güzel bir uyku arası düşü.