28 Şubat 2017 Salı

tam kitap okumalık

kahveli, çaylı, sıcak çikolatalı, kakaolu kekli, zencefilli kurabiyeli, frambuazlı pastalı, tarçınlı vanilyalı dondurmalı... bol kitaplı fon da sakin müzikli bir gün...

26 Şubat 2017 Pazar

Edebiyatın yeraltı suyu: Günlükler


Günlük türünün ne olduğu üzerine kafa yormak, aslında biraz da edebiyatın ne olduğunu düşünmektir. Düzenli olarak tutulmuş, tarih atılmış notlardan mı ibarettir günlükler yoksa bundan fazla bir şey mi?
Bu konuda en genelleyici tanımı usta günlükçü, romancı André Gide yapmıştı: “Günlüğün anıdan tek farkı, günü gününe tutulmuş olmasıdır.” Edebiyatın toplardamarlarından biri olarak her günlük bir portre, bir öykü, bir anı, bir tarih yazısıdır. Yayımlanmak için yazılsın yazılmasın, her günlüğün bir kurgusu vardır. Paris’teki Bir Yabancının Günlüğü yazarı Malaparte’nin dediği gibi, “Günlüklerin, tüm öyküler gibi, bir başı, bir entrikası ve bir sonu vardır.”
Günlük türünün kökeni üzerine
Öteki edebiyat türlerinin kökeniyle karşılaştırıldığında, günlüklerin çıkış noktası, yanıtı daha belirsiz bir soru olarak karşımıza çıkıyor. Türün geçmişini irdelemek, günlük yazmanın doğası üzerine düşünmek anlamına da geliyor. Batı’da günlüğün, Doğu’ya göre daha gelişmiş bir edebiyat türü olduğuna kuşku yok. Ama örneğin Japon edebiyatında da 10. yüzyılda yazılmış günlükler bulmak mümkün. Dolayısıyla günlük türünün hem Doğu hem Batı kültürlerinde, kendine özgü şartlar altında biçimlendiği söylenebilir. Peki, nedir günlük yazmak? Başlı başına, bir ömür adamayı gerektiren bir yazı uğraşı mı? Öyküden, şiirden kesilince başvurulan bir teselli mi? Yoksa yazın kuramlarını, yaşanan dönemin olaylarını taslak halinde sunan birer belge mi? Sağlıklı saptamalar yapabilmek için günlükleri farklı başlıklar altında değerlendirmek en doğrusu.
Edebiyat günlükleri
Bir edebiyat günlüğü, yalnızca bir edebiyatçının elinden çıkmış günlük değil, edebiyat olaylarına, kişilerine ve sorunlarına yönelmiş günlüktür. Özellikle Batı’da, 20. yüzyılda yaygınlaşan bu tür günlükler, “özel günlük” olma niteliğini de taşır. Aynı zamanda başka türlerde yapıtlar veren André Gide, Julien Green, Max Frisch, Stefan Zweig gibi yazarlar, geride edebiyat günlüklerinin seçkin örneklerini bıraktılar. Örneğin Gide, Kalpazanlar adlı romanını yazdığı süreçte bir günlük tutmuş ve yapıtının aşamalarını, kuramını apaçık ortaya koymuştu. Öte tarafta, Gide’in bu ‘edebiyat’ günlükleri, en özel günlüklerden de sayılır, onu, yazarın kendi iç dünyasına vurduğu bir neştermiş gibi ürpertiyle okuruz. Edebiyat günlüklerinin iki unutulmaz örneği de, Katherine Mansfield ve Virginia Woolf’un günlükleridir. Mansfield, henüz 16 yaşındayken yazmaya başladığı Bir Hüzün Güncesi’nde, yazarlık tutkularını, hırslarını, kıskançlıklarını, kırgınlıklarını içtenlikle ortaya serer. Bu hüzünlü günlük, Mansfield’ın erken ölümünden sonra yayımlanmıştır. Virginia Woolf da, Bir Yazarın Günlüğü’nde, adından da anlaşılabileceği gibi, yapıtını ve yazarlığını merkeze alır. Bir Yazarın Günlüğü türünden metinler, bugün edebiyat tarihçileri ve meraklı okurlar için hazine değeri taşıyor.
Günlüğün intihar yüzü
Edebiyat günlükleri, geçen yüzyılda yaygınlaşırken bir özellik daha kazanmıştı: Yazarı hayattayken yayımlanmak. Bu durum, günlüklerin ne kadar içten olduğunu sorusunu getirse de Cocteau, Maugham, Maurois, Gide, Green gibi birçok yazar günlüklerini sağlıklarında yayımladılar. Belki biraz da bu yüzden, günlüğünü hayattayken yayımlamayanların yazdıkları daha ‘içten’ bulundu. Hele bir de yazarının müntehir olması, günlüklere ayrı bir çekicilik ve sahihlik katıyordu. İntihar eden iki yazarın, Cesare Pavese ve Sylvia Plath’ın günlükleri, bunun en iyi iki örneğidir. Cevat Çapan’ın dilimize Yaşama Uğraşı adıyla kazandırdığı Pavese’nin günlüğü, edebiyat tarihinin en sarsıcı metinlerinden biri belki de. Çok iyi bir edebiyat günlüğü sayılabilecek Yaşama Uğraşı, adım adım intihara giden bunalımlı bir yazarın iç dünyasını, hiçbir ‘özel’ günlüğün yapamayacağı kertede ustalıkla yansıtır. Pavese, bir otel odasında canına kıydıktan sonra kitaplaşan ve uzun yılları kapsayan bu günlük, neredeyse yazarının öteki yapıtlarını gölgede bırakmıştır. Sylvia Plath’ın günlükleri de intiharından sonra kocası Ted Hughes’un ‘müdahale’siyle yayımlanmıştı. Başyapıtı Sırça Fanus kadar olmasa bile, Plath’ın günlüğü yıllardır ona yakın bir ilgiyle okundu, okunuyor.
Okuma günlükleri, eleştiri günlükleri, sanatçı günlükleri…
Zaman içinde edebiyat günlüklerinin de alt kolları oluştu. Eleştiri günlükleri, okuma günlükleri yazılmaya başlandı. Bunun Türkçede yayımlanan son örneği, Alberto Manguel’in Okuma Günlüğü adlı yapıtıydı. Öte yandan, günlük, modern romanda da bir imkân olarak belirdi, bir anlatım tekniğine dönüştü. Örneğin, çağdaş edebiyatın büyük yapıtları Sartre’ın Bulantı’sı, Rilke’nin Malte Laudris Bridge’nin Notları ya da Martin Walser’in Jocob Von Gunten’ı, günlük biçimiyle yazılmıştır. Fernando Pessoa’nın başyapıtı Huzursuzluğun Kitabı, niçin okurun karşısına hep farklı kimliklerle çıkan şairin günlüğü olarak okunmasın? Yalnızca yazın türleri değil, öteki sanatlar da geride günlük edebiyatı için hatırı sayılır metinler kalmasını sağlamıştır. Kierkegaard’ın günlüğü, felsefe tarihinin en önemli yapıtlarından biri olarak önümüzde duruyor. Marcel’in günlüğü ve Camus’nun Defterler’i de hem günlük edebiyatı hem de felsefe tarihi için önemli metinler. Rousseau’nun İtiraflar’ı ise olsa olsa günlük türüyle akraba sayılabilir. Ressamlar bu konuda felsefecilerden daha üretken: Dali’nin, Delacroix’nın, Klee’nin günlükleri iyi birer sanatçı günlüğü olduğu kadar resim sanatı üzerine ilginç düşüncelerin gelişmesinde etken olmuşlardır. Sinemacılardansa Cocteau’nun, Zavattini’nin, Tarkovski’nin günlükleri unutulmamalı. Özellikle, Türkçeye Zaman Zaman İçinde adıyla çevrilen Andrei Tarkovski’nin günlüğü, sadece sinema tarihi için değil, edebiyat tarihi için de eşsiz bir eser olarak nitelendirilmeyi hak ediyor.
Batı edebiyatının, günlük türünün kökleşmesini iyi şair ve yazarlara borçlu olduğunu söylemek, herhalde yanlış olmaz. Victor Hugo’dan Charles Baudelaire’e, Goethe’den W.B. Yeats’e, Dostoyevski’den Whitman’a kadar birçok soy şairin, yazarın yolu günlüğe uğramış. Kafka’nın günlüğünü okuduğunuzda, bunu ancak Kafka’nın yazabileceğini sezersiniz. Marcel Proust, Stendhal, Gombrowicz, Romain Rolland, Batı’dan ilk akla gelen öbür günlükçüler. Bir de, bizim edebiyatımızda hiç olmayan, bütün ömrünü günlük yazma işine vermiş Thoreau, Léataud, Anais Nin, Amiel (tam 174 defter doldurmuştur!) gibi isimler var ki, onlara yalnızca saygı duyulur!
Türk edebiyatında günlük…
Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Yirmisekiz Çelebi Sefâretnamesi ya da Silahdâr Tarihigibi kimi eserlerde bazı olayların günlük biçiminde anlatılmasını saymazsak, edebiyatımıza Batı’daki anlamıyla günlük Tanzimat’tan sonra girmiştir. Ancak neredeyse romanla yaşıt olan bu türün edebiyatımızda yeterince geliştiğini söylemek zor. Türkçede yayımlanmış ilk günlük, Ali Bey’in Seyahat Jurnali’dir. Ali Bey’in, eserinin adında jurnal (Fransızca ‘journal’) sözcüğünü tercih etmesi, günlüğün bize pek çok başka tür gibi Batı kanalıyla geldiğini gösteriyor. Jurnal sözcüğü, Cemil Meriç gibi birkaç istisna dışında, fazla tutunamamış, yerini ‘günce’ ve ‘günlük’ sözcüklerine bırakmıştır. Ataç’ın savunduğu ‘günce’nin de bugün ‘günlük’ kadar yaygın olmadığı söylenebilir. Zaten günce’yi savunan Ataç’ın, Fournier’den yaptığı Adsız Köşk çevirisinde günce yerine ‘ruzname’ ve ‘hatıra defteri’ sözcüklerini kullandığını da unutmamak gerekiyor.
Ali Bey’in Seyahat Jurnali’nden sonra Batılı anlamıyla aslında ilk edebiyat günlüğü sayılabilecek Şair Nigar Hanım’ın günlüğü geliyor. Bu eserin bir kısmı, şairin ölümünden 40 yıl sonra Hayatımın Hikâyesi adıyla yayımlanmıştı. Ahmet Refik’in Kafkas Yollarında adlı seyahat günlüğünden başka, Sultan Reşad ve Vahdettin dönemlerinde sarayda başmabeyncilik yapan Lütfi Simavi’nin notları da günlük olarak nitelenebilir. Yine günlük sayabileceğimiz İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın defterleri ise yayımlanmadı. Atatürk’ün Anafartalar Savaşı sırasında tuttuğu günlükler, ölümünden sekiz yıl sonra Türk Tarih Kurumu’nca basılmıştır. Cumhuriyet öncesinin önemli yazarlarından Ömer Seyfettin’in Ruznameler’i de kitap olarak yayımlanmamış günlükler arasında yer alıyor.
İki öncü: Salâh Birsel ve Ataç
Ruşen Eşref Ünaydın, Falih Rıfkı gibi Cumhuriyet dönemi yazarlarının günlüklerinden bazı parçalar kimi kitaplarında yer alsa da, edebiyatımızda hâlâ dolaşımda olan günlükler denince iki isim akla geliyor: Ataç ve Salâh Birsel. Ataç, Günce’siyle hem bir edebiyat günlüğü ortaya koymuş hem de devrinin edebî eğilimlerine yön vermişti. Salâh Birsel ise Kuşları Örtünmek, Nezleli Karga, Bay Sessizlik, Aynalar Günlüğü, Yaşlılık Günlüğü gibi kitaplarıyla çağdaş edebiyatımızın öncü günlükçüsü oldu. Onun kuşakdaşları sayılabilecek Nuri Pakdil ve Orhan Burian’ın günlükleri de bu iki edebiyat adamını tanımak için eşsiz metinler. Burian’ın günlüğü geçen yıl YKY tarafından yeniden yayımlanmıştı.
Şair günlükleri
Cumhuriyet’ten bugüne doğru günlük yazarlarının beklendiğince çoğalmadığı görülüyor. Şairlerin değil de daha çok düzyazıyla uğraşanların Türk edebiyatında günlük tutmuş olduğunu saptamak mümkün. Bir öykücünün, Tomris Uyar’ın Gündökümleri adıyla yayımlanan günlükleri, hem niteliği hem niceliği düşünülünce, Türkçenin sayılı günlüklerinden biri olarak adlandırılmayı hak ediyor. Cemil Meriç’in iki cilt halinde yayımlanan Jurnal’i ise sadece Türkçede değil, dünya edebiyatında benzerine zor rastlanacak bir yapıt. Romancılardan ilk akla gelen, Oğuz Atay’ın Günlük’ü. Atay’ın hastalığı sürecinde kaleme getirdiği bu günlük daha çok kendi yapıtları üzerinden şekilleniyor. Şairlerden ise akla gelen, elbette, Cemal Süreya’nın Günler’i; tıpkı şiirleri gibi, dönüp dönüp okunacak bir kitap. Cahit Zarifoğlu’nun Yaşamak adlı, “Ne çok acı var.” kült cümlesiyle başlayan günlüğü de Türkçenin benzersiz yapıtlarından biri olarak kalacak. İlhan Berk’in günlüğü El Yazılarına Vuruyor Güneş ise şairin unutulmaz düzyazı kitapları arasında yer alıyor. Hilmi Yavuz’un Geçmiş Yaz Defterleri, felsefe-edebiyat arasında, parçalı yazı’lardan oluşan ve edebiyatımızda türünün tek örneği olan bir günlük sayılabilir. Yavuz’un 30 defteri bulan öteki günlüklerinin yayımlanıp yayımlanmayacağını ise zaman gösterecek. Hulki Aktunç da defter dolusu günlük tutan gizli günlükçü şairlerden. Bunları yayımlamayacağını söylese de, bir ara, Kitaplık dergisinde yayımladığı Kediler Günlüğü’nden bir parça ile okurlarını umutlandırmıştı. Bir başka şair Turgut Uyar’ın günlükleri ise ne yazık ki kitap olarak yayımlanmadı. Sezai Karakoç’un gerçekten Kırmızı Horoz - Doğulu Bir Werther adlı bir günlüğü var mı? Güven Turan vakti gelince günlüklerini yayımlayacak mı? Zaman gösterecek....
Adalet Ağaoğlu’nun ‘dert dökme defterleri’
Usta romancımız Adalet Ağaoğlu’nun geçtiğimiz haftalarda iki kitap halinde yayımlanan günlükleri, hem yayın dünyasındaki en ‘taze’ günlükler olması hem de yakın entelektüel tarihimize ışık tutması bakımından önem taşıyor. Damla Damla Günler başlığıyla yayımlanan eser, 1969 yılından, Adalet Ağaoğlu’nu TRT’den istifaya doğru götürecek ‘karar zamanı’ndan başlıyor; 22 Temmuz 1996 tarihinde yazarın uğradığı ‘trafik saldırısı’yla sona eriyor. Günlüğün ilk cildinde yazarın Ölüme Yatmak adlı romanını nasıl zihninde kurguladığını, ‘karnında taşıdığını’ okurken, bir yandan da entelektüel çevrelerde kimlerin cunta yanlısı olduğunu, hangi yazarların özgürlükçü bir tutum sergilediğini öğreniyoruz. Damla Damla Günler, Sevgi Soysal’dan Muhsin Ertuğrul’a, Orhan Kemal’den Behçet Necatigil’e kadar isimlerin yer aldığı bir yakın edebiyat tarihi resmigeçidi. Adalet Ağaoğlu’nun, kendi deyişiyle, bu ‘dert dökme defterleri’, tıpkı romanları gibi edebiyatımızın seçkin bir burcunda hep var olmayı sürdürecek.
Oktay Akbal, Anılarda Görmek, Geçmişin Kuşları ve Yeryüzü Korkusu adlı üç günlüğünde öykülerindeki sıcak dünyayı yansıttığı kadar edebiyat dünyasına dair birçok anekdot da aktarıyordu. Muzaffer Buyrukçu’nun uzun günlükleri içinse ‘anekdot günlükçülüğü’ demek daha yerinde olur. Fethi Naci’nin eleştiri günlükleri, Türkçede başka örneği olmayan yapıtlardır. Naci’nin günlüklerini okurken kuram bilgisinin yanında edebiyat lezzeti ve yaşanmışlığın sıcaklığını da buluyor insan. Memet Fuat’ın son yıllarını anlattığı günlüklerinin hayatı boyunca tutulmuş olması, kuşkusuz, edebiyatımız için büyük kazanç olurdu.
Günlük, yayımlanmak için mi yazılır? Yazanın kendini temize çıkarma çabası mıdır yoksa bir iç döküş mü? Kişi, günlük yazarken ne kertede içten olabilir? Bu soruların, yazılmış günlükler kadar çok cevabı var. Ne olursa olsun, günlük bir edebiyat türüdür. Sabır işidir. Yaşanmışlığın tadı kadar gündeliğin ayrıntılarıyla da güzelleşir günlükler. Kimisi, içtiği çayı yazar günlüğüne, bu bile güzeldir. Çünkü bir yazardır o çayı içen… Günlüğün olduğu yerde herkes sustuğundan, yazan devleşir. Bazen de bütün çaresizliğiyle okurunun karşısındadır. Salâh Birsel, günlüklerinden birinde, “Ölmeden bu günlük güzelleşmiş olamaz.” yazmıştı. Günlük tutmak, işte bu duygudadır. Günlük, gelecekte bir gün en çok okunan tür olabilir mi? Bir şey söylemek zor. Ancak günlüklerin, edebiyat var oldukça yaşayacağı kuşku götürmez. Çünkü edebiyat, ayrıntı demektir.
“Her gün not tutun; açık, okunaklı. Tarih atmayı da unutmayın. Hayatımın günlüğünü günü gününe tutmuş olsaydım, şimdilerde bir Larousse sözlüğü olurdu elimde. Duyulmuş, derlenmiş bir kelime, yeniden karşılaşılan bir dünyadır. Ah, neler yitiriyoruz! Bütün o yitirdiğimiz incileri düşünün! Hayatınızın günlüğünü yazın!”Max Jacob, Genç Bir Şaire Öğütler, çev. Salâh Birsel
Okumadan ölmeyin Yaşama Uğraşı, Cesare Pavese, çev. Cevat Çapan
Günlükler, Franz Kafka, çev. Kâmuran Şipal
Günlük, Andre Gide, çev. N. Alsan
Huzursuzluğun Kitabı, Fernando Pessoa, çev. Saadet Özen
Apaçık Yüreğim, Charles Baudelaire, çev. Sait Maden
Zaman Zaman İçinde, Andrei Tarkovski, çev. Seda Kervanoğlu
Jurnal 1-2, Cemil Meriç
Yaşamak, Cahit Zarifoğlu
Bir Hüzün Güncesi, Katherine Mansfield, çev. Şadan Karadeniz
Günlükler, Soren Kierkegaard, çev. İbrahim Kapaklıkaya
Bulursanız okuyun
Bir Yazarın Günlüğü, Virginia Woolf, çev. Fatih Özgüven
Sylvia Plath’ın Günceleri, çev. Şadan Karadeniz
Hastane Günlüğü, Hervé Guibert, çev. Tahsin Yücel
Tutsaklık Güncesi, Louis Althusser, çev. Esra Özdoğan
Günlükler, Stefan Zweig, çev. İlknur Özdemir
Defterler, Albert Camus, çev. Ümit Moran Altan
Gündökümü, Tomris Uyar
Günler, Cemal Süreya
Aynalar Günlüğü, Salâh Birsel
El Yazılarına Vuruyor Güneş, İlhan Berk
Keşke günlükleri Türkçeye çevrilse
Hermann Melville
Victor Hugo
J. W. Goethe
Witold Gombrowicz
Romain Rolland
Novalis
Walt Whitman
Henry James
Stendhal
W.B. Yeats
Keşke günlük tutsalardı
Oscar Wilde
Behçet Necatigil
Immanuel Kant
Şeyh Galib
Thomas Bernhard
Vüs’at O. Bener
Arthur Rimbaud
Bilge Karasu
J.D. Salinger
Ahmet Hâşim

Günlükler arasında bir zaman yolculuğu
CEMAL SÜREYA’DAN
543. Gün
Milliyet Sanat’a uğradım. Fethi Naci Eleştiri Günlüğü’nü yollamış.
TV’de, sekiz otuz haberlerinde, birden, Edip Cansever’in ölüm haberi verildi. Bu haber inanılmaz ölçüde sarstı beni. Rastlanmadık bir biçimde ve yüksek sesle ağlamaya başladım. Oğlum fazla kaygılanmış, gelip avutucu şeyler söyledi. Turgut’ta bunca sarsılmamıştım. Üst üste gelişte bir şey var belki. Otuz yıllık arkadaşımdı. Yalnız sanat serüvenimizi değil, haya serüvenimiz de iç içe durumlar yaşamıştır.
544. Gün
Sabah altıda evden çıktım. Bomboş sokakları dolaştım durdum. Başımda bir uğultu. Tuhaf da bir heyecan. Rıhtımda yürüdüm. 1 Haziran 1986”
(Günler)
***
FERİT EDGÜ’DEN
Degerndorf, aralık, 58
… Duygusuz. Yola çıktığımdan beri duygusuz, her şeyin önünde ve her yerde. Her şey yabancı; her şey ilgimin dışında. Az önce balkona çıkıp ap ak çevreye bakarken yeniden anladım bunu. Kar burada her şeyi örttü. Olduğum yerden hiçbir şey görünmüyor; ne bir ağaç, ne bir ev, hiçbir şey. Her yer ap-ak. Gözyorucu bir aklık (boşluk?).
(…)
Yazmayı denemiyorum bile. Bu boşlukta yazmak? Niçin? Kimin için? Nasıl? Ordan oraya bocalıyordum. Şimdi biraz duruldum. Yazmak diye bir sorunum yok. Giderek belki okumak diye bile. Yanımda getirdiğim kitapların hemen hiçbirine el sürmüyorum. Bir çukur oluşuyor çevremde, bu çukura gün geçtikçe daha bir gömüldüğümü duyuyorum.
… Acı çekme isteği. Kendini yeniden bulma.
(Bir Günlüğün Günlüğü-kitaplaşmamıştır)
***
TURGUT UYAR’DAN
30.01.1956
Az konuşur olmayı, suskun olmayı erdem saymıyorum artık. Kendini kaçırmak, kendini gizlemek gibi geliyor bana.
27.02.1956
İzinliyim. Boşum. İlgisiz dolaşıyorum sokaklarda. Bu boşluk, bu kayıtsızlık ürküntü veriyor bana. Doğaya uygun, yapmacıksız bir yaşama özlüyorum. Kurtuluşumuz şiirden falan gelmeyecek, yaşamamızdan gelecek gelecekse.
3.1.1956
Nigâr Hanım’ın şiirlerini okudum. Elbette ilkel şiirler birçoğu. Ama birden düşünüyorum. “Gücenme, aslı harâbım senin firâkında” dizesi, bir bakıma, bir şiir geleneğinin yenilenmesi döneminde, yeni bir duygu, yeni bir söyleyiş sayılamaz mı?
Geçmiş ozanları, duygularının, söyleyişlerinin cılızlığı yüzünden küçümsemek doğru mu? Duygular yeni, biçimler, duyarlanma yeni. Bugün bu şiirleri, dolayısıyla bu duyguları, ancak eski şiirler öyle yazıldığı için daha iyi anlıyoruz. Öyleyse, iyi kötü bütün geçmiş ozanlara selam.
(Günlük-kitaplaşmamıştır)
***
ALİ CANİP YÖNTEM’DEN
Cuma, 5 Mart 1920
Bugün öğleye kadar evde uyudum. Sonra sokağa çıktım. Arkadaşlardan diş tabibi Şevki Bey’le Cafer, Ömer’i ziyarete gelmişlerdi. Fakülteye götürdüğümüzü söyledim. Oraya gittiler.
Cumartesi, 6 Mart 1920
Öğle üzeri fakülteye gittim. Doğru Ömer’in odasına girdim. Bitap yatıyordu. Elini elime aldım. Ter içindeydi. Burnunun delikleri kararmış gibiydi. Nefesi de intizamsızdı. Hizmetçi kadınlara sordum. Gece çok sayıklamış, “Burası hastane değil, tımarhane… Ben Canip’e gideceğim!” demiş. Dalgındı, “Ömer! Ömer!” diye seslendim. Gayet fersiz gözlerle bana baktı: “Tanıdın mı?” dedim. Kendine mahsus çabuk ifadeyle kafasını sallayarak “Canip!” dedi, yine daldı. Kâğıdına baktım: hararet “39,2” şeker litrede 28. Bir müddet bekledim. Sonra tekrar seslendim: “Ömer, konsültasyon günü yarınmış, erkenden gelirim. Artık gideyim mi?” Kafasını salladı “Git, git!” dedi. Yeis içinde ayrıldım. Fakat hâlâ ümit ile doluydum. Çünkü Ömer ve ölüm birbirine tamamıyla yabancı iki şeydi. Eve gelirken deniz kenarında hizmetçime rasgeldim. Bana doğru koşuyordu. “Ne var?” dedim. “Sizi Tıbbiye’den istiyorlarmış. Rıdvan Beyler’de bekliyorlar” cevabını verdi. Soluk soluğa komşumuza gittim. Ortada bir fevkalâdelik vardı. Nihayet anlaşıldı: Ömer ölmüş!...
(Ömer’in Ölüm Hastalığına Dair Notlarım-Ömer Seyfettin, 1947)
***
ŞAİR NİGAR HANIM’DAN
31.10.1917
İleride, bu satırlar bir kimsenin gözüne değerse, defterin güzelliğine şaşılmasın! Onu, bugün, Mahmutpaşa’da satın aldım, ama, az kaldı canım pahasına. Aman Yarabbi! İstanbul’umuza böyle ne oldu? Kalabalıktan tramvaylara girmek kabil değil ki! Toptan gülle çıkar gibi zorla bir vagona attım. Bu, tramvaya girmek değil, ezilmek, üst baş parçalamak… Ne oldu halkımıza Yarabbi? Bu her yeri dolduran kifayetsiz, kaba, kötü dilli insan kalabalığı nereden geldi? Evde yalnızlığıma, sokakta bu kalabalığa dayanamıyorum, ağlayacak hale geliyorum. İşte böyle, avunmak için, avare bir kuş gibi çırpınıyorum. Şu defterle de dertleşmesem çıldıracağım.
8.2.1918
Dün Naciye Sultan’a telefon edip “Pek göreceğim geldiyse de vasıta bulunmadığı için mehcur kaldığımı” söylemiştim. Lütfen araba gönderdi. Havanın şiddetine rağmen pek rahat gittim. Beşe kadar birlikte vakit geçirdik, çay içtik. Sultan Efendi pek ziyade iltifat etti,
-Bu harb ne zaman bitecek?
diye benden sordu. Halimiz ne olacak Yarabbi? Acıklı insanlık daha ne zamana kadar böyle inleyecek?
(Hayatımın Hikâyesi)
***
CAHİT ZARİFOĞLU’NDAN
ANKARA 1978 28 KASIM
Üstad Necip Fazıl’ı Mola otelinde ziyaret ettik. Büyük Doğu’yu son beş sayı çıkarıp kapayışından sonra, arkadaşlar Akif, Erdem, Rasim onunla ilk kez karşılaşıyorlar. Alaeddin ve Mehmet de var. Üstad:
-Büyük Doğu son çıkışında en parlak dönemini yaşadı. Kapanmasında çeşitli nedenler oldu. Ama en büyük amil siz oldunuz, dedi.
Otelin ilk katında, lobideyiz. Üstad sakin, yumuşak ve yalnız. Saat 18’de beni Akabeden aradığında,
-Arkadaşlara da haber ver, gelsinler, son bir görüşme yapalım, dedi. Erdemle Rasim’i görebileceğimi söyledim. Bu telefondan az önce, bu ikisine Üstad’ın önceki gelişinde yine kendilerini istediğini; ancak kendilerine haber veremediğimi anlatıyordum. Telefon tam o anda geldi. Büroya çıktık. Yine Üstad’ın telefonu. Bu kez Akif’le Hasan’ı da haberdar etmemi istedi.
Lobi tenha. Üstad:
-Bana giran geldiniz, diyor. Geçen olayları kısaca özetliyor. Rapor 4’te yazdıklarını ılımlı bir dille tekrar ediyor bir bakıma.
(…)
Üstad’ın söylediklerini, aradan 24 saat bile geçmediği halde hemen hemen hiç hatırlamıyorum. Tek tek cümleler aklıma geliyor. Mesela,
-Yalnızım, dedi.
Ondan böyle bir şeyi ilk defa duydum. Korkuyor insan.
(…)
(Yaşamak)
***
OKTAY AKBAL’DAN
28 Aralık Çarşamba
Ocak’ın 29’unda tam on yıl olacak. Ziya Osman Saba’yı karlı bir havada Eyüp’te toprağa vermiştik. Yıllar çabuk mu geçiyor belirli bir yaştan sonra? Çocuklukta günler, haftalar bitmezdi bir türlü. Ama yolun yarısına gelmeyegör, her şey kopuk bir film gibi akıveriyor… Ziya Osman’ı son görüşümde ince bir dosya çıkarmıştı çekmeceden. “Nefes Almak” yazıyordu üzerinde. Yeni kitabıydı. “Ölümümden sonra çıkacak,” demişti. “Haydi haydi,” demiştim, “Okurları o kadar bekletmeye hakkın var mı?” Gülümsemişti. Birkaç hafta sonrasını mı düşünerek. Ben düşünememiştim o günden ötesini. Canlı bir insanın, hele bir dostun, bir sevilenin yok olabileceğini düşleyemiyoruz.
On yıl geçip gitmiş bile. Şiirlerini karıştırıyorum. Bilmeyen, Ziya Osman’ı yaşamı süresince ölümü özleyerek bekleyen biri sanır. Hep ölüm, hep ölüm düşünceleri. O ölümü değil, dünyada bulunamayacak bir çeşit “yaşam”ı özlüyordu.
(Anılarda Görmek)
***
HİLMİ YAVUZ’DAN
Sabah, 24 Mayıs
Bu kaldırımüstü açık hava kahvesini seviyorum. Sabahları güneş almıyor ve rüzgâr duyumsanabiliyor. İlkyaz sabahları bu kentte, bir ağaç hışırtısıyla, işte buradayım, bu kahvede çayımı içmeye hazırlanıyorken, birden, bir kokuyla, belirsiz, geliveriyor. Kağşamış gövdemi üşütmemeye çalışarak ve onunla, o yaşlı, atık gövdeyle, genç ilkyaz arasındaki karşıtlığı bilincimde kavrayarak; bilincimin, işte bir ince dilim limon koyup, gövdeyle ilkyazın bileşimi olduğunu düşünerek, içiyorum çayımı.
Eskiden, çok eskiden bir öykü yazmıştım. Malte gibi söyleyeyim: Ah, öyküler yazardım ben, genç kızların mavi kurdelelerinden söz açan, düz pabuçlu ve ince beyaz pardösüleri olan ve yağmurlardan; o öykülerden birinde, akşamları sokağa çıktığımda yüzüme menekşelerin atıldığını yazmıştım; -ve ‘ah, cumartesiler başkadır, sokaklar başkadır’ diye yazmıştım. Şimdi burada, bu zarif kaldırımüstü kahvesinde, İstanbul’da, ondan asla kopamadığım için beni izlemeyen bu kentte, (şimdi neler çağrıştırıyor, bu kent, ‘polis seni izliyor’lardan, polis izliyor’a) bu cumartesi sabahı, limonlu çayımı bitirmek üzereyken ve nedense bir çay daha isteyerek, gündelik yaşamımı inceltiyorum sanki.
(…)
(Geçmiş Yaz Defterleri)
***
CEMİL MERİÇ’TEN
26.2.1963
Ağaç her gün meyve vermez. Konuşmayan ağaçlar da vardır. Ne dallarında çiçekler gülümser baharları, ne çiçeklerinde arılar dolaşır. Konuşmayan ağaçlar da var…
Zindanda söylenen şarkıyı kim dinler? Zindanda söylenen şarkı ölüm kokar, zincir kokar, küf kokar. Ölüm açacak kapısını bir sabah o zindanın, ardına kadar.
Kuşlar gibi geçiyor günler önünden, cıvıldamıyorlar. Günler tren, günler mavi ufuklarda eriyen birer ümit. Kanatlarından yakalayamıyorsun kuşları. Tren sessiz gidiyor rüya ülkelerine.
(Jurnal - Cilt 1)
***
TOMRİS UYAR’DAN
26 Aralık 1975
Öykü kitabım çıkmış. Cağaloğlu’na inip alacağım birkaç tane.
Hava yağmurlu, pis.
Köprünün tam ortasındayken yaygın, büyük bir kızıllık aldı gözümü. Şoför de şaşırdı. Birilerine sorduk, Gürün Han’da yangın çıkmış. Öteki hanlara da sıçramış.
Halk öyle alışık ki böyle olaylara, kılı bile kıpırdamıyor. Sıkışan trafiği yarıp güvercinlere yem atanlar var, kimse başını çevirip yangına bakmıyor. Oysa gök ürkütücü, kara dumanlarla kaplı.
İlk kitabımı basacak biri çıktığında bayağı sevinmiştim. Çünkü büyük çoğunluğun çarçabuk benimseyeceği bir iş yaptığımı sanmıyorum, bunu anlamam epey vakit aldı; ama artık kimlere seslendiğimi biliyorum. Bana dar, küçük gelen hiçbir şeyi kullanamayacağımı da.
Üç-beş kitap alıp eve döndüm. Kapağı elledim, sevdim. Bütün nesneleri, varlıkları ancak dokunarak tanıyabiliyorum. Bir kadının saçlarının parlaklığını, inceliğini, bir erkeğin omuzlarını ancak değince anlayabiliyorum. Kitabım da artık benim sayılamayacağına göre, onu da dokunarak kavramaya çalıştım.
(Gündökümü)
***
ATAÇ’TAN
17 Nisan Cuma, 1953
Baktım çocuklar uçurtma uçuruyor. Her yıl, ilkyaz aylarında, uçurtmayı gördüm mü, bir üzünç duyarım içimde, ağlamaklı olurum. Ben uçurtma uçurmadım ki! Çocukluğumda pek isterdim, o renk renk kâğıtlardan yapılmış uçurtmaların havalanmasına içimi çekerek bakardım. Annem bırakmazdı beni uçurtma uçurmama. Günah mıymış neymiş, öyle bir şey uydurmuştu.
(…)
Çocukluğum olmadı benim. Çocukluğu olmayanın gençliği de olmaz. Bir şey söyleyeyim mi ben size? İhtiyarlığı da olmuyor böylesinin. Hani güzel bir ihtiyarlık vardır, insan çocukluğunda yaptıklarını, gençliğinde yaptıklarını hatırlar, anlatır da gözlerinin içi parlar, ben kendimde değil, başkalarında gördüm onu. Çocukluğu, gençliği olmamış kişinin yaşlılığında da bir tatsızlık var, yalnız ölümü düşünüyor, ölümden korkuyor, işte o kadar.
(Günce: 1)
***
NECİP FAZIL’DAN
Cuma, 9 Ocak
Bugün hava yağmurlu ve puslu… Saat 2’ye 5 var… Bu âna kadar defterimi açamadım. Halim bir tuhaf…
Bugün anladım ki, beni delikten çağırdıkları, meydancı gelip “Bir isteğin var mı?” diye sorduğu, berberin tıraşa geldiği, hasılı insanlarla temas ettiğim an, üstüme acayip bir uyuşukluk, sinsi bir donukluk, anlatılmaz bir garipseme hissi çöküyor. Hayret! Bir aylık yalnızlığın tesirine bakın! Hayırdır inşallah; nereye gidiyorum?
Perşembe, 15 Ocak
Şiir kitabımı bitirdim; ve güya rahat bir nefes aldım. Hava suratlı…
Saat üç buçuk… Gaz sobam trampet çalıyor. Yevmiyemin 40’ıncı gününe rastlayacak olan 20 Ocak Salı gününün iple çekiyorum.
Cuma, 16 Ocak
Allah… Başka tek kelime söyleyemeyecek haldeyim.
(Kırk Günlük Hapishane Yevmiyesi-Cinnet Mustatili)

24 Şubat 2017 Cuma

dünyanın çatısı tibet...

Özgürlüğün veya özgürlük duygusunun Tibet'te yeniden yazıldığına size yemin edebiliriz. Drachen'de 5000 metre yükseklikteki Gyantak manastırına zorlu bir yürüyüşün sonunda kutsal sayılan Kailash Dağı'na da geldiniz demektir. Kailash Dağı'nın çevresinde başlayan zorlu tırmanışın kaçınılmaz olduğunu bilmelisiniz. Otellerin yanı sıra Tibet'te manastırlarda da geceleme olasılığı var. Bu manastırlardan biri Zutrukpul manastırı. Bir Tibet gezisi planlıyorsanız böylesine bir planı eylül-nisan ayları için yapmanızı salık veririz.
Masallar, efsaneler: Bir zamanlar Buda, 8000 maymunun kralı olarak Himalaya Dağları eteklerinde bir mango ağacının tepesinde yaşamaktaymış. Bir gün Varanasi Kralı Brahmadatta av peşindeyken Buda'nın yaşadığı ağacın dibine gelmiş. Yanındaki adamları ağacın etrafını çevirmişler. Ağaçtaki meyveleri görünce ağcı sallamaya başlamışlar. Ağaçtaki maymunlar bir anda neye uğradıklarını şaşırmış ve can havliyle bağrışmaya başlamışlar. Maymunlar Kralı Buda, halkını bu durumdan kurtarmak için nehrin öte yakasına sıçrayıp bir bambu sırığı bulmuş. Sırığı beline bağlayıp yeniden ağaca sıçramış. Ancak sırık kısa gelmiş. Halkını kurtarabilmek için Buda kendi bedenini de sırığa eklemiş. Ve bir köprü oluşturmuş. Böylece ağaçtaki bütün maymunlar Buda'nın bedenini köprü gibi kullanarak nehrin öte yakasına geçmişler. Ancak Buda çok yorulmuş ve bedenindeki acılara daha fazla dayanamayarak ölmüş. Maymunlar Kralı'nın kendi halkına karşı gösterdiği özverili davranışı Brahmadatta da görmüş. Maymun Buda'nın cesedini yaktırmış ve kafatasını kutsal kalıntı olarak muhafaza etmiş. Tibet, Çin'in batısında 7000-8000 metre yükseklikteki Himalaya dağlarıyla çevrili. Yedinci yüzyılda çoğu Tibetli göçmen toplulukları topraklarında kalmayı yeğlemiş ve Kral Songten Gampo tarafından birleştirilmiş. Sekizinci yüzyılda ise Tibet ve Çin arasında bir barış anlaşması imzalandı.
Dalai Lama'nın Ülkesi: Tibet'te,  Budizm’in merkezi sayılan Jokhangi'nin renkleri insanı alıp başka dünyalara götürecek cinsten. Zengin iki tüccar ve yardımcıları 1937 senesinde soğuk bir kış gününde evimize gelmişler ve ateşimizde çay yapmak için izin istemişler" diye başlıyor anlatmaya. Evin en küçük oğlu Tenzin Gyatso hiç çekinmeden tüccarın yardımcılarından birinin kucağına oturmuş ve boynundaki kolyesiyle oynamaya başlamış. "O benimdir" demiş iki yaşındaki çocuk. Yabancılar birbirlerine bakmışlar. Kolyenin özelliği, birkaç yıl önce 13.Dalai Lama'ya ait olmasıymış. Eğer benim kim olduğumu söylersen senin olabilir diye cevap vermiş adam. Küçük çocuk, "Sen Sera Manastırı'nın Lama'sısın diye cevap vermiş. Daha önce hiç görmediği halde gruptaki dier iki rahibin isimlerini söylemiş. Aslında rahipler Takster köyüne tesadüfen gelmemişler. Arama ekipleri iki sene önce ölmüş olan Dalai Lama'nın yeniden doğuşunu aramaktaymış. Rahiplerin konuşmaları ve gelecek ile ilgili tahminler Ambo kasabasındaki bu küçük köyde yeniden doğuşun olabileceğini göstermiş. Kuralları yüzyıllardır değişmeyen bir sınava tabi tutulmuş küçük çocuk. Çeşitli nesneler gösterilmiş. Aralarından 12 tanesini hatasız olarak seçmiş. Seçtiklerinin tümü de son Dalai Lama'ya aitmiş. Vücudundaki araştırmalar sonunda hiçbir kuşkuya yer kalmamış çocuğun vücudu istenilen sekiz işareti barındırıyormuş. Büyük kulaklar, sanki bir kaplanın pençesinden çıkmış gibi bacağındaki çizgiler ve vücudundaki bazı benler. Annesinin Tenzin'in gözlerinin açık doğduğu günün gecesindeki iki mavi ejderhayı rüyasında görmesi de onun yeni Dalai Lama olduğunun diğer kanıtları olmuş. Böylece 14.Dalai Lama bulunmuş. "O gün ailemin tüm yaşantısını değiştirdi" diye anlatıyor Perma. Bir anda Tibet'in en gözde ailesi olmuşlar, köylerinde iki sene daha yaşadıktan sonra Tenzin onları büyük bir törenle başkent Lhasa'ya götürmüş. Binlerce inanan sokakları doldurmuş. O andan itibaren çocuk Potala'da Lhasa'nı simgesi olarak kenti taçlandırmış.
Tibetli Kadının İsyanı: 1950, -Tibet halkı için tamamen sürpriz olan- Çin saldırısının başladığı yıldı. 40 bin kılız Çinli asker Tibet'in kuzeyine girdi ve kötü donanmış Tibet ordusunu yenip, ülkeyi ele geçirdi. O gün, aynı zamanda Çin işgalinin zamanı durdurduğu ve işkencenin, açlığın, terörün ve politik baskının başladığı andı. İşgalciler sistemli olarak Tibet'in din ve kültürünü sömürmeye başladılar. Maddi imkânları iyi olan çoğu Tibetli aile çocuklarını güvenliğe yolluyordu. Hindistan'a. Mart 1959'da 24 yaşına gelen Dalai Lama tüm ülkeyi etkileyecek zor bir karar aldı. Lhasa’da bir halk devrimi gerçekleştirdi. Çinliler müdahale ettiler. Tenzin, Gyato'dan danışmanlarından gelen baskıya boyun eğdi. Köylü gibi giyinip büyük bir kum fırtınasından yararlanarak birkaç yandaşıyla birlikte kaçmayı başardı. Çinliler bu kaçışı iki gün sonra fark ettiler ve ceza olarak 20 bin Tibetliyi linç ettiler. Aile, Drahamsal'da -Hidistan'ın kuzeyinde- bugünkü Tibetli sürgün hükümetin ve yurtdışındaki en büyük Tibet topluluğunun bulunduğu bir yerde bir araya geldi. Tibetli kadınlar istikrarlı Çin halk politikasının, vahşi kırlaştırmalarının ve kürtajların mağdurları. Bölgeye göre Tibetliler özel izinle bir ya da iki çocuk sahibi olabiliyorlar. Gaye belli; Tibetli azınlığı sayılarla kuvvetli bir şekilde daha da azaltmak. Bu arada Çinliler Tibet'e göç ettiriliyor.

23 Şubat 2017 Perşembe

başarının kokusu


Uzmanlar, klavye kullananlar için limon ve okaliptüs karışımı koku öneriyor. Bu koku görüntülü bilgi ünitesinin (VDU) tetikte olmasını sağlıyor çünkü. Öğleden sonraki enerji kaybı  için, çam kokusu öneriliyor. Çam kokusunun zihni açtığı ve günlük çalışma kapasitesini artırdığı söyleniyor. Fiziksel görevlerde, aktivitenizi güçlendirecek olan karabiber, greyfurt, fesleğen ve bergamot karışımı koku öneriliyor. Bir iş görüşmesine gittiğinizde vücudunuza greyfurt, fesleğen ve bergamot karışımı koku sürün, bu zihinsel açıklığınızı artıracaktır.

22 Şubat 2017 Çarşamba

fındıkkıran balesi


Fındıkkıran Balesi 17 Aralık 1892 tarihinde Rusya, St. Petersburg Maryinski Tiyatrosu’nda ilk kez sahne aldığı günden bugüne en sevilen bale olarak adını herkesin hafızalarına kazımayı başardı. 1816’da ünlü Alman yazar E.T.A. Hoffman’ın yazdığı “Fındıkkıran ve Fare Kral”, Piotry Illych Tchaikovsky’nin güçlü müziği ile birleşerek tüm dünyada izleyenlerin aşık olduğu bir gösteri haline geldi.
Fransız yazar Alexander Dumas bu hikâyeyi 1847’de yeniden yazdı. Böylece Rus bestecisi, Peter Illich Tchaikovsky ve koreograf Lev Ivanov ve Marius Petipa “Fındıkkıran” adlı baleyi yarattılar. Hikâyenin özü ise bir cümleyle özetlenebilir; “Bir şeyi çok severseniz, daima yaşamaya devam eder.”
Heyecanlı ve fantastik bir noel akşamını anlatan hikayesi ile Fındıkkıran, ilk kez 1892 yılında Petersburg’da sahnelendi.
Fındıkkıran’ın Hikayesi;
Noel akşamıdır. Bay ve Bayan Stahlbaum ile çocukları Clara ve Fritz’in evindeki parti için misafirler gelmektedir. Çocuklar oynayıp dans ederlerken ana-babaları da onları izler, dansa katılırlar. En son Clara ve Fritz’in vaftiz babası Dr.Drosselmeyer gelir. Yaptığı sihirbazlıklar ve hediye ettiği, insan gibi görünen mekanik oyuncak bebekleriyle çocukları adeta büyüler. En değerli hediyesi Fındıkkıran’ı ese Clara’ya ayırmıştır. Oyuncağı kıskanan Fritz onu kırar. Ancak sihirli güçlerini kullanan Dr.Drosselmeyer, oyuncağı onarır. Herkes evine gittikten sonra uyuyamayacak kadar heyecanlı olan Clara salona süzülür, Fındıkkıran’ı eline alır, insan büyüklüğünde görünen gölgeleri izler, korkar, kanepenin arkasına saklanır, ancak bir kabus gördüğünü fark eder. Tuhaf şeyler olmaya başlamıştır, oyuncaklar ve hediyeler dev boyutlara ulaşır. Fındıkkıran canlanır, askerleri barbar Fare Kral ve farelerine karşı savaşa sokar. Birden vaftiz babası Dosselmeyen Fındıkkıran’ı yakışıklı bir prens, Clara’yı da prenses haline getirir. Üçü birlikte Fındıkkıran’ın ülkesine, Tatlılar Krallığı’na doğru yola çıkarlar. Önce, Kar Perileri’nin dans ettiği Karlar ülkesinden geçerler. Clara, Prens Fındıkkıran ve birçok oyuncak, yolculuklarına devam eder. Prens Fındıkkıran, Fare Kral ile savaşarak cesaretini kanıtlamak zorundadır, onunla dövüşür ve öldürür. Sonunda Tatlılar Krallığı’na varırlar. Oyuncak bebeklerden her biri kendi ülkesinden bir dans sergileyerek Prens’e teşekkür ederler. Son olarak Prenses Clara ve Prens Fındıkkıran, Grand Pas de Deux dansını yaparak aşklarının kutlarlar. Clara için Noel gecesi gerçekten bir rüyanın gerçekleşmesi haline dönüşür.

21 Şubat 2017 Salı

FUSILLI ALLA SICILIANA (Sicilya Usulü Fusilli)


Malzemeler:
400 gr. Fusilli makarna,
4 patlıcan,
1 kabak,
2 dolmalık biber,
1 pırasa,
1 soğan,
biberiye,
40 adet siyah zeytin,
80 gr dolmalık fıstık,
1 kg soyulmuş domates,
taze fesleğen,
80 gr zeytinyağı,
80 gr. tereyağı,
4 diş sarımsak,
60 gr rende parmesan.
Hazırlanışı:
Yağları tavaya koyarak, ince ince kıyılmış sarmısakla birlikte tavada çevirin. 3-4 cm inceliğinde doğranmış sebzeleri, yukarıda belirten sırayla tavaya atın. Bunları biraz çevirdikten sonra dolmalık ve biber, fıstık ve zeytinleri ekleyin. Üzerine soyulmuş domatesleri koyup biraz suyunu çekmesini bekleyin. Son olarak üzerine tuzu ve biberi katın. Tencerede makarnayı kaynatın. Dilediğiniz kıvama gelince fusillileri süzerek tavaya alın. İyice karıştırdıktan sonra üzerini fesleğen yapraklarıyla süsleyerek servis yapın.