Günlüğünüz karşısında ruhen çırılçıplak kalmayı göze alabileceğiniz belki de tek dostunuz.
28 Şubat 2017 Salı
tam kitap okumalık
kahveli, çaylı, sıcak çikolatalı, kakaolu kekli, zencefilli kurabiyeli, frambuazlı pastalı, tarçınlı vanilyalı dondurmalı... bol kitaplı fon da sakin müzikli bir gün...
26 Şubat 2017 Pazar
Edebiyatın yeraltı suyu: Günlükler
Günlük türünün ne
olduğu üzerine kafa yormak, aslında biraz da edebiyatın ne olduğunu
düşünmektir. Düzenli olarak tutulmuş, tarih atılmış notlardan mı ibarettir
günlükler yoksa bundan fazla bir şey mi?
Bu
konuda en genelleyici tanımı usta günlükçü, romancı André Gide yapmıştı:
“Günlüğün anıdan tek farkı, günü gününe tutulmuş olmasıdır.” Edebiyatın
toplardamarlarından biri olarak her günlük bir portre, bir öykü, bir anı, bir
tarih yazısıdır. Yayımlanmak için yazılsın yazılmasın, her günlüğün bir kurgusu
vardır. Paris’teki Bir Yabancının Günlüğü yazarı Malaparte’nin dediği gibi,
“Günlüklerin, tüm öyküler gibi, bir başı, bir entrikası ve bir sonu vardır.”
Günlük türünün kökeni üzerine
Öteki
edebiyat türlerinin kökeniyle karşılaştırıldığında, günlüklerin çıkış noktası,
yanıtı daha belirsiz bir soru olarak karşımıza çıkıyor. Türün geçmişini
irdelemek, günlük yazmanın doğası üzerine düşünmek anlamına da geliyor. Batı’da
günlüğün, Doğu’ya göre daha gelişmiş bir edebiyat türü olduğuna kuşku yok. Ama
örneğin Japon edebiyatında da 10. yüzyılda yazılmış günlükler bulmak mümkün.
Dolayısıyla günlük türünün hem Doğu hem Batı kültürlerinde, kendine özgü
şartlar altında biçimlendiği söylenebilir. Peki, nedir günlük yazmak? Başlı
başına, bir ömür adamayı gerektiren bir yazı uğraşı mı? Öyküden, şiirden
kesilince başvurulan bir teselli mi? Yoksa yazın kuramlarını, yaşanan dönemin
olaylarını taslak halinde sunan birer belge mi? Sağlıklı saptamalar yapabilmek
için günlükleri farklı başlıklar altında değerlendirmek en doğrusu.
Edebiyat günlükleri
Bir
edebiyat günlüğü, yalnızca bir edebiyatçının elinden çıkmış günlük değil,
edebiyat olaylarına, kişilerine ve sorunlarına yönelmiş günlüktür. Özellikle
Batı’da, 20. yüzyılda yaygınlaşan bu tür günlükler, “özel günlük” olma
niteliğini de taşır. Aynı zamanda başka türlerde yapıtlar veren André Gide,
Julien Green, Max Frisch, Stefan Zweig gibi yazarlar, geride edebiyat
günlüklerinin seçkin örneklerini bıraktılar. Örneğin Gide, Kalpazanlar adlı
romanını yazdığı süreçte bir günlük tutmuş ve yapıtının aşamalarını, kuramını
apaçık ortaya koymuştu. Öte tarafta, Gide’in bu ‘edebiyat’ günlükleri, en özel günlüklerden
de sayılır, onu, yazarın kendi iç dünyasına vurduğu bir neştermiş gibi
ürpertiyle okuruz. Edebiyat günlüklerinin iki unutulmaz örneği de, Katherine
Mansfield ve Virginia Woolf’un günlükleridir. Mansfield, henüz 16 yaşındayken
yazmaya başladığı Bir Hüzün Güncesi’nde, yazarlık tutkularını, hırslarını,
kıskançlıklarını, kırgınlıklarını içtenlikle ortaya serer. Bu hüzünlü günlük,
Mansfield’ın erken ölümünden sonra yayımlanmıştır. Virginia Woolf da, Bir
Yazarın Günlüğü’nde, adından da anlaşılabileceği gibi, yapıtını ve yazarlığını
merkeze alır. Bir Yazarın Günlüğü türünden metinler, bugün edebiyat tarihçileri
ve meraklı okurlar için hazine değeri taşıyor.
Günlüğün intihar yüzü
Edebiyat
günlükleri, geçen yüzyılda yaygınlaşırken bir özellik daha kazanmıştı: Yazarı
hayattayken yayımlanmak. Bu durum, günlüklerin ne kadar içten olduğunu sorusunu
getirse de Cocteau, Maugham, Maurois, Gide, Green gibi birçok yazar
günlüklerini sağlıklarında yayımladılar. Belki biraz da bu yüzden, günlüğünü
hayattayken yayımlamayanların yazdıkları daha ‘içten’ bulundu. Hele bir de
yazarının müntehir olması, günlüklere ayrı bir çekicilik ve sahihlik katıyordu.
İntihar eden iki yazarın, Cesare Pavese ve Sylvia Plath’ın günlükleri, bunun en
iyi iki örneğidir. Cevat Çapan’ın dilimize Yaşama Uğraşı adıyla kazandırdığı
Pavese’nin günlüğü, edebiyat tarihinin en sarsıcı metinlerinden biri belki de.
Çok iyi bir edebiyat günlüğü sayılabilecek Yaşama Uğraşı, adım adım intihara
giden bunalımlı bir yazarın iç dünyasını, hiçbir ‘özel’ günlüğün yapamayacağı
kertede ustalıkla yansıtır. Pavese, bir otel odasında canına kıydıktan sonra
kitaplaşan ve uzun yılları kapsayan bu günlük, neredeyse yazarının öteki
yapıtlarını gölgede bırakmıştır. Sylvia Plath’ın günlükleri de intiharından
sonra kocası Ted Hughes’un ‘müdahale’siyle yayımlanmıştı. Başyapıtı Sırça Fanus
kadar olmasa bile, Plath’ın günlüğü yıllardır ona yakın bir ilgiyle okundu,
okunuyor.
Okuma günlükleri, eleştiri
günlükleri, sanatçı günlükleri…
Zaman
içinde edebiyat günlüklerinin de alt kolları oluştu. Eleştiri günlükleri, okuma
günlükleri yazılmaya başlandı. Bunun Türkçede yayımlanan son örneği, Alberto
Manguel’in Okuma Günlüğü adlı yapıtıydı. Öte yandan, günlük, modern romanda da
bir imkân olarak belirdi, bir anlatım tekniğine dönüştü. Örneğin, çağdaş
edebiyatın büyük yapıtları Sartre’ın Bulantı’sı, Rilke’nin Malte Laudris
Bridge’nin Notları ya da Martin Walser’in Jocob Von Gunten’ı, günlük biçimiyle
yazılmıştır. Fernando Pessoa’nın başyapıtı Huzursuzluğun Kitabı, niçin okurun
karşısına hep farklı kimliklerle çıkan şairin günlüğü olarak okunmasın?
Yalnızca yazın türleri değil, öteki sanatlar da geride günlük edebiyatı için
hatırı sayılır metinler kalmasını sağlamıştır. Kierkegaard’ın günlüğü, felsefe
tarihinin en önemli yapıtlarından biri olarak önümüzde duruyor. Marcel’in
günlüğü ve Camus’nun Defterler’i de hem günlük edebiyatı hem de felsefe tarihi
için önemli metinler. Rousseau’nun İtiraflar’ı ise olsa olsa günlük türüyle
akraba sayılabilir. Ressamlar bu konuda felsefecilerden daha üretken: Dali’nin,
Delacroix’nın, Klee’nin günlükleri iyi birer sanatçı günlüğü olduğu kadar resim
sanatı üzerine ilginç düşüncelerin gelişmesinde etken olmuşlardır.
Sinemacılardansa Cocteau’nun, Zavattini’nin, Tarkovski’nin günlükleri
unutulmamalı. Özellikle, Türkçeye Zaman Zaman İçinde adıyla çevrilen Andrei
Tarkovski’nin günlüğü, sadece sinema tarihi için değil, edebiyat tarihi için de
eşsiz bir eser olarak nitelendirilmeyi hak ediyor.
Batı
edebiyatının, günlük türünün kökleşmesini iyi şair ve yazarlara borçlu olduğunu
söylemek, herhalde yanlış olmaz. Victor Hugo’dan Charles Baudelaire’e,
Goethe’den W.B. Yeats’e, Dostoyevski’den Whitman’a kadar birçok soy şairin,
yazarın yolu günlüğe uğramış. Kafka’nın günlüğünü okuduğunuzda, bunu ancak
Kafka’nın yazabileceğini sezersiniz. Marcel Proust, Stendhal, Gombrowicz,
Romain Rolland, Batı’dan ilk akla gelen öbür günlükçüler. Bir de, bizim
edebiyatımızda hiç olmayan, bütün ömrünü günlük yazma işine vermiş Thoreau,
Léataud, Anais Nin, Amiel (tam 174 defter doldurmuştur!) gibi isimler var ki,
onlara yalnızca saygı duyulur!
Türk edebiyatında günlük…
Evliya
Çelebi Seyahatnamesi, Yirmisekiz Çelebi Sefâretnamesi ya da Silahdâr Tarihigibi kimi eserlerde bazı olayların günlük biçiminde
anlatılmasını saymazsak, edebiyatımıza Batı’daki anlamıyla günlük Tanzimat’tan
sonra girmiştir. Ancak neredeyse romanla yaşıt olan bu türün edebiyatımızda
yeterince geliştiğini söylemek zor. Türkçede yayımlanmış ilk günlük, Ali Bey’in
Seyahat Jurnali’dir. Ali Bey’in, eserinin adında jurnal (Fransızca ‘journal’)
sözcüğünü tercih etmesi, günlüğün bize pek çok başka tür gibi Batı kanalıyla
geldiğini gösteriyor. Jurnal sözcüğü, Cemil Meriç gibi birkaç istisna dışında,
fazla tutunamamış, yerini ‘günce’ ve ‘günlük’ sözcüklerine bırakmıştır. Ataç’ın
savunduğu ‘günce’nin de bugün ‘günlük’ kadar yaygın olmadığı söylenebilir.
Zaten günce’yi savunan Ataç’ın, Fournier’den yaptığı Adsız Köşk çevirisinde
günce yerine ‘ruzname’ ve ‘hatıra defteri’ sözcüklerini kullandığını da
unutmamak gerekiyor.
Ali
Bey’in Seyahat Jurnali’nden sonra Batılı anlamıyla aslında ilk edebiyat günlüğü
sayılabilecek Şair Nigar Hanım’ın günlüğü geliyor. Bu eserin bir kısmı, şairin
ölümünden 40 yıl sonra Hayatımın Hikâyesi adıyla yayımlanmıştı. Ahmet Refik’in
Kafkas Yollarında adlı seyahat günlüğünden başka, Sultan Reşad ve Vahdettin
dönemlerinde sarayda başmabeyncilik yapan Lütfi Simavi’nin notları da günlük
olarak nitelenebilir. Yine günlük sayabileceğimiz İbnülemin Mahmut Kemal
İnal’ın defterleri ise yayımlanmadı. Atatürk’ün Anafartalar Savaşı sırasında
tuttuğu günlükler, ölümünden sekiz yıl sonra Türk Tarih Kurumu’nca basılmıştır.
Cumhuriyet öncesinin önemli yazarlarından Ömer Seyfettin’in Ruznameler’i de
kitap olarak yayımlanmamış günlükler arasında yer alıyor.
İki öncü: Salâh Birsel ve Ataç
Ruşen
Eşref Ünaydın, Falih Rıfkı gibi Cumhuriyet dönemi yazarlarının günlüklerinden
bazı parçalar kimi kitaplarında yer alsa da, edebiyatımızda hâlâ dolaşımda olan
günlükler denince iki isim akla geliyor: Ataç ve Salâh Birsel. Ataç,
Günce’siyle hem bir edebiyat günlüğü ortaya koymuş hem de devrinin edebî
eğilimlerine yön vermişti. Salâh Birsel ise Kuşları Örtünmek, Nezleli Karga,
Bay Sessizlik, Aynalar Günlüğü, Yaşlılık Günlüğü gibi kitaplarıyla çağdaş
edebiyatımızın öncü günlükçüsü oldu. Onun kuşakdaşları sayılabilecek Nuri
Pakdil ve Orhan Burian’ın günlükleri de bu iki edebiyat adamını tanımak için
eşsiz metinler. Burian’ın günlüğü geçen yıl YKY tarafından yeniden
yayımlanmıştı.
Şair günlükleri
Cumhuriyet’ten
bugüne doğru günlük yazarlarının beklendiğince çoğalmadığı görülüyor. Şairlerin
değil de daha çok düzyazıyla uğraşanların Türk edebiyatında günlük tutmuş
olduğunu saptamak mümkün. Bir öykücünün, Tomris Uyar’ın Gündökümleri adıyla
yayımlanan günlükleri, hem niteliği hem niceliği düşünülünce, Türkçenin sayılı
günlüklerinden biri olarak adlandırılmayı hak ediyor. Cemil Meriç’in iki cilt
halinde yayımlanan Jurnal’i ise sadece Türkçede değil, dünya edebiyatında
benzerine zor rastlanacak bir yapıt. Romancılardan ilk akla gelen, Oğuz Atay’ın
Günlük’ü. Atay’ın hastalığı sürecinde kaleme getirdiği bu günlük daha çok kendi
yapıtları üzerinden şekilleniyor. Şairlerden ise akla gelen, elbette, Cemal
Süreya’nın Günler’i; tıpkı şiirleri gibi, dönüp dönüp okunacak bir kitap. Cahit
Zarifoğlu’nun Yaşamak adlı, “Ne çok acı var.” kült cümlesiyle başlayan günlüğü
de Türkçenin benzersiz yapıtlarından biri olarak kalacak. İlhan Berk’in günlüğü
El Yazılarına Vuruyor Güneş ise şairin unutulmaz düzyazı kitapları arasında yer
alıyor. Hilmi Yavuz’un Geçmiş Yaz Defterleri, felsefe-edebiyat arasında,
parçalı yazı’lardan oluşan ve edebiyatımızda türünün tek örneği olan bir günlük
sayılabilir. Yavuz’un 30 defteri bulan öteki günlüklerinin yayımlanıp
yayımlanmayacağını ise zaman gösterecek. Hulki Aktunç da defter dolusu günlük
tutan gizli günlükçü şairlerden. Bunları yayımlamayacağını söylese de, bir ara,
Kitaplık dergisinde yayımladığı Kediler Günlüğü’nden bir parça ile okurlarını
umutlandırmıştı. Bir başka şair Turgut Uyar’ın günlükleri ise ne yazık ki kitap
olarak yayımlanmadı. Sezai Karakoç’un gerçekten Kırmızı Horoz - Doğulu Bir
Werther adlı bir günlüğü var mı? Güven Turan vakti gelince günlüklerini
yayımlayacak mı? Zaman gösterecek....
Adalet Ağaoğlu’nun ‘dert dökme defterleri’
Usta
romancımız Adalet Ağaoğlu’nun geçtiğimiz haftalarda iki kitap halinde
yayımlanan günlükleri, hem yayın dünyasındaki en ‘taze’ günlükler olması hem de
yakın entelektüel tarihimize ışık tutması bakımından önem taşıyor. Damla Damla
Günler başlığıyla yayımlanan eser, 1969 yılından, Adalet Ağaoğlu’nu TRT’den
istifaya doğru götürecek ‘karar zamanı’ndan başlıyor; 22 Temmuz 1996 tarihinde
yazarın uğradığı ‘trafik saldırısı’yla sona eriyor. Günlüğün ilk cildinde
yazarın Ölüme Yatmak adlı romanını nasıl zihninde kurguladığını, ‘karnında
taşıdığını’ okurken, bir yandan da entelektüel çevrelerde kimlerin cunta
yanlısı olduğunu, hangi yazarların özgürlükçü bir tutum sergilediğini
öğreniyoruz. Damla Damla Günler, Sevgi Soysal’dan Muhsin Ertuğrul’a, Orhan
Kemal’den Behçet Necatigil’e kadar isimlerin yer aldığı bir yakın edebiyat
tarihi resmigeçidi. Adalet Ağaoğlu’nun, kendi deyişiyle, bu ‘dert dökme
defterleri’, tıpkı romanları gibi edebiyatımızın seçkin bir burcunda hep var
olmayı sürdürecek.
Oktay
Akbal, Anılarda Görmek, Geçmişin Kuşları ve Yeryüzü Korkusu adlı üç günlüğünde
öykülerindeki sıcak dünyayı yansıttığı kadar edebiyat dünyasına dair birçok
anekdot da aktarıyordu. Muzaffer Buyrukçu’nun uzun günlükleri içinse ‘anekdot
günlükçülüğü’ demek daha yerinde olur. Fethi Naci’nin eleştiri günlükleri,
Türkçede başka örneği olmayan yapıtlardır. Naci’nin günlüklerini okurken kuram
bilgisinin yanında edebiyat lezzeti ve yaşanmışlığın sıcaklığını da buluyor
insan. Memet Fuat’ın son yıllarını anlattığı günlüklerinin hayatı boyunca
tutulmuş olması, kuşkusuz, edebiyatımız için büyük kazanç olurdu.
Günlük,
yayımlanmak için mi yazılır? Yazanın kendini temize çıkarma çabası mıdır yoksa
bir iç döküş mü? Kişi, günlük yazarken ne kertede içten olabilir? Bu soruların,
yazılmış günlükler kadar çok cevabı var. Ne olursa olsun, günlük bir edebiyat
türüdür. Sabır işidir. Yaşanmışlığın tadı kadar gündeliğin ayrıntılarıyla da
güzelleşir günlükler. Kimisi, içtiği çayı yazar günlüğüne, bu bile güzeldir.
Çünkü bir yazardır o çayı içen… Günlüğün olduğu yerde herkes sustuğundan, yazan
devleşir. Bazen de bütün çaresizliğiyle okurunun karşısındadır. Salâh Birsel,
günlüklerinden birinde, “Ölmeden bu günlük güzelleşmiş olamaz.” yazmıştı.
Günlük tutmak, işte bu duygudadır. Günlük, gelecekte bir gün en çok okunan tür
olabilir mi? Bir şey söylemek zor. Ancak günlüklerin, edebiyat var oldukça
yaşayacağı kuşku götürmez. Çünkü edebiyat, ayrıntı demektir.
“Her
gün not tutun; açık, okunaklı. Tarih atmayı da unutmayın. Hayatımın günlüğünü
günü gününe tutmuş olsaydım, şimdilerde bir Larousse sözlüğü olurdu elimde.
Duyulmuş, derlenmiş bir kelime, yeniden karşılaşılan bir dünyadır. Ah, neler
yitiriyoruz! Bütün o yitirdiğimiz incileri düşünün! Hayatınızın günlüğünü
yazın!”Max Jacob,
Genç Bir Şaire Öğütler, çev. Salâh Birsel
Okumadan ölmeyin Yaşama Uğraşı, Cesare Pavese, çev. Cevat Çapan
Günlükler,
Franz Kafka, çev. Kâmuran Şipal
Günlük,
Andre Gide, çev. N. Alsan
Huzursuzluğun
Kitabı, Fernando Pessoa, çev. Saadet Özen
Apaçık
Yüreğim, Charles Baudelaire, çev. Sait Maden
Zaman
Zaman İçinde, Andrei Tarkovski, çev. Seda Kervanoğlu
Jurnal
1-2, Cemil Meriç
Yaşamak,
Cahit Zarifoğlu
Bir
Hüzün Güncesi, Katherine Mansfield, çev. Şadan Karadeniz
Günlükler,
Soren Kierkegaard, çev. İbrahim Kapaklıkaya
Bulursanız okuyun
Bir
Yazarın Günlüğü, Virginia Woolf, çev. Fatih Özgüven
Sylvia
Plath’ın Günceleri, çev. Şadan Karadeniz
Hastane
Günlüğü, Hervé Guibert, çev. Tahsin Yücel
Tutsaklık
Güncesi, Louis Althusser, çev. Esra Özdoğan
Günlükler,
Stefan Zweig, çev. İlknur Özdemir
Defterler,
Albert Camus, çev. Ümit Moran Altan
Gündökümü,
Tomris Uyar
Günler,
Cemal Süreya
Aynalar
Günlüğü, Salâh Birsel
El
Yazılarına Vuruyor Güneş, İlhan Berk
Keşke günlükleri Türkçeye
çevrilse
Hermann
Melville
Victor
Hugo
J.
W. Goethe
Witold
Gombrowicz
Romain
Rolland
Novalis
Walt
Whitman
Henry
James
Stendhal
W.B.
Yeats
Keşke günlük tutsalardı
Oscar
Wilde
Behçet
Necatigil
Immanuel
Kant
Şeyh
Galib
Thomas
Bernhard
Vüs’at
O. Bener
Arthur
Rimbaud
Bilge
Karasu
J.D.
Salinger
Ahmet
Hâşim
Günlükler arasında bir zaman
yolculuğu
CEMAL SÜREYA’DAN
543.
Gün
Milliyet
Sanat’a uğradım. Fethi Naci Eleştiri Günlüğü’nü yollamış.
TV’de,
sekiz otuz haberlerinde, birden, Edip Cansever’in ölüm haberi verildi. Bu haber
inanılmaz ölçüde sarstı beni. Rastlanmadık bir biçimde ve yüksek sesle ağlamaya
başladım. Oğlum fazla kaygılanmış, gelip avutucu şeyler söyledi. Turgut’ta
bunca sarsılmamıştım. Üst üste gelişte bir şey var belki. Otuz yıllık
arkadaşımdı. Yalnız sanat serüvenimizi değil, haya serüvenimiz de iç içe
durumlar yaşamıştır.
544.
Gün
Sabah
altıda evden çıktım. Bomboş sokakları dolaştım durdum. Başımda bir uğultu.
Tuhaf da bir heyecan. Rıhtımda yürüdüm. 1 Haziran 1986”
(Günler)
***
FERİT EDGÜ’DEN
Degerndorf,
aralık, 58
…
Duygusuz. Yola çıktığımdan beri duygusuz, her şeyin önünde ve her yerde. Her
şey yabancı; her şey ilgimin dışında. Az önce balkona çıkıp ap ak çevreye
bakarken yeniden anladım bunu. Kar burada her şeyi örttü. Olduğum yerden hiçbir
şey görünmüyor; ne bir ağaç, ne bir ev, hiçbir şey. Her yer ap-ak. Gözyorucu
bir aklık (boşluk?).
(…)
Yazmayı
denemiyorum bile. Bu boşlukta yazmak? Niçin? Kimin için? Nasıl? Ordan oraya
bocalıyordum. Şimdi biraz duruldum. Yazmak diye bir sorunum yok. Giderek belki
okumak diye bile. Yanımda getirdiğim kitapların hemen hiçbirine el sürmüyorum.
Bir çukur oluşuyor çevremde, bu çukura gün geçtikçe daha bir gömüldüğümü
duyuyorum.
…
Acı çekme isteği. Kendini yeniden bulma.
(Bir
Günlüğün Günlüğü-kitaplaşmamıştır)
***
TURGUT UYAR’DAN
30.01.1956
Az
konuşur olmayı, suskun olmayı erdem saymıyorum artık. Kendini kaçırmak, kendini
gizlemek gibi geliyor bana.
27.02.1956
İzinliyim.
Boşum. İlgisiz dolaşıyorum sokaklarda. Bu boşluk, bu kayıtsızlık ürküntü
veriyor bana. Doğaya uygun, yapmacıksız bir yaşama özlüyorum. Kurtuluşumuz
şiirden falan gelmeyecek, yaşamamızdan gelecek gelecekse.
3.1.1956
Nigâr
Hanım’ın şiirlerini okudum. Elbette ilkel şiirler birçoğu. Ama birden
düşünüyorum. “Gücenme, aslı harâbım senin firâkında” dizesi, bir bakıma, bir
şiir geleneğinin yenilenmesi döneminde, yeni bir duygu, yeni bir söyleyiş
sayılamaz mı?
Geçmiş
ozanları, duygularının, söyleyişlerinin cılızlığı yüzünden küçümsemek doğru mu?
Duygular yeni, biçimler, duyarlanma yeni. Bugün bu şiirleri, dolayısıyla bu
duyguları, ancak eski şiirler öyle yazıldığı için daha iyi anlıyoruz. Öyleyse,
iyi kötü bütün geçmiş ozanlara selam.
(Günlük-kitaplaşmamıştır)
***
ALİ CANİP YÖNTEM’DEN
Cuma,
5 Mart 1920
Bugün
öğleye kadar evde uyudum. Sonra sokağa çıktım. Arkadaşlardan diş tabibi Şevki
Bey’le Cafer, Ömer’i ziyarete gelmişlerdi. Fakülteye götürdüğümüzü söyledim.
Oraya gittiler.
Cumartesi,
6 Mart 1920
Öğle
üzeri fakülteye gittim. Doğru Ömer’in odasına girdim. Bitap yatıyordu. Elini
elime aldım. Ter içindeydi. Burnunun delikleri kararmış gibiydi. Nefesi de
intizamsızdı. Hizmetçi kadınlara sordum. Gece çok sayıklamış, “Burası hastane
değil, tımarhane… Ben Canip’e gideceğim!” demiş. Dalgındı, “Ömer! Ömer!” diye
seslendim. Gayet fersiz gözlerle bana baktı: “Tanıdın mı?” dedim. Kendine
mahsus çabuk ifadeyle kafasını sallayarak “Canip!” dedi, yine daldı. Kâğıdına
baktım: hararet “39,2” şeker litrede 28. Bir müddet bekledim. Sonra tekrar
seslendim: “Ömer, konsültasyon günü yarınmış, erkenden gelirim. Artık gideyim
mi?” Kafasını salladı “Git, git!” dedi. Yeis içinde ayrıldım. Fakat hâlâ ümit
ile doluydum. Çünkü Ömer ve ölüm birbirine tamamıyla yabancı iki şeydi. Eve
gelirken deniz kenarında hizmetçime rasgeldim. Bana doğru koşuyordu. “Ne var?”
dedim. “Sizi Tıbbiye’den istiyorlarmış. Rıdvan Beyler’de bekliyorlar” cevabını
verdi. Soluk soluğa komşumuza gittim. Ortada bir fevkalâdelik vardı. Nihayet
anlaşıldı: Ömer ölmüş!...
(Ömer’in
Ölüm Hastalığına Dair Notlarım-Ömer Seyfettin, 1947)
***
ŞAİR NİGAR HANIM’DAN
31.10.1917
İleride,
bu satırlar bir kimsenin gözüne değerse, defterin güzelliğine şaşılmasın! Onu,
bugün, Mahmutpaşa’da satın aldım, ama, az kaldı canım pahasına. Aman Yarabbi!
İstanbul’umuza böyle ne oldu? Kalabalıktan tramvaylara girmek kabil değil ki!
Toptan gülle çıkar gibi zorla bir vagona attım. Bu, tramvaya girmek değil,
ezilmek, üst baş parçalamak… Ne oldu halkımıza Yarabbi? Bu her yeri dolduran
kifayetsiz, kaba, kötü dilli insan kalabalığı nereden geldi? Evde yalnızlığıma,
sokakta bu kalabalığa dayanamıyorum, ağlayacak hale geliyorum. İşte böyle,
avunmak için, avare bir kuş gibi çırpınıyorum. Şu defterle de dertleşmesem
çıldıracağım.
8.2.1918
Dün
Naciye Sultan’a telefon edip “Pek göreceğim geldiyse de vasıta bulunmadığı için
mehcur kaldığımı” söylemiştim. Lütfen araba gönderdi. Havanın şiddetine rağmen
pek rahat gittim. Beşe kadar birlikte vakit geçirdik, çay içtik. Sultan Efendi
pek ziyade iltifat etti,
-Bu
harb ne zaman bitecek?
diye
benden sordu. Halimiz ne olacak Yarabbi? Acıklı insanlık daha ne zamana kadar
böyle inleyecek?
(Hayatımın
Hikâyesi)
***
CAHİT ZARİFOĞLU’NDAN
ANKARA
1978 28 KASIM
Üstad
Necip Fazıl’ı Mola otelinde ziyaret ettik. Büyük Doğu’yu son beş sayı çıkarıp
kapayışından sonra, arkadaşlar Akif, Erdem, Rasim onunla ilk kez karşılaşıyorlar.
Alaeddin ve Mehmet de var. Üstad:
-Büyük
Doğu son çıkışında en parlak dönemini yaşadı. Kapanmasında çeşitli nedenler
oldu. Ama en büyük amil siz oldunuz, dedi.
Otelin
ilk katında, lobideyiz. Üstad sakin, yumuşak ve yalnız. Saat 18’de beni
Akabeden aradığında,
-Arkadaşlara
da haber ver, gelsinler, son bir görüşme yapalım, dedi. Erdemle Rasim’i
görebileceğimi söyledim. Bu telefondan az önce, bu ikisine Üstad’ın önceki
gelişinde yine kendilerini istediğini; ancak kendilerine haber veremediğimi
anlatıyordum. Telefon tam o anda geldi. Büroya çıktık. Yine Üstad’ın telefonu.
Bu kez Akif’le Hasan’ı da haberdar etmemi istedi.
Lobi
tenha. Üstad:
-Bana
giran geldiniz, diyor. Geçen olayları kısaca özetliyor. Rapor 4’te yazdıklarını
ılımlı bir dille tekrar ediyor bir bakıma.
(…)
Üstad’ın
söylediklerini, aradan 24 saat bile geçmediği halde hemen hemen hiç
hatırlamıyorum. Tek tek cümleler aklıma geliyor. Mesela,
-Yalnızım,
dedi.
Ondan
böyle bir şeyi ilk defa duydum. Korkuyor insan.
(…)
(Yaşamak)
***
OKTAY AKBAL’DAN
28
Aralık Çarşamba
Ocak’ın
29’unda tam on yıl olacak. Ziya Osman Saba’yı karlı bir havada Eyüp’te toprağa
vermiştik. Yıllar çabuk mu geçiyor belirli bir yaştan sonra? Çocuklukta günler,
haftalar bitmezdi bir türlü. Ama yolun yarısına gelmeyegör, her şey kopuk bir
film gibi akıveriyor… Ziya Osman’ı son görüşümde ince bir dosya çıkarmıştı
çekmeceden. “Nefes Almak” yazıyordu üzerinde. Yeni kitabıydı. “Ölümümden sonra
çıkacak,” demişti. “Haydi haydi,” demiştim, “Okurları o kadar bekletmeye hakkın
var mı?” Gülümsemişti. Birkaç hafta sonrasını mı düşünerek. Ben düşünememiştim
o günden ötesini. Canlı bir insanın, hele bir dostun, bir sevilenin yok
olabileceğini düşleyemiyoruz.
On
yıl geçip gitmiş bile. Şiirlerini karıştırıyorum. Bilmeyen, Ziya Osman’ı yaşamı
süresince ölümü özleyerek bekleyen biri sanır. Hep ölüm, hep ölüm düşünceleri.
O ölümü değil, dünyada bulunamayacak bir çeşit “yaşam”ı özlüyordu.
(Anılarda
Görmek)
***
HİLMİ YAVUZ’DAN
Sabah,
24 Mayıs
Bu
kaldırımüstü açık hava kahvesini seviyorum. Sabahları güneş almıyor ve rüzgâr
duyumsanabiliyor. İlkyaz sabahları bu kentte, bir ağaç hışırtısıyla, işte
buradayım, bu kahvede çayımı içmeye hazırlanıyorken, birden, bir kokuyla,
belirsiz, geliveriyor. Kağşamış gövdemi üşütmemeye çalışarak ve onunla, o
yaşlı, atık gövdeyle, genç ilkyaz arasındaki karşıtlığı bilincimde kavrayarak;
bilincimin, işte bir ince dilim limon koyup, gövdeyle ilkyazın bileşimi
olduğunu düşünerek, içiyorum çayımı.
Eskiden,
çok eskiden bir öykü yazmıştım. Malte gibi söyleyeyim: Ah, öyküler yazardım
ben, genç kızların mavi kurdelelerinden söz açan, düz pabuçlu ve ince beyaz
pardösüleri olan ve yağmurlardan; o öykülerden birinde, akşamları sokağa
çıktığımda yüzüme menekşelerin atıldığını yazmıştım; -ve ‘ah, cumartesiler
başkadır, sokaklar başkadır’ diye yazmıştım. Şimdi burada, bu zarif
kaldırımüstü kahvesinde, İstanbul’da, ondan asla kopamadığım için beni
izlemeyen bu kentte, (şimdi neler çağrıştırıyor, bu kent, ‘polis seni
izliyor’lardan, polis izliyor’a) bu cumartesi sabahı, limonlu çayımı bitirmek
üzereyken ve nedense bir çay daha isteyerek, gündelik yaşamımı inceltiyorum
sanki.
(…)
(Geçmiş
Yaz Defterleri)
***
CEMİL MERİÇ’TEN
26.2.1963
Ağaç
her gün meyve vermez. Konuşmayan ağaçlar da vardır. Ne dallarında çiçekler
gülümser baharları, ne çiçeklerinde arılar dolaşır. Konuşmayan ağaçlar da var…
Zindanda
söylenen şarkıyı kim dinler? Zindanda söylenen şarkı ölüm kokar, zincir kokar,
küf kokar. Ölüm açacak kapısını bir sabah o zindanın, ardına kadar.
Kuşlar
gibi geçiyor günler önünden, cıvıldamıyorlar. Günler tren, günler mavi
ufuklarda eriyen birer ümit. Kanatlarından yakalayamıyorsun kuşları. Tren
sessiz gidiyor rüya ülkelerine.
(Jurnal
- Cilt 1)
***
TOMRİS UYAR’DAN
26
Aralık 1975
Öykü
kitabım çıkmış. Cağaloğlu’na inip alacağım birkaç tane.
Hava
yağmurlu, pis.
Köprünün
tam ortasındayken yaygın, büyük bir kızıllık aldı gözümü. Şoför de şaşırdı.
Birilerine sorduk, Gürün Han’da yangın çıkmış. Öteki hanlara da sıçramış.
Halk
öyle alışık ki böyle olaylara, kılı bile kıpırdamıyor. Sıkışan trafiği yarıp
güvercinlere yem atanlar var, kimse başını çevirip yangına bakmıyor. Oysa gök
ürkütücü, kara dumanlarla kaplı.
İlk
kitabımı basacak biri çıktığında bayağı sevinmiştim. Çünkü büyük çoğunluğun
çarçabuk benimseyeceği bir iş yaptığımı sanmıyorum, bunu anlamam epey vakit
aldı; ama artık kimlere seslendiğimi biliyorum. Bana dar, küçük gelen hiçbir
şeyi kullanamayacağımı da.
Üç-beş
kitap alıp eve döndüm. Kapağı elledim, sevdim. Bütün nesneleri, varlıkları
ancak dokunarak tanıyabiliyorum. Bir kadının saçlarının parlaklığını,
inceliğini, bir erkeğin omuzlarını ancak değince anlayabiliyorum. Kitabım da
artık benim sayılamayacağına göre, onu da dokunarak kavramaya çalıştım.
(Gündökümü)
***
ATAÇ’TAN
17
Nisan Cuma, 1953
Baktım
çocuklar uçurtma uçuruyor. Her yıl, ilkyaz aylarında, uçurtmayı gördüm mü, bir
üzünç duyarım içimde, ağlamaklı olurum. Ben uçurtma uçurmadım ki! Çocukluğumda
pek isterdim, o renk renk kâğıtlardan yapılmış uçurtmaların havalanmasına içimi
çekerek bakardım. Annem bırakmazdı beni uçurtma uçurmama. Günah mıymış neymiş,
öyle bir şey uydurmuştu.
(…)
Çocukluğum
olmadı benim. Çocukluğu olmayanın gençliği de olmaz. Bir şey söyleyeyim mi ben
size? İhtiyarlığı da olmuyor böylesinin. Hani güzel bir ihtiyarlık vardır,
insan çocukluğunda yaptıklarını, gençliğinde yaptıklarını hatırlar, anlatır da
gözlerinin içi parlar, ben kendimde değil, başkalarında gördüm onu. Çocukluğu,
gençliği olmamış kişinin yaşlılığında da bir tatsızlık var, yalnız ölümü
düşünüyor, ölümden korkuyor, işte o kadar.
(Günce:
1)
***
NECİP FAZIL’DAN
Cuma,
9 Ocak
Bugün
hava yağmurlu ve puslu… Saat 2’ye 5 var… Bu âna kadar defterimi açamadım. Halim
bir tuhaf…
Bugün
anladım ki, beni delikten çağırdıkları, meydancı gelip “Bir isteğin var mı?” diye
sorduğu, berberin tıraşa geldiği, hasılı insanlarla temas ettiğim an, üstüme
acayip bir uyuşukluk, sinsi bir donukluk, anlatılmaz bir garipseme hissi
çöküyor. Hayret! Bir aylık yalnızlığın tesirine bakın! Hayırdır inşallah;
nereye gidiyorum?
Perşembe,
15 Ocak
Şiir
kitabımı bitirdim; ve güya rahat bir nefes aldım. Hava suratlı…
Saat
üç buçuk… Gaz sobam trampet çalıyor. Yevmiyemin 40’ıncı gününe rastlayacak olan
20 Ocak Salı gününün iple çekiyorum.
Cuma,
16 Ocak
Allah…
Başka tek kelime söyleyemeyecek haldeyim.
(Kırk Günlük Hapishane Yevmiyesi-Cinnet
Mustatili)
24 Şubat 2017 Cuma
dünyanın çatısı tibet...
Özgürlüğün veya özgürlük
duygusunun Tibet'te yeniden yazıldığına size yemin edebiliriz. Drachen'de 5000
metre yükseklikteki Gyantak manastırına zorlu bir yürüyüşün sonunda kutsal
sayılan Kailash Dağı'na da geldiniz demektir. Kailash Dağı'nın çevresinde
başlayan zorlu tırmanışın kaçınılmaz olduğunu bilmelisiniz. Otellerin yanı sıra
Tibet'te manastırlarda da geceleme olasılığı var. Bu manastırlardan biri
Zutrukpul manastırı. Bir Tibet gezisi planlıyorsanız böylesine bir planı
eylül-nisan ayları için yapmanızı salık veririz.
Masallar, efsaneler:
Bir zamanlar Buda, 8000 maymunun kralı olarak Himalaya Dağları eteklerinde bir
mango ağacının tepesinde yaşamaktaymış. Bir gün Varanasi Kralı Brahmadatta av
peşindeyken Buda'nın yaşadığı ağacın dibine gelmiş. Yanındaki adamları ağacın
etrafını çevirmişler. Ağaçtaki meyveleri görünce ağcı sallamaya başlamışlar.
Ağaçtaki maymunlar bir anda neye uğradıklarını şaşırmış ve can havliyle
bağrışmaya başlamışlar. Maymunlar Kralı Buda, halkını bu durumdan kurtarmak
için nehrin öte yakasına sıçrayıp bir bambu sırığı bulmuş. Sırığı beline
bağlayıp yeniden ağaca sıçramış. Ancak sırık kısa gelmiş. Halkını kurtarabilmek
için Buda kendi bedenini de sırığa eklemiş. Ve bir köprü oluşturmuş. Böylece
ağaçtaki bütün maymunlar Buda'nın bedenini köprü gibi kullanarak nehrin öte
yakasına geçmişler. Ancak Buda çok yorulmuş ve bedenindeki acılara daha fazla
dayanamayarak ölmüş. Maymunlar Kralı'nın kendi halkına karşı gösterdiği
özverili davranışı Brahmadatta da görmüş. Maymun Buda'nın cesedini yaktırmış ve
kafatasını kutsal kalıntı olarak muhafaza etmiş. Tibet, Çin'in batısında
7000-8000 metre yükseklikteki Himalaya dağlarıyla çevrili. Yedinci yüzyılda
çoğu Tibetli göçmen toplulukları topraklarında kalmayı yeğlemiş ve Kral Songten
Gampo tarafından birleştirilmiş. Sekizinci yüzyılda ise Tibet ve Çin arasında
bir barış anlaşması imzalandı.
Dalai Lama'nın Ülkesi:
Tibet'te, Budizm’in merkezi sayılan Jokhangi'nin renkleri insanı alıp
başka dünyalara götürecek cinsten. Zengin iki tüccar ve yardımcıları 1937
senesinde soğuk bir kış gününde evimize gelmişler ve ateşimizde çay yapmak için
izin istemişler" diye başlıyor anlatmaya. Evin en küçük oğlu Tenzin Gyatso
hiç çekinmeden tüccarın yardımcılarından birinin kucağına oturmuş ve boynundaki
kolyesiyle oynamaya başlamış. "O benimdir" demiş iki yaşındaki çocuk.
Yabancılar birbirlerine bakmışlar. Kolyenin özelliği, birkaç yıl önce 13.Dalai
Lama'ya ait olmasıymış. Eğer benim kim olduğumu söylersen senin olabilir diye
cevap vermiş adam. Küçük çocuk, "Sen Sera Manastırı'nın Lama'sısın diye
cevap vermiş. Daha önce hiç görmediği halde gruptaki dier iki rahibin
isimlerini söylemiş. Aslında rahipler Takster köyüne tesadüfen gelmemişler.
Arama ekipleri iki sene önce ölmüş olan Dalai Lama'nın yeniden doğuşunu
aramaktaymış. Rahiplerin konuşmaları ve gelecek ile ilgili tahminler Ambo
kasabasındaki bu küçük köyde yeniden doğuşun olabileceğini göstermiş. Kuralları
yüzyıllardır değişmeyen bir sınava tabi tutulmuş küçük çocuk. Çeşitli nesneler
gösterilmiş. Aralarından 12 tanesini hatasız olarak seçmiş. Seçtiklerinin tümü
de son Dalai Lama'ya aitmiş. Vücudundaki araştırmalar sonunda hiçbir kuşkuya
yer kalmamış çocuğun vücudu istenilen sekiz işareti barındırıyormuş. Büyük
kulaklar, sanki bir kaplanın pençesinden çıkmış gibi bacağındaki çizgiler ve
vücudundaki bazı benler. Annesinin Tenzin'in gözlerinin açık doğduğu günün
gecesindeki iki mavi ejderhayı rüyasında görmesi de onun yeni Dalai Lama
olduğunun diğer kanıtları olmuş. Böylece 14.Dalai Lama bulunmuş. "O gün
ailemin tüm yaşantısını değiştirdi" diye anlatıyor Perma. Bir anda
Tibet'in en gözde ailesi olmuşlar, köylerinde iki sene daha yaşadıktan sonra
Tenzin onları büyük bir törenle başkent Lhasa'ya götürmüş. Binlerce inanan
sokakları doldurmuş. O andan itibaren çocuk Potala'da Lhasa'nı simgesi olarak
kenti taçlandırmış.
Tibetli Kadının İsyanı:
1950, -Tibet halkı için tamamen sürpriz olan- Çin saldırısının başladığı yıldı.
40 bin kılız Çinli asker Tibet'in kuzeyine girdi ve kötü donanmış Tibet
ordusunu yenip, ülkeyi ele geçirdi. O gün, aynı zamanda Çin işgalinin zamanı
durdurduğu ve işkencenin, açlığın, terörün ve politik baskının başladığı andı.
İşgalciler sistemli olarak Tibet'in din ve kültürünü sömürmeye başladılar.
Maddi imkânları iyi olan çoğu Tibetli aile çocuklarını güvenliğe yolluyordu.
Hindistan'a. Mart 1959'da 24 yaşına gelen Dalai Lama tüm ülkeyi etkileyecek zor
bir karar aldı. Lhasa’da bir halk devrimi gerçekleştirdi. Çinliler müdahale
ettiler. Tenzin, Gyato'dan danışmanlarından gelen baskıya boyun eğdi. Köylü
gibi giyinip büyük bir kum fırtınasından yararlanarak birkaç yandaşıyla
birlikte kaçmayı başardı. Çinliler bu kaçışı iki gün sonra fark ettiler ve ceza
olarak 20 bin Tibetliyi linç ettiler. Aile, Drahamsal'da -Hidistan'ın
kuzeyinde- bugünkü Tibetli sürgün hükümetin ve yurtdışındaki en büyük Tibet
topluluğunun bulunduğu bir yerde bir araya geldi. Tibetli kadınlar istikrarlı
Çin halk politikasının, vahşi kırlaştırmalarının ve kürtajların mağdurları.
Bölgeye göre Tibetliler özel izinle bir ya da iki çocuk sahibi olabiliyorlar.
Gaye belli; Tibetli azınlığı sayılarla kuvvetli bir şekilde daha da azaltmak.
Bu arada Çinliler Tibet'e göç ettiriliyor.
23 Şubat 2017 Perşembe
başarının kokusu
Uzmanlar, klavye kullananlar için
limon ve okaliptüs karışımı koku öneriyor. Bu koku görüntülü bilgi ünitesinin
(VDU) tetikte olmasını sağlıyor çünkü. Öğleden sonraki enerji kaybı için,
çam kokusu öneriliyor. Çam kokusunun zihni açtığı ve günlük çalışma kapasitesini
artırdığı söyleniyor. Fiziksel görevlerde, aktivitenizi güçlendirecek olan
karabiber, greyfurt, fesleğen ve bergamot karışımı koku öneriliyor. Bir iş
görüşmesine gittiğinizde vücudunuza greyfurt, fesleğen ve bergamot karışımı
koku sürün, bu zihinsel açıklığınızı artıracaktır.
22 Şubat 2017 Çarşamba
fındıkkıran balesi
Fındıkkıran
Balesi 17 Aralık 1892 tarihinde Rusya, St. Petersburg Maryinski Tiyatrosu’nda
ilk kez sahne aldığı günden bugüne en sevilen bale olarak adını herkesin
hafızalarına kazımayı başardı. 1816’da ünlü Alman yazar E.T.A. Hoffman’ın
yazdığı “Fındıkkıran ve Fare Kral”, Piotry Illych Tchaikovsky’nin güçlü müziği
ile birleşerek tüm dünyada izleyenlerin aşık olduğu bir gösteri haline geldi.
Fransız
yazar Alexander Dumas bu hikâyeyi 1847’de yeniden yazdı. Böylece Rus bestecisi,
Peter Illich Tchaikovsky ve koreograf Lev Ivanov ve Marius Petipa “Fındıkkıran”
adlı baleyi yarattılar. Hikâyenin özü ise bir cümleyle özetlenebilir; “Bir şeyi
çok severseniz, daima yaşamaya devam eder.”
Heyecanlı
ve fantastik bir noel akşamını anlatan hikayesi ile Fındıkkıran, ilk kez 1892
yılında Petersburg’da sahnelendi.
Fındıkkıran’ın
Hikayesi;
Noel
akşamıdır. Bay ve Bayan Stahlbaum ile çocukları Clara ve Fritz’in evindeki
parti için misafirler gelmektedir. Çocuklar oynayıp dans ederlerken
ana-babaları da onları izler, dansa katılırlar. En son Clara ve Fritz’in vaftiz
babası Dr.Drosselmeyer gelir. Yaptığı sihirbazlıklar ve hediye ettiği, insan
gibi görünen mekanik oyuncak bebekleriyle çocukları adeta büyüler. En değerli
hediyesi Fındıkkıran’ı ese Clara’ya ayırmıştır. Oyuncağı kıskanan Fritz onu
kırar. Ancak sihirli güçlerini kullanan Dr.Drosselmeyer, oyuncağı onarır.
Herkes evine gittikten sonra uyuyamayacak kadar heyecanlı olan Clara salona
süzülür, Fındıkkıran’ı eline alır, insan büyüklüğünde görünen gölgeleri izler,
korkar, kanepenin arkasına saklanır, ancak bir kabus gördüğünü fark eder. Tuhaf
şeyler olmaya başlamıştır, oyuncaklar ve hediyeler dev boyutlara ulaşır.
Fındıkkıran canlanır, askerleri barbar Fare Kral ve farelerine karşı savaşa
sokar. Birden vaftiz babası Dosselmeyen Fındıkkıran’ı yakışıklı bir prens,
Clara’yı da prenses haline getirir. Üçü birlikte Fındıkkıran’ın ülkesine,
Tatlılar Krallığı’na doğru yola çıkarlar. Önce, Kar Perileri’nin dans ettiği
Karlar ülkesinden geçerler. Clara, Prens Fındıkkıran ve birçok oyuncak,
yolculuklarına devam eder. Prens Fındıkkıran, Fare Kral ile savaşarak
cesaretini kanıtlamak zorundadır, onunla dövüşür ve öldürür. Sonunda Tatlılar
Krallığı’na varırlar. Oyuncak bebeklerden her biri kendi ülkesinden bir dans
sergileyerek Prens’e teşekkür ederler. Son olarak Prenses Clara ve Prens
Fındıkkıran, Grand Pas de Deux dansını yaparak aşklarının kutlarlar. Clara için
Noel gecesi gerçekten bir rüyanın gerçekleşmesi haline dönüşür.
21 Şubat 2017 Salı
FUSILLI ALLA SICILIANA (Sicilya Usulü Fusilli)
Malzemeler:
400 gr. Fusilli makarna,
4 patlıcan,
1 kabak,
2 dolmalık biber,
1 pırasa,
1 soğan,
biberiye,
40 adet siyah zeytin,
80 gr dolmalık fıstık,
1 kg soyulmuş domates,
taze fesleğen,
80 gr zeytinyağı,
80 gr. tereyağı,
4 diş sarımsak,
60 gr rende parmesan.
Hazırlanışı:
Yağları tavaya koyarak, ince ince
kıyılmış sarmısakla birlikte tavada çevirin. 3-4 cm inceliğinde doğranmış
sebzeleri, yukarıda belirten sırayla tavaya atın. Bunları biraz çevirdikten
sonra dolmalık ve biber, fıstık ve zeytinleri ekleyin. Üzerine soyulmuş
domatesleri koyup biraz suyunu çekmesini bekleyin. Son olarak üzerine tuzu ve
biberi katın. Tencerede makarnayı kaynatın. Dilediğiniz kıvama gelince
fusillileri süzerek tavaya alın. İyice karıştırdıktan sonra üzerini fesleğen
yapraklarıyla süsleyerek servis yapın.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)