26 Haziran 2017 Pazartesi

simyacı


1-Kitabın Adı: Simyacı
2-Yazarı: Paulo Coelho
3-Yazarın Biyografisi, Eserleri: Coelho, Janeiro’da doğdu. Roman yazarlığına başlamadan önce, oyun yazarı, tiyatro yönetmeni ve sevilen bir şarkı sözü yazarıydı. Coelho, gençliğinde bir hippiydi. 1986 yılında Hıristiyanların, Batı Avrupa’dan başlayıp İspanya’da Santiago de Compostela kentinde sona eren geleneksel haç yolculuğunu yaptı; bu deneyimini 1987 yılında yayınladığı The Pilgrimage (Hac) adlı kitabında anlattı. 1988 yılında yayınladığı ikinci kitabı Simyacı, Coelho’yu en çok okunan çağdaş yazarlardan biri yaptı. Öteki kitapları; Brida, Valkürler ve son yazdığı Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum, Ağladım’dır. Simyacı, 42 ülkede yayınlandı, 26 dile çevrildi. Bu kitap, Coelho’yu Gabriel García Márquez’in arkasından en çok okunan Latin Amerikalı yazarlardan biri konumuna getirdi.
4-Kitabın Çevirmeni: Özdemir İnce
5- Orijinal Adı: O Alquimista
6- Yayınevi: Can Yayınları
7- Basımevi ve Tarihi: Eko Basımevi
8- Orijinal İlk Baskı: 1988 by Paulo Coelho / Sant Jordi Asociados, Barclona, SPAIN.
9- Türkiye’deki İlk Baskı: 1996 Mayıs
10- Baskı Sayısı: Benim okuduğum kitap 33. baskıda
11-Cilt ve Ön Kapağa Ait Özellikler
a)    Kapak Resmi: Phıl BOATWRIGHT
b)    Kağıdın Niteliği: 3. Hamur kağıt ve karton kapak
12-Düzelti:
13- Dizgi: Gülay Altunkaynak,
14-Boyutları:12.5x19.5
15-Sayfa Sayısı:166
16-Dili:Türkçe
17-Kaç Bölümden Oluşmuş, Bölümün Nitelikleri: Öndeyiş, 1. ve 2.bölüm, Son deyiş.
18-İnceleme
a)    Çevre ve Mekan:
b)    Dil ve İfade:
c)     Tasvir:
d)    Dilbilgisi:
e)    İmla:
f)     Noktalama:
g)    Birikim:
19-Türü: Roman
20-Konusu:
21-Planı:
22-Kahramanlar (Fiziksel ve Tinsel Portre):
23-Bilinmeyen Kelimeler:
24-Özeti:
25-Anafikir ve Yardımcı Fikirler:
26-Eserin Beğenilen Bölümlerinden Alıntı: Narkissos’un, kendi güzelliğini her gün bir gölün sularında seyretmeye giden bu yakışıklı delikanlının efsanesini biliyordu Simyacı. Bu delikanlı kendi görüntüsüne öylesine vurgunmuş ki, günün birinde göle düşüp boğulmuş. Onun göle düşüp boğulmuş. Onun göle düşüp boğulduğu yerde de bir çiçek açmış, bu çiçeğe nergis adı verilmiş. Tatlı su gölünün kıyısına gelen orman tanrıçaları Oreas’ların onu bir acı gözyaşı kavanozuna dönüşmüş olarak bulduklarını yazıyordu Oscar Wilde. Neden ağlıyorsun? Diye sormuş Oreas’lar. Narkissos için ağlıyorum, diye yanıtlamış göl. Ne var bunda şaşılacak, demiş bunun üzerine orman tanrıçaları. Bizler ormanlarda boşu boşuna onun peşinde dolaşır dururduk, ama onun güzelliğini yalnızca sen görebilirdin yakından. Narkissos yakışıklı bir genç miydi? diye sormuş göl. Bunu  senden daha iyi kim bilebilir ki? diye karşılık vermiş iyice şaşıran Oreas’lar. Her gün senin kıyılarında gelip sularına bakıyordu! Göl bir süre sessiz kalmış. Sonra şöyle konuşmuş: Narkissos için ağlıyorum, ama onun yakışıklı olduğunu hiç fark etmemiştim ben. Narkissos için ağlıyorum, çünkü sularıma eğildiği zaman, gözlerinin derinliklerinde kendi güzelliğimin yansımasını görebiliyordum.
Yaşamına anlam veren şey gezip dolaşmaktı. On altı yaşına kadar papaz okuluna gitmişti. Ana babası, onun din adamı olmasını istemişlerdi; tıpkı koyunları gibi, yalnızca  su ve yiyecek için çalışan yoksul bir köylü ailesi için gurur kaynağıydı böyle bir şey. Latince, İspanyolca ve din bilim okumuştu. Ama, daha küçüklüğünden itibaren dünyayı tanımayı hayal etmişti, Tanrıyı ya da insanın günahlarını öğrenmekten çok daha önemliydi böyle bir şey. Bir akşam, ailesini görmeye giderken, bütün cesaretini toparlayıp babasına rahip olmak istemediğini söyledi. Yolculuk yapmak istiyordu. Delikanlı, babasının gözlerinde de dünyayı dolaşma isteğinin bulunduğunu gördü. Her gece uyumak, yemek ve içmek için hep aynı yerde kalarak yıllarca kurtulmaya çalışmış olmasına karşın, hâlâ canlı kalan bir istekti bu.
En önemlisi, her gün yaşamının büyük düşünü gerçekleştiriyordu: Geziyordu. Endülüs ovalarından bıkınca, koyunlarını satıp denizci olabilirdi. Denizden usandığı zaman da birçok kent, birçok kadın tanmış, birçok mutluluk olanağı yaşamış olurdu. Bir düşü gerçekleştirme olasılığı yaşamı ilginçleştiriyor.
Düşler Tanrının diliyle konuşuyorlar. Tanrı dünyanın diliyle konuşursa bunun yorumunu yapabilirim. Ama senin ruhunun diliyle konuştuğu zaman bunu yalnızca sen anlayabilirsin. Basit şeyler, en olağanüstü şeylerdir ve yalnızca bilginler anlayabilirler bunları.
Bir yığın arkadaşı vardı ve bu da yolculuk yapmayı neden bunca sevdiğini açıklıyor. Her gün birlikte olmak gereksinimi duymaksızın, insan her zaman yeni dostlar edinir. Papaz okulunda olduğu gibi, insan her zaman aynı insanları görürse, bunları yaşamının bir parçası saymaya başlar. İyi, ama bu kişiler de bu nedenle, yaşamımızı değiştirmeye kalkışırlar. Bizi görmek istedikleri gibi değilsek hoşnut olmazlar, canları sıkılır. Çünkü, efendim, herkes bizim nasıl yaşamazı gerektiğini elifi elifine bildiğine inanır. Ne var ki, hiç kimse kendisinin kendi hayatını nasıl yaşaması gerektiğini kesinlikle bilmez. Tıpkı şu, düşleri gerçeğe dönüştürmeyi beceremediği halde düş yorumculuğuna kalkışan cadı gibi. İnsanları kendi yazgılarını seçmek şansından yoksun bulunduklarından söz ediyor. Hayatımızın belli bir ânında, yaşamımızın denetimini elimizden kaçırırız ve bunun sonucu olarak hayatımızın denetimi yazgının eline geçer.
Dinlenmek isterseniz size ilginç öyküler anlatır kitaplar. Ama insanlarla  konuşurken durum başka, öylesine tuhaf şeyler söylerler ki, konuşmayı nasıl sürdüreceğinizi bilmezsiniz.
Senin her zaman gerçekleştirmek istediğin şeydir. Hepimiz, gençken, Kişisel Menkıbe’mizin ne olduğunu biliriz. Hayatın bu döneminde, her şey açık seçiktir, her şey mümkündür ve hayal kurmaktan, hayatında gerçekleştirmek istediği şeylerin olmasını istemekten korkmaz. Ama zaman geçtikçe, gizemli bir güç, Kişisel Menkıbe’nin gerçekleştirilmesinin olanaksız olduğunu kanıtlamaya başlar. Olumsuz gibi görünen güçlerdir bunlar, ama aslında sana Kişisel Menkıbe’ni nasıl gerçekleştireceğini öğretirler. Zihnini ve iradeni bunlar hazırlarlar, çünkü dünyada bir büyük gerçek vardır: Kim olursan ol, ne yaparsan yap, bütün yüreğinle gerçekten bir şey istediğin zaman, Evrenin Ruhu’nda bu istek oluşur. Bu senin yeryüzündeki özel görevindir. Dünyanın Ruhu insanların mutluluğuyla beslenir. Ya da mutsuzluklarıyla, arzuyla, kıskançlıkla. Kendi Kişisel Menkıbe’sini gerçekleştirmek insanların biricik gerçek yükümlülüğüdür. Her şey bir ve tek şeydir. Ve bir şey istediğin zaman, bütün Evren arzunun gerçekleşmesi için işbirliği yapar. İnsanın düşlediği şeyi gerçekleştirmesi için her zaman bulunduğunu bir türlü anlamadı.
Patlamış mısır satıcıları, çobanlardan daha önemlidir. Patlamış mısır satıcılarının başlarını sokacakları bir çatı vardır, oysa çobanlar yıldız palasta uyurlar. İnsanlar kızlarını çobanlardan çok patlamış mısır satıcıları ile evlendirmek isterler. Sonuç olarak, insanların patlamış mısır satıcıları ve çobanlar hakkında düşündükleri, onlar için, Kişisel Menkıbe’den daha önemli olur.
Sen, kendi Kişisel Menkıbeni yaşamaya çalışıyorsun. Ve bundan vazgeçmek üzeresin.  Peki siz hep böyle durumlarda da mı ortaya çıkrasınız? Her zaman böyle değil, ama her zaman bir şey yapmaktan geri durmadım. Bazen, iyi bir fikir, bir çözüm yolu olarak göründüm. Kim zaman, çok nazik bir anda, işleri kolaylaştıracak şekilde davrandım. Böyle şeyler işte, amma çoğu insan hiçbir şeyin farkına varmadı. Bir hafta önce, bir maden arayıcısına bir taş biçiminde görünmek zorunda olduğunu anlattı. Zümrüt aramak için her şeyini terk etmişti bu adam. Beş yıl  boyunca bir ırmağın kıyısında çalışmış, dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz taş kırmıştı, bir zümrüt parçası ararken. İşte o anda vazgeçmeyi düşünmüş oysa zümrüdünü bulması için bir taş, bir tek taş kalmıştı. Kişisel Menkıbe’si üzerine bahse girmiş bir insan olduğu için madenci, yaşıl adam işe karışmaya karar vermiş. Bir taşa dönüşüp madencinin ayaklarına yuvarlanmış. Başarısız geçen beş yıl yüzünden eziklik duyan madenci taşı öfkeyle alıp uzaklara fırlatmış. Taşı öylesine bir hızla fırlatmış ki, başka bir taşa çarpan taş parçalanmış ve ortaya dünyanın en güzel zümrüdü çıkmış. İnsanlar yaşama nedenlerini pek çabuk öğreniyorlar, dedi yaşlı adam, gözlerinde beliren acıyla. Belki de gene aynı nedenle hemen pes ediyorlar. Ama, dünyanın hali böyle işte. Hazineleri, seller toprağın altından çıkartırlar, gene seller toprağa gömerler, dedi yaşlı adam. Henüz sahip olmadığın bir şeyi vaat ederek gidecek olursan, onu ele geçirme arzunu yitirirsin. Ama ne olursa, olsun hayatta her şeyin bir bedeli olduğunu öğrenmek senin için iyi bir şey.
Bazen işi oluruna bırakmak, ilişmemek daha iyidir, diye düşündü. Karar vermek, alıştığı şey ile sahip olmayı çok istediği şey arasında bir seçim yapmak zorundaydı. Kız için bütün günler birbirinin aynıydı ve bütün günler birbirine benzediği zaman da insanlar, güneş gökyüzünde hareket ettikçe, hayatlarında karşılarına çıkan iyi şeylerin farkına varamaz olurlar. Rüzgarın özgürlüğünü kıskandı delikanlı ve onun gibi olabileceğini anladı. Kendisinden başka hiçbir şey engel değildi buna.
Tanrı, herkesin izlemesi gereken yolu yeryüzüne çizmiştir, yazmıştır. Senin yapman gereken, senin için yazdıklarını okumaktır yalnızca.
Biri beyaz, biri siyah iki taş çıkartarak. Birinin adı Urim, ötekinin adı da Tummim’dir. Siyah olanı “evet” demektir, beyaz olanı “hayır” anlamına gelir. İşaretleri yorumlamayı başaramadığın zaman sana yardım ederler. Ama her zaman nesnel sorular sor. Ama, mümkünse, kendi kararlarını kendin al. Her şeyin bir ve tek şey olduğunu asla unutma. Simgelerin dilini unutma. Ve özellikle, Kişisel Menkıbe’nin sonuna kadar gitmeyi  unutma. Bir tüccar Mutluluğun Gizi’ni öğrenmesi için oğlunu insanların en bilgesinin yanına yollamış. Delikanlı bir çölde kırk gün yürüdükten sonra, sonunda bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir şatoya varmış. Söz konusu bilge burada yaşıyormuş. Delikanlının ziyaret nedenini açıklamasını dikkatle dinlemiş bilge, ama Mutluluğun Gizi’ni açıklayacak  zamanı olmadığını söylemiş ona. Gidip sarayda dolaşmasını, kendisini iki  saat sonra görmeye gelmesini salık vermiş. Ama, sizden bir ricada bulunacağım, diye eklemiş bilge,  delikanlının eline bir kaşık verip sonra bu kaşığa iki damla sıvıyağ koymuş. Sarayı dolaşırken bu kaşığı elinizde tutacak ve yağı dökmeyeceksiniz. Delikanlı sarayın merdivenlerini inip-çıkmaya başlamış, gözün kaşıktan ayırmıyormuş. İki saat sonra bilgenin huzuruna çıkmış. Güzel, demiş bilge, peki yemek salonumdaki Acem halılarını gördünüz mü? Bahçıvan Başı’nın yaratmak için on yıl çalıştığı bahçeyi gördünüz mü? Kütüphanemdeki güzel parşömenleri fark ettiniz mi? Utanan delikanlı hiçbir şey görmediğini itiraf etmek zorunda kalmış. Çünkü bilgenin kendisine verdiği iki damla yağı dökmemeye çabalamış, başka bir şeye dikkat edememiş. Öyleyse git, evrenimin harikalarını tanı, demiş onu bilge. Oturduğu evi tanımadan bir insana güvenemezsin. İçi rahatlayan delikanlı kaşığı alıp sarayı gezmeye çıkmış. Bu kez, duvarlara asılmış, tavanları süsleyen sanat yapıtlarına dikkat ediyormuş. Bahçeleri, çevredeki dağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat yapıtlarının zarafetini görmüş. Bilgenin yanına dönünce, gördüklerini bütün ayrıntılarıyla anlatmış. Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede? diye sormuş bilge. Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş. Mutluluğun Gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir, ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan. Bazen bir ihtiyar kral da kendisiyle gururlanmak gereksinimi duyabilir.
Kendini tedirgin ve yalnız mı hissediyordu. Falanca kuşun varlığı yakınlarda bir yılanın bulunduğunun işaretiydi; filanca çalı ise çevrede su bulunduğunun belirtisiydi.
Ağladı. Tanrı adil olmadığı için, kendi düşlerine inanan insanları bu şekilde ödüllendirdiği için ağladı. Daha katı olacağım ve bir insan bana ihanet ettiği için de artık kimseye güvenmeyeceğim. Ben de herkes gibiyim: Dünya gerçeklerine oldukları gibi değil  de olmalarını istediğim gibi bakıyorum. Bir şeyi gerçekten istersen, demişti yaşlı adam ona, “onu gerçekleştirmen için bütün evren işbirliği yapar”. Simgelere saygılı olmayı ve onları izlemeyi öğren, demişti yaşlı kral. Kendi yazgısından kaçmamak için bazı şeylerin sorulmaması gerektiğini öğrenmişti. Kendi kararlarımı kendim almaya söz veriyorum dedi içinden. Dünyaya bakabileceğini anladı birden.
Yeni ve değişik şeyler öğrenmekteydi. Daha önce de yaşadığı şeylerdi bunlar, ama gene de yeniydiler, çünkü daha önce karşılaştığı, ama varlıklarının farkına varmadığı şeylerdi bunlar. Bu şeylere alıştığı için böyle olmuştu. Her şey bir tek ve aynı şeydir demişti yaşlı adam.
Neredeyse otuz yıldır aynı yerdeydi, müşterilerin pek ender ayak bastığı yokuş yukarı bir sokağın sonundaki bu dükkanda. Şimdi artık herhangi bir şeyi değiştirmek için çok geçti: Hayatı boyunca öğrendiği tek şey billuriye alıp satmaktı. Hayatına yeni bir yön vermek için artık çok geçti. Geçip giden boş bir bakış ve uçsuz bucaksız ölüm arzusu, aynı anda her şeyin sonsuza dek bittiğini görmek dileği.
Hatalarımızın bedelini ödemek zorundayız. Talih bizden yanayken, bundan yararlanmalıyız; talihin bize yardımcı olması için biz de ona yardımcı olacak şekilde davranmalıyız, gereken ne varsa yapmalıyız. Buna Lütuf Kuralı derler. Ya da “acemi talihi”. Düşümü gerçekleştirmekten korkuyorum, çünkü o zaman yaşamak için bir sebebim olmayacak. Sen, koyunları ve Piramitleri hayal ediyorsun. Sen benim gibi değilsin, çünkü sen düşlerini gerçekleştirmek istiyorsun. Oysa benim istediğim, Mekke’yi düşlemek sadece. Büyük bir hayal kırıklığına uğramaktan korkuyorum; bu yüzden hayal kurmakla yetinmeye çalışıyorum. Herkes kendi düşlerini aynı şekilde göremez; kendince görür.
Her zaman, ne istediğini bilmek zorunda olduğunu anımsa, demişti yaşlı kral. Ne istediğini biliyordu delikanlı ve bu amaç doğrultusunda çalışıyordu. Belki de bu ilginç ülkeye gelip bir hırsıza rastlamak ve bir kuruş harcamadan sürüsünü ikiye katlamak onun hazinesi.  İnsanları en çok etkileyen şey güzelliktir.
O zaman da ben yaşama tarzımı değiştirmek zorunda kalacağım. Kendi hayat tarzıma alıştım ben. Sen gelmeden önce, dostlarım, benim aksime değişirken, işleri kötüye ya da iyiye giderken, burada bütün zamanımı kaybettiğimi düşünüyordum. Bu da alabildiğine üzüyordu beni. Şimdi durumun böyle olmadığını biliyorum: Değişmek istemiyorum, çünkü nasıl değişeceğimi bilmiyorum. Artık tam anlamıyla  kendime alışmış durumdayım. Şimdi eskiden bilmediğim bir şeyi biliyorum: Değeri bilinmeyen her lütuf felakete dönüşüyor. Artık  hayattan bir şey beklemiyorum. Ama sen, şimdiye kadar aklıma bile getirmediğim zenginliklere ve ufuklara bakmaya zorluyorsun beni. Oysa, şimdi bunların neler olduğunu bildiğim, önümdeki büyük olanakları gördüğüm içini, kendimi eskiden sahip olduğundan daha kötü hissedeceğim. Çünkü her şeye sahip olacağımı biliyorum ve istemiyorum bunu. Galiba onlar öğretmiyorlar: Ben öğreniyorum. Öyle zamanlar vardır ki, insan hayatında ırmağın akış yönünü değiştiremez.
Hayallerinden asla vazgeçme, demişti yaşlı kral. Simgelere dikkatli  ol. Yeryüzünde herkesin anladığı bir dil vardır. Bu coşkunun dilidir, arzu edilen ya da inanılan bir şeyi gerçekleştirmek için sevgi ve tutkuyla yapılan girişimlerin dilidir. Bütün dünyayı fethedebileceğini hisseti.
Burada yaşantısını, öğrendiği iyi şeyleri özleyecekti. Kendine iyice güveni vardır ve dünyayı ele geçirmek isteği duyuyordu. Ama eskiden tanıdığım kırlara gidip gene koyun güdeceğim. Ancak, artık bu kararından dolayı mutlu değildi. Bütün bir yıl, bir düşü gerçekleştirmek için çalışmıştı, ama bu düş, her dakika, giderek önemini yitiriyordu. Belki de  gerçekte  böyle bir düşü yoktu.
Sihirli Taş –başka bir deyişle, Felsefe Taşı’nın- gizini keşfedememişlerdi ve belki de bu yüzden sessizliğe  gömülüyorlardı?
Bir şeye karar vermek başlangıçtan başka bir şey değildir. İnsan bir şeye kadar verdiği zaman, karar verdiği sırada hiç öngörmediği, düşünde bile aklına gelmeyen bir yöne doğru, şiddetli bir akıntıya kapılıp gidiyordu.
Bir şeyi bir başka şeye bağlayan, kendisini çoban olmaya yönlendiren, aynı düşü birkaç kez görmesine, Afrika’ya yakın bir kente gelmesine, bir alanda bir krala rastlanmasına, bir hırsız tarafından soyulmasına ve bunun sonucu olarak da bir billuriye tüccarıyla tanışmasına, vb... yol açan gizemli bir zincir, gizemli bir bağ. İnsan, hayaline yaklaştıkça, Kişisel Menkıbe daha çok gerçek yaşama neden oluyor, diye düşündü delikanlı.
Ne zaman bir denize ya da bir ateşe baksa, doğa olaylarının sonsuzluk ve gücünün derinliklerine dalıp ağzını açmadan saatler geçirebilirdi. Önsezilerin, içinde bütün insan hayatlarının bir bütün oluşturacak şekilde birbirine bağlandığı hayat ırmağının evrensel  akışına ruhun yaptığı âni dalışlar olduğunu, anlamaya başlamıştı: Öyle ki, her şey yazılı olduğu için, her şeyi bilirdik. Ölümüme  kadar değişmeyecek bir hayatım vardı. Sahip olmayı başardığım şeylerin yok olacağı düşüncesiyle korkuya kapıldım. Kimse bilinmezden korkmamalı, çünkü herkes istediği ve ihtiyaç duyduğu şeyi ele geçirebilir. Sahip olduğumuz şeyleri yitirmekten korkarız. Ama hayat hikayemiz ile dünya tarihinin aynı El tarafından yazılmış olduğunu anladığımız zaman, bunu anlar anlamaz, bu korku uçup gider.
Bütün kalbimizle bir şey istediğimiz zaman, Evrenin Ruhu’na daha yakın oluruz. Olumlu bir güçtür. Toprağın altında ve üzerinde bulunan  her şey durmadan değişir, çünkü toprak canlıdır ve ruhu vardır.
Herkesin kurşunu altına dönüştürmeye kalkıştığını düşünün biraz. Bir süre sonra altının hiçbir değeri kalmazdı. Yalnızca, inatçı insanlar, dirençli araştırmacılar Büyük Yapıt’ı gerçekleştirmeyi başarabilirler.
Evrenin bir ruhu olduğunu ve bu ruhu anlayan kimsenin nesnelerin dilini anlayacağını öğrendim. Birçok simyacının kendi Kişisel Menkıbesi’ni yaşadığını ve sonunda Evrenin Ruhu’nu, Felsefe Taşı’nı, Ebedi  Hayat İksiri’ni keşfettiklerini öğrendim. Herkesin kendine göre bir öğrenme tarzı var, diye tekrarlıyordu kendi kendine. Onun öğrenme tarzı benim öğrenme tarzım değil; benim  öğrenme tarzım, onun tarzı değil.
Ben ne geçmişte, ne de gelecekte yaşıyorum. Benim yalnızca şimdim var ve beni sadece o ilgilendirir. Her zaman şimdide yaşamayı başarabilirsem, mutlu bir insan olursun. Hayat yaşamakta olduğumuz andan ibarettir ve sadece budur.
Bu ânı geçmişin dersleri ve geleceğin düşleriyle birlikte yaşamaya çalışıyordu.
Acele etmemeli, sabırsızlık göstermemeliydi. Yoksa Tanrı’nın yoluna dizdiği işaretleri göremeyebilirdi. Sabırsız olma,  diye tekrarladı,  kendi  kendine. Devecenin dediği gibi, yemek zamanı gelince yemeği ye. Yürüme zamanı gelince yürü.
Ve bu  iki insan karşılaşınca ve gözleri buluşunca, bütün geçmiş ve bütün gelecek artık bütün önemini yitirir, yalnızca o an, ve gök kubbe altında her şeyin aynı El tarafından yazıldığı gerçekliği vardır,  bu inanılmaz gerçek vardır. Aşk’ı yaratan ve çalışan, dinlenen ve güneş ışığı altında hazineler arayan her kimse için sevilecek birini yaratmış olan El. Çünkü, böyle olmasaydı, insan soyunun hayallerinin hiçbir anlamı olmazdı.
Ben, senin Menkıbe’nin bir parçasıysam bir gün geri döneceksin. Başarısızlığa uğramak korkusu, şimdiye kadar Büyük Yapıta girişmeme hep engel oldu. On yıl önce başlamam gereken şeye ancak  şimdi başlayabiliyorum.
İşte Evrenin Dili’ni kavrıyorum,  dedi ve bu dünyada her şeyin bir anlamı var, atmacaların uçuşuna varıncaya kadar. Bir kadına duyduğu aşk için, içinde derin bir minnet hissi: İnsan sevince, diye düşündü, nesneler daha çok anlam kazanıyor. Aslında, nesneler kendiliklerinden hiçbir şey açılmazlar; insanlar bu nesneleri gözlemleyerek, Evrenin Ruhu’nu anlama yöntemini keşfedebilirler. Gelecek Allah tarafından yazılmıştır ve Allah ne yazarsa yazsın, insanların iyiliği içindir. Bu nedenle, savaşçılar yalnızca şimdiki zamanda yaşıyorlardı, çünkü şimdiki zaman beklenmedik olaylarla doluydu ve bir yığın şeye dikkat etmek zorundaydılar. Deveciye neden bu kadar gelecekle ilgilendiğini sormuştu. Bir şeyler yapabilmek için, diye yanıtlamıştı deveci. Ve olmasını istemediğim şeyleri tersine çevirmek için.  O zaman bu senin geleceğin olmaz ki, diye yanıtladı kâhin. Ama belki de olacaklara kendimi hazırlamak için geleceği öğrenmek istiyorum. Bunlar iyi şeylerse hoş bir sürpriz olacaklar, dedi kâhin. Kötü şeylerse daha gerçekleşmeden acı çekeceksin.
Allah’ın kendilerine bildirmek istediği bir şeyden haberdar olmaları gerektiğinde, birinin gelip kendilerine haber vereceğine inanırlar.
Çünkü benim gözlerim henüz çöle alışmadı, bu nedenle alışmış gözlerin göremeyeceği şeyleri ben görebilirim. Ve hepimiz biliyoruz ki düşlere inanan kimse onları yorumlamasını da bilir. Ama her zaman gerçekleştirmeyi başaramaz onları. Silahlar çöl gibi nazlıdırlar; gereksiz yere çıkartacak olursak daha sonra gerektiği zaman ateş almazlar.
Her gün, yaşamak ya da ölmek içindi. Yarın ölecekse, Tanrı onun geleceğini değiştirmek istemediği için ölecekti. Bir şey yazılmışsa kurtulmak olanaksızdır.
Kötülük, dedi Simyacı, insanın ağzından giren şeyde değildir. Kötülük oradan çıkandadır.
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme dedi Simyacı, her şey Evrenin Ruhuna  kazınmıştır ve ebediyen orada kalacaktır. Bulduğun şey saf maddeden yapılmışsa, hiçbir zaman çürümeyecektir. Ve oraya bir gün geri döneceksin. Bir yıldız patlaması gibi bir anlık ışıktan başka bir şey değilse, o zaman geri dönüşünde hiçbir şey bulamayacaksın. Gene de en azından bir ışık patlaması görmüş olacaksın. Yalnızca bu bile yaşamış olmanın zahmetine değer. İnsanın geride bırakmış olduklarını düşünmemesi olanaksızdı. Bir tek öğrenme yöntemi var diye yanıtladı Simyacı. Eylem yöntemi. Bilmen gereken her şeyi sana yolculuk öğretti. Tanrı bu dünyayı, insanlar, görülen nesneler aracılığıyla manevi öğretileri ile bilgisinin mucizelerini anlayabilsinler diye yarattı. Ben buna Eylem diyorum. Bir tek kum tanesini seyretmen yeter; o zaman orada Evren’in bütün harikalarını göreceksin. Kendi yüreğini dinle. Yüreğin her şeyi bilir, çünkü Evrenin Ruhu’ndan gelmektedir ve bir gün oraya geri dönecektir.
Yüreğin neredeyse hazinen de oradadır. Şimdiye kadar elde etmeyi başardığın şeyleri bir düşle değiş-tokuş etmekten korkması kadar doğal ne var. Neden yüreğimi dinlemek zorundayım? Çünkü onu susturmayı hiçbir zaman başaramazsın. Hatta onu dinlemiyormuş gibi yapsan da o gene oradadır, göğsündedir; hayat ve dünya hakkında ne düşündüğünü sana tekrarlamayı sürdürecektir. Sen yüreğini tanıyacak olursan, sana baskın yapmayı hiçbir zaman başaramayacaktır. Çünkü onun düşlerini ve arzularını tanıyacaksın ve onları hesaba katacaksın. Hiç kimse kendi yüreğinden kaçamaz. Bu nedenle en iyisi onun söylediklerini dinlemek. Böylece, kendisinden beklemediğin bir darbe indirmeyecektir kesinlikle sana. Ulaşmaya lâyık olmadıklarını ya da ulaşamayacaklarını sandıkları için en büyük düşlerini gerçekleştirmekten korkarlar. Yüreğim acı  çekmekten  korkuyor, dedi bir gece Simyacıya. Yüreğine, acı korkusunun, acının kendisinden de kötü bir şey olduğunu söyle. Düşlerinin peşinde olduğu sürece hiçbir yürek kesinlikle acı çekmez. Her arama ânı bir karşılaşma ânıdır, dedi delikanlı yüreğine. Hazinemi aradığım sırada her gün pırıl pırıldı, çünkü her saatin, onu bulma düşünün bir parçası olduğunu biliyordum. Hazinemi ararken, yolumun üzerinde öylesine şeyler keşfettim ki, bir çoban için olanaksız şeylere girişmek cesaretim olmasaydı bunlara rastlamayı kesinlikle hayal bile edemezdim. Yeryüzünde her insanın kendisini bekleyen bir hazinesi vardır, dedi yüreği delikanlıya. Biz yürekler, insanlar artık bu hazineleri bulmak istedikleri için bunlardan pek ender söz ederiz. Onları küçük çocuklara anlatırız. Sonra herkesi, kendi yazgısının yoluna göndermek işini hayata bırakırız. Ne yazık ki, kendisine çizilmiş olan yolu pek az insan izliyor; oysa bu yol Kişisel Menkıbe’nin ve mutluluğun yoldur. İnsanların çoğu dünyayı korkutucu bir şey olarak görüyorlar ve yalnızca bu nedenden dolayı da dünya gerçekten korkutucu bir şey oluyor. O zaman biz yürekler, giderek daha alçak sesle konuşmaya başlıyoruz, ama asla susmuyoruz. Ve sözlerimizin duyulmaması için dilekte bulunuyoruz. Kendilerine çizmiş olduğumuz yolu izlemedikleri için insanların acı çekmelerini istemiyoruz. Peki yürekler, insanlara düşlerinin peşinden gitmek zorunda olduklarını neden söylemiyorlar? diye sordu delikanlı, Simyacıya. Çünkü bu durumda en çok yürek acı çeker. Ve yürekler acı çekmekten hoşlanmazlar. Ondan, kendisini asla terk etmemesini istedi. Ondan, düşlerinden uzaklaşacak olursa göğsünde sıkışmasını ve kendisini uyarmasını, uyarı işareti vermesini istedi. Ve  bu işareti ne zaman duyarsa ona dikkat edeceğine yemin etti. Düşümüzü gerçekleştirmemizin yanı sıra, ona doğru ilerlerken aldığımız dersleri de iyice öğrenmemizi istemektedir. Ama insanların çoğunluğu işte bu anda vazgeçerler. Çölün dilinde biz bu durumu şöyle tanımlamaktayız: Vaha’nın palmiyeleri ufukta görünmüşken susuzluktan ölmek. En karanlık an, şafak sökmeden önceki andır.
Gözümüzün önünde büyük hazineler olduğu zaman asla göremeyiz onları. Yürekler her zaman insanlara yardım ederler mi? diye sordu Simyacıya. Gökyüzünün altında olanların sonuçlarından hiç kimse kurtulamaz. Gözler ruhun gücünü gösterirler. Nesneler birçok dil konuşurlar, dedi delikanlı. Devenin bozlamasının önce yalnızca deve bozlaması olduğunu gördüm, sonra tehlike işaretine dönüştüğünü ve daha sonra da tekrar bozlama olduğunu gördüm. Başkasının Kişesel Menkıbe’sine burnunu sokan kimse kendi Kişisel Menkıbesini kesinlikle keşfedemez.
Onlara bütün hazinemi verdiniz! dedi delikanlı. Ömür boyu kazandığım her şeyi. Ama ölecek olsaydım ne işine yaracaktı hazinen? En azında üç günlüğüne hayatını kurtardı. Paranın ölümü geciktirdiği öyle sık görülmez. Umutsuzluğa teslim olma, dedi Simyacı. Yoksa, yüreğinle konuşmana engel olur. Bir düşün gerçekleşmesini bir tek şey olanaksız kılar: Başarısızlığa uğrama korkusu. Ölüm insanı hayata karşı daha dikkatli olmaya zorlar. Dünya, Tanrı’nın yalnızca görünen parçasıdır. Simya da tinsel yetkinliği maddi alana yönlendirir yalnızca.
Bunun için simya var, dedi delikanlı. Her insanın kendi hazinesini arayıp bulması ve daha sonra, daha önceki hayatında olduğundan daha yetkin olmayı istemesi için. Kurşun, dünyanın artık kurşuna gereksinimi kalmayıncaya kadar görevini yerine getirecek; o zaman altına dönüşmesi gerekecek. Olduğumuzdan daha yetkin bir varlık olmaya çalıştığımız zaman, çevremizdeki her şeyin daha iyi olduğunu gösteriyorlar bize.
Aşk, Evrenin Ruhunu değiştiren ve geliştiren güçtür.  İlk kez onun içine girdiğim zaman, onun kusursuz olduğunu sandım. Ama daha sora onun, yaratılmış olan her şeyin yansıması olduğunu, onun da savaşları ve tutkuları olduğunu gördüm. Üzerinde yaşadığımız dünya,  bizim daha  iyi ya da daha kötü olmamıza göre, daha iyi yada daha kötü olacaktır.
Bu işaretlerin Yeryüzünde ve Uzayda dağılmış olduklarını, görünüşte hiçbir varlık nedenleri ve anlamları bulunmadığını; ne çöllerin, ne rüzgarların, ne güneşlerin ve  ne de insanların niçin yaratılmış olduklarını bilmediklerini biliyordu. Ama El’in bütün bunlar için bir nedeni vardı ve yalnızca o bu mucizeleri gerçekleştirebilir, okyanusları çöle ve insanları rüzgara dönüştürebilirdi. Ve delikanlı Evrenin Ruhu’na daldı ve Evrenin Ruhunun, Tanrı’nın parçası olduğunu gördü ve Tanrı’nın Ruhu’nun,  kendi ruhu olduğunu gördü.
Simyacı ateş yaktı, keşiş biraz kurşun getirdi; Simyacı kurşunu bir demir kapta eritti. Kurşun iyice sıvılaşınca, su tuhaf, sarı cam yumurtasını çantasından çıkardır. Bir saç kalınlığında bir katman kazıdı ve bunu balmumuna sardıktan sonra içinde kurşun eriyiği bulunan kaba attı. Karışım kan rengini aldı. Simyacı bunun üzerine kabı ateşten alarak soğumaya bıraktı.
Preparat soğuyunca, keşiş ve delikanlı hayranlıkla baktılar: Maden, demir kabın iç çeperlerinde katılaşmıştı ama artık  kurşun değildi. Altın olmuştu.
Parçalardan birin keşişe vererek. Seyyahlara karşı gösterdiğiniz cömertlik için. Benim cömertliğimin çok ötesine giden bir şükran ifadesi, dedi keşiş. Böyle konuşmayınız. Hayat  söylediklerinizi duyabilir ve gelecek sefere daha azını verebilir. Bir kere olan bir daha asla  tekrarlanmaz. İki kere olan mutlaka üçüncü defa da olacaktır. Kim ne olursa olsun, dedi, yeryüzünde her insan, her zaman, dünya tarihinde başrolü oynar. Ve doğal olarak o bilmez bunu.
Kişisel Menkıbesine doğru yol alırken, bilmesi gereken her şeyi öğrenmiş ve yaşamayı hayal ettiği her şeyi yaşamıştı. Bir girişim, ancak amacına ulaştığında sona erebilirdi. Çölde yaşadığı süre içinde bokböceklerinin, Mısır’da Tanrı’nın simgesi sayıldıklarını öğrenmişti.
Öleceksen, para ne işe yarar? Paranın insanı ölümden kurtardığı pek az görülmüştür.  Böyle demişti Simyacı. Yaşayacaksın ve insanın bu kadar budala olmaya hakkı olmadığını da öğreneceksin. 
Gerçekte kendi Kişisel Menkıbe’sini yaşayan kimseye karşı hayat cömerttir diye düşündü.


27-Eserle İlgili Karşıt Görüşler, Kendi Fikirlerinle Karşılaştırma:
28-Genel Yargı, Kitabın Yazılış Amacı:

16 Haziran 2017 Cuma

Sonsuzluk olarak kütüphane


Kütüphaneler çağlar boyunca büyük bir değişim geçirdi. Parşömenden kâğıda, kâğıttan dijital kitap raflarına uzanan bir yolculuk... Hangi şekilde olursa olsun, kütüphane yüzyıllardır okurun “cenneti” olmayı sürdürdü. İşte kütüphanelerin uzun tarihine kısa bir bakış...
Cüzdanında bir kütüphane kartı taşımak ya da büyük, sessiz bir kütüphanenin koridorlarında kaybolmayı düşlemek hâlâ okurluğun ilk akla gelen heyecanlarından mı? Hız ve gürültü çağında, yavaş ve sessiz olanı temsil eden kütüphaneden bahsetmek belki kulağa nostaljik geliyor, ama bir kitap ekinin sayfalarında okurla muhtemelen paylaşılan bir özlemi de temsil ediyor. Kişisel kütüphanelerimiz bile
abletlerimizdeki sanal raflara hızla taşınırken sormanın tam zamanı: Kütüphane hâlâ karşılığı olan bir kurum mu? Bugün kütüphane sadece bir nesne olarak kitabı koruyan ve kayıt altında tutan bir yapıdan mı ibaret olmalı?
 
Jane Austen, Gurur ve Önyargı’da kütüphanesi olmayan bir evin zavallılığından söz eder. Kütüphanesiz bir şehir de benzer bir sıfatla anılabilir pekâlâ. Sartre’a göre bir tapınaktır kütüphane, Chuck Palahniuk’a göre reçetelerde yer alması gereken bir tedavi biçimi. John Stuart Mill ise kütüphaneyi iyilik dağıtan, mutluluk veren bir yer olarak niteler. Kütüphaneler hakkında çok yazmış Alberto Manguel’e göre, kişisel kütüphane insanın aynasıdır ve onun sadece kim olduğunu değil, kim olmadığını da gösterir. Manguel, Geceleyin Kütüphane’de kütüphane sevgisinin diğer sevgi türleri gibi öğrenilebilir olduğunu yazar. Romalı Cicero ise “Bir kütüphanesi ve bir bahçesi olan başka ne ister ki hayattan?” diye sorar. Bir kütüphanenin, okuma odasının, kitap dolu rafların küçük bir kız çocuğu üzerindeki etkisini Avusturyalı yazar Markus Zusak’ın Kitap Hırsızı romanında ve onun sinema uyarlamasında da görürüz.
Babil Kütüphanesi’nden İskenderiye’ye
Dünyanın pek çok yerinde kütüphanelerin ve kütüphanecilerin sorunlarıyla ilgili haberlerin arttığı, kişisel kütüphanelerin niteliğinin sorgulandığı yıllardayız. Bunda elbette değişen bilgi sistemlerinin bir meslek olarak kütüphanecilik ve bir kurum olarak kütüphane üzerindeki dönüştürücü etkisinin rolü büyük. Sadece ülkemizde değil, dünyada da kütüphaneler kapandıklarında ya da devlet desteğinin azlığıyla gündeme geliyor daha çok. Yakın zamanda New York Times’ta yayımlanan bir haberde New York eyaletindeki halk kütüphanesi sisteminin köhneleştiğinden yakınılıyor, kütüphanelerin yeni bilişim sistemlerine uygun hale getirilmesi gerektiği belirtiliyordu. Bazen heyecan verici haberlerin de konusu oluyor kütüphaneler: Geçen ay, Princeton Üniversitesi’nin Fransız filozof Jacques Derrida’nın 13.800 kitap bulunan kişisel kütüphanesini edinmesi haberi gibi. Kütüphaneler hakkında yazılan kitapların artışı da –örneğin sadece geçtiğimiz yıl içinde Roma kütüphaneleri, imha edilen kütüphaneler, kütüphane-okur ilişkisi gibi farklı konularda pek çok kitap yayımlandı İngilizcede– kütüphanelerden söz açmak ve
kütüphanenin niteliğini tekrar düşünmek gerektiğini ortaya koyuyor.
Okur olmadan yazar olunamayacağını elbette biliyoruz. Ancak kitabın oluşturduğu atmosferin de yazarlığı ve düşünceyi beslediği yadsınamaz. Kütüphanecilik tarih boyunca pek çok ünlü ismin mesleği olmuş. Ünlü kütüphaneciler arasında sadece yazarlar yok; Mao Zedong gibi politikacılar, Laura Bush gibi ‘first lady’ler, hatta Giacomo Casanova gibi ünlü isimler de var. Marcel Duchamp’ın, Jacob Grimm’in, Alice Harikalar Diyarında’nın yazarı Lewis Carroll’un, Çinli düşünür Laozi’nin, Türk şiirinin ustalarından Asaf Hâlet Çelebi’nin, Amerikalı şairler Philip Larkin ve Stanley Kunitz’in, Marcel Proust’un ve Norveçli romancı Per Petterson’un da kütüphanecilik yaptığı biliniyor. Ama kütüphaneci yazar denildiğinde akla gelen ilk isim şüphesiz Jorge Luis Borges.
Juan Perón hükümetince işinden edilene kadar kütüphanecilik yapan Arjantinli yazarın ünlü metni “Babil Kütüphanesi”nde evren bir kütüphane olarak değerlendirilir.  Borges’in kütüphanesinde ortada bir spiral merdiven bulunur. Holde yer alan bir ayna tüm görüntüleri çift hale getirerek sonsuza açılır. Borges’in kütüphanesi bir labirenttir. O kadar ki, “Cenneti her zaman bir tür kütüphane olarak düşlemişimdir.” diye yazar Borges. Bu hikâye, bugün dijital ortamda da karşılık buldu ve geçtiğimiz günlerde Jonathan Basile, Babil Kütüphanesi’ni internet ortamında gerçekleştirmek için kolları sıvadı. Basile, sonsuz kütüphaneyi sanal olarak şu adreste gerçekleştirmeye çalışıyor: libraryofbabel.info. T.S. Eliot ise kütüphanelerin varlığını gelecekle ve umutla ilişkilendirenlerdendi: “Kütüphanelerin varlığı, insanlığın geleceği hakkında ümitli olmak için yeterli bir sebeptir.”
Antik çağın kütüphanesi
Kütüphaneler çağlar boyunca kitabın değişimine koşut büyük bir değişim geçirdi. George Houston’ın yakın zamanda yayımlanan Inside Roman Libraries (University of North Carolina Press, 2014) adlı kitabında detaylı olarak anlattığı Roma kütüphanesi, bugünün kütüphanelerinin ilk örneklerinden. Tarihçinin anlattığı eski kütüphaneler için kitapları, yani metinlerin yazılı olduğu ruloları bulmak zordu. Metinleri kütüphane sahibinin kendisinin yazması ya da bu işin ticaretini yapanlara başvurması gerekiyordu. Kullanılmış parşömen ruloları satın alarak kütüphaneyi zenginleştirmek ya da dostların kütüphanelerini kullanmak da bir çözümdü. Doğru yazılmış metni bulmak en önemli ölçüttü Roma kütüphaneleri için. Metinlerin yanında doğruluklarını ölçmek için referans kitaplar, sözlükler de böylece ortaya çıkmaya başladı.
 

Yazıcıların eğitimli olması bir kitabın doğruluğunu gösteren önemli ölçütlerdendi. Örneğin, düşünür ve devlet adamı Cicero’nun kütüphanesinde kendi yazdığı metinler de bulunuyordu. Özel kütüphaneler dosttan dosta, ebeveynden çocuğa, ustadan çırağa devredilirdi, bazen savaşlarda ganimet olurdu. Bu kütüphanelerde Homeros demirbaşken, onu Hesiod’un metinleri izlerdi. Kitap ruloları ahşaptan silindir ya da dikdörtgen kutularda saklanırdı. Böyle bir kutu 60 civarında rulo taşırdı. Raflara konulduğunda ise yatay olarak yerleştiriliyordu rulolar. Üç-dört metrelik bir papirüse 900 dizelik bir şiir sığabiliyordu. Bir metin papirüsün bir tarafına, başka bir metin öteki tarafına yazılabiliyordu. Papirüs sarılınca yazarın ve kitabın adı da sarılıyordu. Bu nedenle ruloların hangi eser olduğu çok özel metinler dışında bilinmiyordu. Özel kütüphaneler zengin ailelere aitti. Roma kütüphanesinin ortasındaki büyük alanda uzun arkalıklı sandalyeler ve banklar bulunurdu kitap okumak için. O çağların okuma pratiklerini anlamamız için bugüne, masada değil oturarak okuyan insanların olduğu kabartmalar kaldı. Sabahları ışık alması için doğuya dönük olması tercih ediliyordu kütüphanelerin. Efes’teki Celsus kütüphanesinde ve Timgad’da olduğu gibi büyük camları olması da bir başka özelliğiydi.
Yok olan kütüphane
Antik çağda İskenderiye Kütüphanesi’ndeki rafların üzerinde “ruhun tedavi olduğu yer” diye yazıyordu. İskenderiye Kütüphanesi “sanatın dokuz tanrıçasından biri” sayılan Muses’e adanmıştı. Kütüphane, İskenderiye Müzesi’nin bir parçasıydı. Kütüphane hakkında tarihteki en önemli tartışma, adıyla özdeşleşen yangınla ilgilidir. Bilginin yok olması bağlamında İskenderiye Kütüphanesi’nin yanması sembolik bir anlam kazanmıştır. Kütüphane daha çok nasıl yandığına ilişkin tartışmalarla anılır. İskenderiye’ye ilham veren kütüphane ise Büyük İskender’in etkilendiği, Irak’ta Ninova’da bulunan ilk kütüphanelerden Asurbanipal Kütüphanesi’dir. Ninova’daki kütüphanenin içinde 30 bin 943 tablet vardı, aralarında dünya edebiyatının ilk metinlerinden Gılgamış Destanı’nın da bulunduğu biliniyor. Antik çağların en önemli kütüphanelerinin Anadolu’da kurulduğunu da eklemek gerekir. Hattuşaş, Bergama ve Efes’teki kütüphaneler bunlar arasında sayılabilir.
İskenderiye Kütüphanesi’nin kuruluş tarihi milattan önce 300’ü buluyor. Fransa’nın ilk kütüphanesi Bibliothèque Nationale de France 1367 yılında kurulmuştur. Almanya’da ilk kütüphane 1661’de Berlin’de, İspanya’da ilk kütüphane 1712’de Madrid’de inşa edilmiştir. Portekiz’in ulusal kütüphanesi 1796 tarihini taşıyor. Kitap ödünç veren ilk kütüphane ise 1740 yılında Londra’da açılmış. 17. ve 18. yüzyıllarda kütüphaneler altın çağını yaşarken Rusya’da ilk kütüphanenin kurulması 1700’lerin sonunu bulur. Amerika’nın ilk kütüphanesi Ben Franklin tarafından 1731’de kuruldu. John Harvard’ın bağışladığı 400 kitapla Massaschusettes’te kurulan üniversite kütüphanesi ise ülkenin en eski kitaplıklarındandır. Üniversite daha sonra bu bağışı yapan Harvard’ın adını aldı. Amerika’nın üye olunabilen kütüphaneleri 18. yüzyılda kuruldu. Ülkenin ilk halk kütüphanesi New Hampshire’da 1833’te açıldı.
Prestij ve güç olarak kütüphane
Kütüphane hem siyasi hem maddi olarak gücün tamamlayıcısı ve prestij sembolüydü aynı zamanda. Bu bağlamda siyaseten güçlü figürlerin seçimleri antik çağlardan bugüne ulaşan eserlerde belirleyici oldu. Kütüphanelerle ilişkisi üzerine yakın zamanda yayımlanan Letter to a Future Lover (Graywolf Press, 2015) adlı kitabında Ander Monson da arşivlemenin ve dolayısıyla kütüphane katalogları oluşturmanın politik bir eylem olduğuna dikkati çekiyor.
Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı romanında da kütüphane entelektüel ve siyasi gücün sembolüdür. Romanın son sayfalarında kütüphanenin imhası karanlık ortaçağların geride bırakılması, alevlerin o karanlık çağları aydınlatması anlamına gelir. İmha edilen, Hıristiyanlığın en büyük kütüphanesidir.
Büyük kütüphanelerin çoğu eski çağlarda kale gibi bir mimariye sahipti. Luciana Canfora, antik çağın yok olan kütüphanelerini incelediği The Vanished Library adlı kitabında eski kütüphanenin bu çerçevede monarşiyle, despotizmle ve merkezî bir güçle ilgili olduğunu yazar. Devlet ve otorite ile ilişkili olduğundan genellikle bu kütüphaneler alevler içinde kalmıştır. (Yok olan kütüphaneler ne yazık ki uzak geçmişe ait bir gerçeklik değil yalnızca, yok olan bir kütüphanenin hikâyesi için 1992’ye dönmek yeterli: Saraybosna’daki Bosna Ulusal Kütüphanesi bombardıman sırasında yıkılmıştı.)
Kütüphane kartı
Kütüphane, kitabı bir nesne olarak daha görünür kılar ve kitabın ‘dış metni’ni yani paratext’ini de geliştirir. Örneğin bir kitabın arkasındaki ödünç alma kartı, kitabın ve kütüphanenin sınırlarını mekânda ve zamanda genişletir. Ander Monson’un bu kaydı “kütüphane kartındaki hayaletler” diye anması boşuna değil. Kütüphane müdavimleri çok iyi bilir ki kayıt her zaman zorunlu mevcut anlamına gelmez. Raflarla kayıtlar arasındaki uyumsuzluk ve var olmayan kitabın yerindeki boşluk ayrı bir hikâyeye doğru genişletir kütüphaneyi. (Anatole France, kütüphanedeki eksik kitapların boşluğunu kişisel kütüphaneler açısından şöyle okur: Kütüphanem ödünç aldığım kitaplardan oluşur.)
Monson, “Kütüphaneleri ne kadar çok ziyaret edersem, onlara o kadar çok açıldığımı hissediyorum.” diyor. Kütüphanelerin yaşamın önemli bir parçası olduğu toplumlar, böylece kütüphanenin önce birey ve nihayet toplum üzerindeki dönüştürücü etkisini deneyimler. Özellikle halk kütüphanelerinin toplumsal dönüşüme etkisi yadsınamaz. O nedenle çağdaş, demokratik toplumları inşa etmek için çok da uzağa gitmeye, başka binalar inşa etmeye gerek yok. Kütüphane bir kurum olarak geçmişte güçle ilişkili olsa da, Doris Lessing’in dediği gibi bugün “halk kütüphanesi dünyadaki en demokratik şeydir.”

Rakamlarla kütüphaneler
Ülkemizdeki kütüphanelere ilişkin rakamlar geçen ay Kütüphaneler Haftası nedeniyle medyaya yansımıştı. Buna göre Türkiye’de kayıtlı kütüphane okuru sayısı bir milyon. Nüfusu Türkiye’den az olan Fransa’da ise bu rakam on bir milyonu geçiyor. Al Jazeera Türk’ün ulaştığı rakamlar okullardaki kütüphanelerin yetersizliğini ortaya koyuyor. Devlet okullarının sadece yüzde 34’ünde kütüphane bulunuyor. Türkiye’deki halk kütüphanesi sayısı ise 1118 ve bunların 122’si kapalı. Türkiye’de kütüphanecilik adına son dönemde yapılan en önemli proje internet ve elektronik kitap gibi dijital hizmetler de veren Z-kütüphane (zenginleştirilmiş kütüphane) projesi. 2011’den bu yana bu proje kapsamında 370 Z-kütüphane açılmış.
Dünyanın en büyük kütüphanesi
Dünyanın en büyük kütüphanesi Amerikan Kongresi’ne bağlı Kongre Kütüphanesi (Library of Congress). 1800’de kurulan kütüphane ABD’nin ulusal kütüphanesi olarak da nitelendiriliyor. Başkent Washington’daki kütüphanede her dilde kaynak bulmak mümkün. Kütüphanenin katalogunda 37 milyondan fazla kitap bulunuyor. El yazmaları ve dijital koleksiyonlar da dikkate alındığında 160 milyonun üzerinde kaynak var Kongre Kütüphanesi’nde. Koleksiyonuna her gün 15 bin yeni kaynak ekleyen kütüphanenin ödünç verme birimi yok. Kaynakların yarısından çoğu İngilizce dışındaki 450 yabancı dilde.

12 Haziran 2017 Pazartesi

Yeni Çağın Besini; QUINOA-Kinoa


Quinoa; Türkçedeki bilinen adı ile Kinoa; Buğday cinsinden  fakat çiçek açan ve sindirimi kolay, hafif, lezzetli bir tahıl türü. 120 çeşidi olmasına rağmen, bilinen üç çeşidi kullanılmaktadır. Beyaz, kızıl veya grimsi.  

Ülkemizde daha yeni tanınan bir besin. Dünyada ise artık biliniyor ve hatta 2013 yılı Birleşmiş Milletler tarafından ‘Kinoa Yılı’ ilan edilmiş.

 
Güney Amerika’nın Batı Kıyısı’ndaki And Dağları bölgesinde yetişiyor. Peru ve Bolivya’dan ithal edilen Kinoa Avrupa ve Amerika’da birkaç yıldır büyük ilgi görüyor.

İlk kimler kullanmış ?
Kinoa Latin Amerika’da 7 bin yıl önce İnkalar tarafından yetiştirilmiş bir tahıl türü. Bir dönem Güney Amerika halkı İnkalarının en önemli besin kaynağıymış.  Mayalar ile ilgili araştırmalar sürecinde yeni yeni keşfedilmeye başlanmış ve  Kinoanın sırrı da böylece ortaya çıkmış.
Birçok hastalığı önlediği söyleniyor , özellikleri nedir ?
Modern tıp kinoayı uzun ve sağlıklı yaşayanları inceleyince daha da yakından tanıdı. Buğdaydan iki misli, pirinçten de çok daha fazla tahıl içeriyor. Susam ailesinden gelen Kinoa aynı zamanda bir magnezyum kaynağı. Tam tahıllarda genelde hayvanlarda bulunan amino asitler yok ya da yok denecek kadar az olup   adeta hayvansal gıda kaynakları kadar değerli tek tahıl. Süt, yoğurt, tavuk, et gibi hayvansal ürünlerde bulunan amino asitler, ayrıca ete yakın hatta filizlendirilmişse etten bile daha kıymetli protein emilim gücü var.  İçerdiği kalsiyum ise bir bardak sütteki kalsiyumdan daha fazla.
Besin değerleri ne? 100 gram Kinoada 372 kalori var. 5.80 gram yağ, 69 gram karbonhidrat, 6 gram lif içeriyor. Bu nedenle de yağ bakımından fakir. A, B, C, D ve K gibi neredeyse tüm vitaminleri içeren kinoada kolesterol yok. 100 gram Kinoanın bazı türlerinin yüzde 20’si protein ihtiva ediyor. Eğer filizlendirerek kullanılırsa  besin değeri daha da artıyor. Filizlendirilmiş kinoanın gücü etten daha yüksek.

Bedenimizdeki etkileri nedir ?
Kinoanın en önemli özelliği süper oksit dismutaz enzimi içermesi. Bu enzim yaşlanmayı geciktiriyor, cildi yıpranmaya karşı koruyor. Doku yenilenmesini sağlarken, serbest radikallerin verdiği zarardan modern yaşamın hücreleri hırpalamasına kadar koruyor. Böylece son zamanlarda sıklıkla görülen kanser hastalığının da önlenmesine yardımcı  oluyor. Kinoa içeriğindeki lignin hormonunun sebep olduğu kanser türlerine karşı da koruyor. Meme kanserini önleyici özelliğe sahip; kalbi de kuvvetlendiriyor. Kuersetin adlı madde de kinoayı vazgeçilmez kılıyor. Kuersetin anti oksidan olmasının yanısıra, bahar alerjilerine karşı da iyi bir destek.
Gluten içermiyor
Gluten tahıllarda bulunan ve un yoğurulduğunda hamura yapışkan formu veren proteindir. Bu sayede hamur maya tutar. Çölyak hastaları glutene karşı alerjiktir. Unlu mamüller tükettiklerinde sorunlar yaşayabilirler. Kinoa gluten içermediği için alerjisi olanların protein ve karbonhidrat ihtiyaçlarını karşılıyor. Gluten içermediği için, gluten alerjisi olanlar için de mükemmel bir besin Gluten rahatsızlığı olanların her şekilde kullanmadan evvel  doktorlarına  danışmalarını tavsiye ederiz 
 
Kinoa bulgur kıvamında bir tahıl cinsi. Baskın bir tadı ya da kokusu yok. Kendine özgün bir aroması var. Haşlandıktan sonra salatalara eklenerek soğuk da yenilebiliyor. Aynı zamanda sebze, et, balık, tavuk gibi yemeklere hoş bir tat veriyor. Kinoa pilavdan salataya kadar birçok yemeğe yakışıyor. Çorbaların içerisine konulabiliyor. Kavurup iri iri dövüldüğünde müslilere katılabiliyor. Un haline getirilirse, kurabiye, kek, hamur işlerinde, ekmek yapımında kullanılabiliyor. Garnitür olarak ise yemeklere lezzet veriyor. Taze soğan, nar ekşisi, maydanoz, domates ile kısır gibi yapılırsa çok lezzetli oluyor. Kuskus gibi pişirilip hafif sade yağ ile döndürülüp pembeleşene kadar çevirilirse de yemek gibi yenilebiliyor.
Kinoa zengin protein kaynağı olduğu için vegan beslenenler için ideal. Yüksek demir içerdiği için de demir eksikliği nedeniyle kansızlık problemi yaşayanlar kinoayı sıklıkla tüketebiliyor. Kinoa kabızlık çekenlere de tavsiye ediliyor.
NASA tarafından uzun uzay uçuşlarında, mürettebatın beslenmesi amacıyla uzay aracında yetiştirilicek tahıl olarak seçilmiş bilgiside vardır.