1-Kitabın Adı: Simyacı
2-Yazarı: Paulo Coelho
3-Yazarın Biyografisi,
Eserleri: Coelho, Janeiro’da doğdu. Roman yazarlığına başlamadan
önce, oyun yazarı, tiyatro yönetmeni ve sevilen bir şarkı sözü yazarıydı.
Coelho, gençliğinde bir hippiydi. 1986 yılında Hıristiyanların, Batı Avrupa’dan
başlayıp İspanya’da Santiago de Compostela kentinde sona eren geleneksel haç
yolculuğunu yaptı; bu deneyimini 1987 yılında yayınladığı The Pilgrimage (Hac)
adlı kitabında anlattı. 1988 yılında yayınladığı ikinci kitabı Simyacı,
Coelho’yu en çok okunan çağdaş yazarlardan biri yaptı. Öteki kitapları; Brida,
Valkürler ve son yazdığı Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum, Ağladım’dır.
Simyacı, 42 ülkede yayınlandı, 26 dile çevrildi. Bu kitap, Coelho’yu Gabriel
García Márquez’in arkasından en çok okunan Latin Amerikalı yazarlardan biri
konumuna getirdi.
4-Kitabın Çevirmeni: Özdemir İnce
5- Orijinal Adı: O Alquimista
6- Yayınevi: Can
Yayınları
7- Basımevi ve Tarihi: Eko
Basımevi
8- Orijinal İlk Baskı: 1988 by
Paulo Coelho / Sant Jordi Asociados, Barclona, SPAIN.
9- Türkiye’deki İlk Baskı: 1996 Mayıs
10- Baskı Sayısı: Benim
okuduğum kitap 33. baskıda
11-Cilt ve Ön Kapağa Ait
Özellikler
a)
Kapak Resmi: Phıl
BOATWRIGHT
b)
Kağıdın Niteliği: 3. Hamur
kağıt ve karton kapak
12-Düzelti:
13- Dizgi: Gülay
Altunkaynak,
14-Boyutları:12.5x19.5
15-Sayfa Sayısı:166
16-Dili:Türkçe
17-Kaç Bölümden Oluşmuş,
Bölümün Nitelikleri: Öndeyiş, 1. ve 2.bölüm, Son deyiş.
18-İnceleme
a)
Çevre ve Mekan:
b)
Dil ve İfade:
c)
Tasvir:
d)
Dilbilgisi:
e)
İmla:
f)
Noktalama:
g)
Birikim:
19-Türü: Roman
20-Konusu:
21-Planı:
22-Kahramanlar (Fiziksel ve
Tinsel Portre):
23-Bilinmeyen Kelimeler:
24-Özeti:
25-Anafikir ve Yardımcı
Fikirler:
26-Eserin Beğenilen
Bölümlerinden Alıntı: Narkissos’un, kendi güzelliğini her gün bir gölün
sularında seyretmeye giden bu yakışıklı delikanlının efsanesini biliyordu
Simyacı. Bu delikanlı kendi görüntüsüne öylesine vurgunmuş ki, günün birinde
göle düşüp boğulmuş. Onun göle düşüp boğulmuş. Onun göle düşüp boğulduğu yerde
de bir çiçek açmış, bu çiçeğe nergis adı verilmiş. Tatlı su gölünün kıyısına
gelen orman tanrıçaları Oreas’ların onu bir acı gözyaşı kavanozuna dönüşmüş
olarak bulduklarını yazıyordu Oscar Wilde. Neden ağlıyorsun? Diye sormuş
Oreas’lar. Narkissos için ağlıyorum, diye yanıtlamış göl. Ne var bunda
şaşılacak, demiş bunun üzerine orman tanrıçaları. Bizler ormanlarda boşu boşuna
onun peşinde dolaşır dururduk, ama onun güzelliğini yalnızca sen görebilirdin
yakından. Narkissos yakışıklı bir genç miydi? diye sormuş göl. Bunu senden daha iyi kim bilebilir ki? diye karşılık
vermiş iyice şaşıran Oreas’lar. Her gün senin kıyılarında gelip sularına
bakıyordu! Göl bir süre sessiz kalmış. Sonra şöyle konuşmuş: Narkissos için
ağlıyorum, ama onun yakışıklı olduğunu hiç fark etmemiştim ben. Narkissos için
ağlıyorum, çünkü sularıma eğildiği zaman, gözlerinin derinliklerinde kendi
güzelliğimin yansımasını görebiliyordum.
Yaşamına anlam veren şey gezip dolaşmaktı. On altı
yaşına kadar papaz okuluna gitmişti. Ana babası, onun din adamı olmasını
istemişlerdi; tıpkı koyunları gibi, yalnızca
su ve yiyecek için çalışan yoksul bir köylü ailesi için gurur kaynağıydı
böyle bir şey. Latince, İspanyolca ve din bilim okumuştu. Ama, daha
küçüklüğünden itibaren dünyayı tanımayı hayal etmişti, Tanrıyı ya da insanın
günahlarını öğrenmekten çok daha önemliydi böyle bir şey. Bir akşam, ailesini
görmeye giderken, bütün cesaretini toparlayıp babasına rahip olmak istemediğini
söyledi. Yolculuk yapmak istiyordu. Delikanlı, babasının gözlerinde de dünyayı
dolaşma isteğinin bulunduğunu gördü. Her gece uyumak, yemek ve içmek için hep
aynı yerde kalarak yıllarca kurtulmaya çalışmış olmasına karşın, hâlâ canlı
kalan bir istekti bu.
En önemlisi, her gün yaşamının büyük düşünü
gerçekleştiriyordu: Geziyordu. Endülüs ovalarından bıkınca, koyunlarını satıp
denizci olabilirdi. Denizden usandığı zaman da birçok kent, birçok kadın
tanmış, birçok mutluluk olanağı yaşamış olurdu. Bir düşü gerçekleştirme
olasılığı yaşamı ilginçleştiriyor.
Düşler Tanrının diliyle konuşuyorlar. Tanrı dünyanın
diliyle konuşursa bunun yorumunu yapabilirim. Ama senin ruhunun diliyle
konuştuğu zaman bunu yalnızca sen anlayabilirsin. Basit şeyler, en olağanüstü
şeylerdir ve yalnızca bilginler anlayabilirler bunları.
Bir yığın arkadaşı vardı ve bu da yolculuk yapmayı
neden bunca sevdiğini açıklıyor. Her gün birlikte olmak gereksinimi
duymaksızın, insan her zaman yeni dostlar edinir. Papaz okulunda olduğu gibi,
insan her zaman aynı insanları görürse, bunları yaşamının bir parçası saymaya
başlar. İyi, ama bu kişiler de bu nedenle, yaşamımızı değiştirmeye kalkışırlar.
Bizi görmek istedikleri gibi değilsek hoşnut olmazlar, canları sıkılır. Çünkü,
efendim, herkes bizim nasıl yaşamazı gerektiğini elifi elifine bildiğine
inanır. Ne var ki, hiç kimse kendisinin kendi hayatını nasıl yaşaması gerektiğini
kesinlikle bilmez. Tıpkı şu, düşleri gerçeğe dönüştürmeyi beceremediği halde
düş yorumculuğuna kalkışan cadı gibi. İnsanları kendi yazgılarını seçmek
şansından yoksun bulunduklarından söz ediyor. Hayatımızın belli bir ânında,
yaşamımızın denetimini elimizden kaçırırız ve bunun sonucu olarak hayatımızın
denetimi yazgının eline geçer.
Dinlenmek isterseniz size ilginç öyküler anlatır
kitaplar. Ama insanlarla konuşurken
durum başka, öylesine tuhaf şeyler söylerler ki, konuşmayı nasıl
sürdüreceğinizi bilmezsiniz.
Senin her zaman gerçekleştirmek istediğin şeydir.
Hepimiz, gençken, Kişisel Menkıbe’mizin ne olduğunu biliriz. Hayatın bu
döneminde, her şey açık seçiktir, her şey mümkündür ve hayal kurmaktan,
hayatında gerçekleştirmek istediği şeylerin olmasını istemekten korkmaz. Ama
zaman geçtikçe, gizemli bir güç, Kişisel Menkıbe’nin gerçekleştirilmesinin
olanaksız olduğunu kanıtlamaya başlar. Olumsuz gibi görünen güçlerdir bunlar,
ama aslında sana Kişisel Menkıbe’ni nasıl gerçekleştireceğini öğretirler. Zihnini
ve iradeni bunlar hazırlarlar, çünkü dünyada bir büyük gerçek vardır: Kim
olursan ol, ne yaparsan yap, bütün yüreğinle gerçekten bir şey istediğin zaman,
Evrenin Ruhu’nda bu istek oluşur. Bu senin yeryüzündeki özel görevindir.
Dünyanın Ruhu insanların mutluluğuyla beslenir. Ya da mutsuzluklarıyla,
arzuyla, kıskançlıkla. Kendi Kişisel Menkıbe’sini gerçekleştirmek insanların
biricik gerçek yükümlülüğüdür. Her şey bir ve tek şeydir. Ve bir şey istediğin
zaman, bütün Evren arzunun gerçekleşmesi için işbirliği yapar. İnsanın
düşlediği şeyi gerçekleştirmesi için her zaman bulunduğunu bir türlü anlamadı.
Patlamış mısır satıcıları, çobanlardan daha önemlidir.
Patlamış mısır satıcılarının başlarını sokacakları bir çatı vardır, oysa
çobanlar yıldız palasta uyurlar. İnsanlar kızlarını çobanlardan çok patlamış
mısır satıcıları ile evlendirmek isterler. Sonuç olarak, insanların patlamış
mısır satıcıları ve çobanlar hakkında düşündükleri, onlar için, Kişisel
Menkıbe’den daha önemli olur.
Sen, kendi Kişisel Menkıbeni yaşamaya çalışıyorsun. Ve
bundan vazgeçmek üzeresin. Peki siz hep
böyle durumlarda da mı ortaya çıkrasınız? Her zaman böyle değil, ama her zaman
bir şey yapmaktan geri durmadım. Bazen, iyi bir fikir, bir çözüm yolu olarak
göründüm. Kim zaman, çok nazik bir anda, işleri kolaylaştıracak şekilde
davrandım. Böyle şeyler işte, amma çoğu insan hiçbir şeyin farkına varmadı. Bir
hafta önce, bir maden arayıcısına bir taş biçiminde görünmek zorunda olduğunu
anlattı. Zümrüt aramak için her şeyini terk etmişti bu adam. Beş yıl boyunca bir ırmağın kıyısında çalışmış, dokuz
yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz taş kırmıştı, bir zümrüt parçası
ararken. İşte o anda vazgeçmeyi düşünmüş oysa zümrüdünü bulması için bir taş,
bir tek taş kalmıştı. Kişisel Menkıbe’si üzerine bahse girmiş bir insan olduğu
için madenci, yaşıl adam işe karışmaya karar vermiş. Bir taşa dönüşüp
madencinin ayaklarına yuvarlanmış. Başarısız geçen beş yıl yüzünden eziklik
duyan madenci taşı öfkeyle alıp uzaklara fırlatmış. Taşı öylesine bir hızla fırlatmış
ki, başka bir taşa çarpan taş parçalanmış ve ortaya dünyanın en güzel zümrüdü
çıkmış. İnsanlar yaşama nedenlerini pek çabuk öğreniyorlar, dedi yaşlı adam,
gözlerinde beliren acıyla. Belki de gene aynı nedenle hemen pes ediyorlar. Ama,
dünyanın hali böyle işte. Hazineleri, seller toprağın altından çıkartırlar,
gene seller toprağa gömerler, dedi yaşlı adam. Henüz sahip olmadığın bir şeyi
vaat ederek gidecek olursan, onu ele geçirme arzunu yitirirsin. Ama ne olursa,
olsun hayatta her şeyin bir bedeli olduğunu öğrenmek senin için iyi bir şey.
Bazen işi oluruna bırakmak, ilişmemek daha iyidir,
diye düşündü. Karar vermek, alıştığı şey ile sahip olmayı çok istediği şey
arasında bir seçim yapmak zorundaydı. Kız için bütün günler birbirinin aynıydı
ve bütün günler birbirine benzediği zaman da insanlar, güneş gökyüzünde hareket
ettikçe, hayatlarında karşılarına çıkan iyi şeylerin farkına varamaz olurlar.
Rüzgarın özgürlüğünü kıskandı delikanlı ve onun gibi olabileceğini anladı.
Kendisinden başka hiçbir şey engel değildi buna.
Tanrı, herkesin izlemesi gereken yolu yeryüzüne
çizmiştir, yazmıştır. Senin yapman gereken, senin için yazdıklarını okumaktır
yalnızca.
Biri beyaz, biri siyah iki taş çıkartarak. Birinin adı
Urim, ötekinin adı da Tummim’dir. Siyah olanı “evet” demektir, beyaz olanı
“hayır” anlamına gelir. İşaretleri yorumlamayı başaramadığın zaman sana yardım
ederler. Ama her zaman nesnel sorular sor. Ama, mümkünse, kendi kararlarını
kendin al. Her şeyin bir ve tek şey olduğunu asla unutma. Simgelerin dilini
unutma. Ve özellikle, Kişisel Menkıbe’nin sonuna kadar gitmeyi unutma. Bir tüccar Mutluluğun Gizi’ni
öğrenmesi için oğlunu insanların en bilgesinin yanına yollamış. Delikanlı bir
çölde kırk gün yürüdükten sonra, sonunda bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir
şatoya varmış. Söz konusu bilge burada yaşıyormuş. Delikanlının ziyaret
nedenini açıklamasını dikkatle dinlemiş bilge, ama Mutluluğun Gizi’ni
açıklayacak zamanı olmadığını söylemiş
ona. Gidip sarayda dolaşmasını, kendisini iki
saat sonra görmeye gelmesini salık vermiş. Ama, sizden bir ricada
bulunacağım, diye eklemiş bilge,
delikanlının eline bir kaşık verip sonra bu kaşığa iki damla sıvıyağ
koymuş. Sarayı dolaşırken bu kaşığı elinizde tutacak ve yağı dökmeyeceksiniz.
Delikanlı sarayın merdivenlerini inip-çıkmaya başlamış, gözün kaşıktan
ayırmıyormuş. İki saat sonra bilgenin huzuruna çıkmış. Güzel, demiş bilge, peki
yemek salonumdaki Acem halılarını gördünüz mü? Bahçıvan Başı’nın yaratmak için
on yıl çalıştığı bahçeyi gördünüz mü? Kütüphanemdeki güzel parşömenleri fark
ettiniz mi? Utanan delikanlı hiçbir şey görmediğini itiraf etmek zorunda
kalmış. Çünkü bilgenin kendisine verdiği iki damla yağı dökmemeye çabalamış,
başka bir şeye dikkat edememiş. Öyleyse git, evrenimin harikalarını tanı, demiş
onu bilge. Oturduğu evi tanımadan bir insana güvenemezsin. İçi rahatlayan
delikanlı kaşığı alıp sarayı gezmeye çıkmış. Bu kez, duvarlara asılmış,
tavanları süsleyen sanat yapıtlarına dikkat ediyormuş. Bahçeleri, çevredeki
dağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat
yapıtlarının zarafetini görmüş. Bilgenin yanına dönünce, gördüklerini bütün
ayrıntılarıyla anlatmış. Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede? diye
sormuş bilge. Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş.
Mutluluğun Gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir, ama kaşıktaki iki damla
yağı unutmadan. Bazen bir ihtiyar kral da kendisiyle gururlanmak gereksinimi
duyabilir.
Kendini tedirgin ve yalnız mı hissediyordu. Falanca
kuşun varlığı yakınlarda bir yılanın bulunduğunun işaretiydi; filanca çalı ise
çevrede su bulunduğunun belirtisiydi.
Ağladı. Tanrı adil olmadığı için, kendi düşlerine
inanan insanları bu şekilde ödüllendirdiği için ağladı. Daha katı olacağım ve
bir insan bana ihanet ettiği için de artık kimseye güvenmeyeceğim. Ben de
herkes gibiyim: Dünya gerçeklerine oldukları gibi değil de olmalarını istediğim gibi bakıyorum. Bir
şeyi gerçekten istersen, demişti yaşlı adam ona, “onu gerçekleştirmen için
bütün evren işbirliği yapar”. Simgelere saygılı olmayı ve onları izlemeyi
öğren, demişti yaşlı kral. Kendi yazgısından kaçmamak için bazı şeylerin
sorulmaması gerektiğini öğrenmişti. Kendi kararlarımı kendim almaya söz
veriyorum dedi içinden. Dünyaya bakabileceğini anladı birden.
Yeni ve değişik şeyler öğrenmekteydi. Daha önce de
yaşadığı şeylerdi bunlar, ama gene de yeniydiler, çünkü daha önce karşılaştığı,
ama varlıklarının farkına varmadığı şeylerdi bunlar. Bu şeylere alıştığı için
böyle olmuştu. Her şey bir tek ve aynı şeydir demişti yaşlı adam.
Neredeyse otuz yıldır aynı yerdeydi, müşterilerin pek
ender ayak bastığı yokuş yukarı bir sokağın sonundaki bu dükkanda. Şimdi artık
herhangi bir şeyi değiştirmek için çok geçti: Hayatı boyunca öğrendiği tek şey
billuriye alıp satmaktı. Hayatına yeni bir yön vermek için artık çok geçti.
Geçip giden boş bir bakış ve uçsuz bucaksız ölüm arzusu, aynı anda her şeyin
sonsuza dek bittiğini görmek dileği.
Hatalarımızın bedelini ödemek zorundayız. Talih bizden
yanayken, bundan yararlanmalıyız; talihin bize yardımcı olması için biz de ona
yardımcı olacak şekilde davranmalıyız, gereken ne varsa yapmalıyız. Buna Lütuf
Kuralı derler. Ya da “acemi talihi”. Düşümü gerçekleştirmekten korkuyorum,
çünkü o zaman yaşamak için bir sebebim olmayacak. Sen, koyunları ve Piramitleri
hayal ediyorsun. Sen benim gibi değilsin, çünkü sen düşlerini gerçekleştirmek
istiyorsun. Oysa benim istediğim, Mekke’yi düşlemek sadece. Büyük bir hayal
kırıklığına uğramaktan korkuyorum; bu yüzden hayal kurmakla yetinmeye
çalışıyorum. Herkes kendi düşlerini aynı şekilde göremez; kendince görür.
Her zaman, ne istediğini bilmek zorunda olduğunu
anımsa, demişti yaşlı kral. Ne istediğini biliyordu delikanlı ve bu amaç
doğrultusunda çalışıyordu. Belki de bu ilginç ülkeye gelip bir hırsıza
rastlamak ve bir kuruş harcamadan sürüsünü ikiye katlamak onun hazinesi. İnsanları en çok etkileyen şey güzelliktir.
O zaman da ben yaşama tarzımı değiştirmek zorunda
kalacağım. Kendi hayat tarzıma alıştım ben. Sen gelmeden önce, dostlarım, benim
aksime değişirken, işleri kötüye ya da iyiye giderken, burada bütün zamanımı
kaybettiğimi düşünüyordum. Bu da alabildiğine üzüyordu beni. Şimdi durumun
böyle olmadığını biliyorum: Değişmek istemiyorum, çünkü nasıl değişeceğimi
bilmiyorum. Artık tam anlamıyla kendime
alışmış durumdayım. Şimdi eskiden bilmediğim bir şeyi biliyorum: Değeri
bilinmeyen her lütuf felakete dönüşüyor. Artık
hayattan bir şey beklemiyorum. Ama sen, şimdiye kadar aklıma bile
getirmediğim zenginliklere ve ufuklara bakmaya zorluyorsun beni. Oysa, şimdi
bunların neler olduğunu bildiğim, önümdeki büyük olanakları gördüğüm içini,
kendimi eskiden sahip olduğundan daha kötü hissedeceğim. Çünkü her şeye sahip
olacağımı biliyorum ve istemiyorum bunu. Galiba onlar öğretmiyorlar: Ben
öğreniyorum. Öyle zamanlar vardır ki, insan hayatında ırmağın akış yönünü
değiştiremez.
Hayallerinden asla vazgeçme, demişti yaşlı kral.
Simgelere dikkatli ol. Yeryüzünde
herkesin anladığı bir dil vardır. Bu coşkunun dilidir, arzu edilen ya da
inanılan bir şeyi gerçekleştirmek için sevgi ve tutkuyla yapılan girişimlerin
dilidir. Bütün dünyayı fethedebileceğini hisseti.
Burada yaşantısını, öğrendiği iyi şeyleri özleyecekti.
Kendine iyice güveni vardır ve dünyayı ele geçirmek isteği duyuyordu. Ama
eskiden tanıdığım kırlara gidip gene koyun güdeceğim. Ancak, artık bu
kararından dolayı mutlu değildi. Bütün bir yıl, bir düşü gerçekleştirmek için
çalışmıştı, ama bu düş, her dakika, giderek önemini yitiriyordu. Belki de gerçekte
böyle bir düşü yoktu.
Sihirli Taş –başka bir deyişle, Felsefe Taşı’nın-
gizini keşfedememişlerdi ve belki de bu yüzden sessizliğe gömülüyorlardı?
Bir şeye karar vermek başlangıçtan başka bir şey
değildir. İnsan bir şeye kadar verdiği zaman, karar verdiği sırada hiç
öngörmediği, düşünde bile aklına gelmeyen bir yöne doğru, şiddetli bir akıntıya
kapılıp gidiyordu.
Bir şeyi bir başka şeye bağlayan, kendisini çoban
olmaya yönlendiren, aynı düşü birkaç kez görmesine, Afrika’ya yakın bir kente
gelmesine, bir alanda bir krala rastlanmasına, bir hırsız tarafından soyulmasına
ve bunun sonucu olarak da bir billuriye tüccarıyla tanışmasına, vb... yol açan
gizemli bir zincir, gizemli bir bağ. İnsan, hayaline yaklaştıkça, Kişisel
Menkıbe daha çok gerçek yaşama neden oluyor, diye düşündü delikanlı.
Ne zaman bir denize ya da bir ateşe baksa, doğa
olaylarının sonsuzluk ve gücünün derinliklerine dalıp ağzını açmadan saatler
geçirebilirdi. Önsezilerin, içinde bütün insan hayatlarının bir bütün
oluşturacak şekilde birbirine bağlandığı hayat ırmağının evrensel akışına ruhun yaptığı âni dalışlar olduğunu,
anlamaya başlamıştı: Öyle ki, her şey yazılı olduğu için, her şeyi bilirdik.
Ölümüme kadar değişmeyecek bir hayatım
vardı. Sahip olmayı başardığım şeylerin yok olacağı düşüncesiyle korkuya kapıldım.
Kimse bilinmezden korkmamalı, çünkü herkes istediği ve ihtiyaç duyduğu şeyi ele
geçirebilir. Sahip olduğumuz şeyleri yitirmekten korkarız. Ama hayat hikayemiz
ile dünya tarihinin aynı El tarafından yazılmış olduğunu anladığımız zaman,
bunu anlar anlamaz, bu korku uçup gider.
Bütün kalbimizle bir şey istediğimiz zaman, Evrenin
Ruhu’na daha yakın oluruz. Olumlu bir güçtür. Toprağın altında ve üzerinde
bulunan her şey durmadan değişir, çünkü
toprak canlıdır ve ruhu vardır.
Herkesin kurşunu altına dönüştürmeye kalkıştığını
düşünün biraz. Bir süre sonra altının hiçbir değeri kalmazdı. Yalnızca, inatçı
insanlar, dirençli araştırmacılar Büyük Yapıt’ı gerçekleştirmeyi
başarabilirler.
Evrenin bir ruhu olduğunu ve bu ruhu anlayan kimsenin
nesnelerin dilini anlayacağını öğrendim. Birçok simyacının kendi Kişisel
Menkıbesi’ni yaşadığını ve sonunda Evrenin Ruhu’nu, Felsefe Taşı’nı, Ebedi Hayat İksiri’ni keşfettiklerini öğrendim.
Herkesin kendine göre bir öğrenme tarzı var, diye tekrarlıyordu kendi kendine.
Onun öğrenme tarzı benim öğrenme tarzım değil; benim öğrenme tarzım, onun tarzı değil.
Ben ne geçmişte, ne de gelecekte yaşıyorum. Benim
yalnızca şimdim var ve beni sadece o ilgilendirir. Her zaman şimdide yaşamayı
başarabilirsem, mutlu bir insan olursun. Hayat yaşamakta olduğumuz andan
ibarettir ve sadece budur.
Bu ânı geçmişin dersleri ve geleceğin düşleriyle
birlikte yaşamaya çalışıyordu.
Acele etmemeli, sabırsızlık göstermemeliydi. Yoksa
Tanrı’nın yoluna dizdiği işaretleri göremeyebilirdi. Sabırsız olma, diye tekrarladı, kendi
kendine. Devecenin dediği gibi, yemek zamanı gelince yemeği ye. Yürüme
zamanı gelince yürü.
Ve bu iki insan
karşılaşınca ve gözleri buluşunca, bütün geçmiş ve bütün gelecek artık bütün
önemini yitirir, yalnızca o an, ve gök kubbe altında her şeyin aynı El
tarafından yazıldığı gerçekliği vardır,
bu inanılmaz gerçek vardır. Aşk’ı yaratan ve çalışan, dinlenen ve güneş
ışığı altında hazineler arayan her kimse için sevilecek birini yaratmış olan
El. Çünkü, böyle olmasaydı, insan soyunun hayallerinin hiçbir anlamı olmazdı.
Ben, senin Menkıbe’nin bir parçasıysam bir gün geri
döneceksin. Başarısızlığa uğramak korkusu, şimdiye kadar Büyük Yapıta girişmeme
hep engel oldu. On yıl önce başlamam gereken şeye ancak şimdi başlayabiliyorum.
İşte Evrenin Dili’ni kavrıyorum, dedi ve bu dünyada her şeyin bir anlamı var,
atmacaların uçuşuna varıncaya kadar. Bir kadına duyduğu aşk için, içinde derin
bir minnet hissi: İnsan sevince, diye düşündü, nesneler daha çok anlam
kazanıyor. Aslında, nesneler kendiliklerinden hiçbir şey açılmazlar; insanlar
bu nesneleri gözlemleyerek, Evrenin Ruhu’nu anlama yöntemini keşfedebilirler.
Gelecek Allah tarafından yazılmıştır ve Allah ne yazarsa yazsın, insanların
iyiliği içindir. Bu nedenle, savaşçılar yalnızca şimdiki zamanda yaşıyorlardı,
çünkü şimdiki zaman beklenmedik olaylarla doluydu ve bir yığın şeye dikkat
etmek zorundaydılar. Deveciye neden bu kadar gelecekle ilgilendiğini sormuştu.
Bir şeyler yapabilmek için, diye yanıtlamıştı deveci. Ve olmasını istemediğim
şeyleri tersine çevirmek için. O zaman
bu senin geleceğin olmaz ki, diye yanıtladı kâhin. Ama belki de olacaklara
kendimi hazırlamak için geleceği öğrenmek istiyorum. Bunlar iyi şeylerse hoş
bir sürpriz olacaklar, dedi kâhin. Kötü şeylerse daha gerçekleşmeden acı
çekeceksin.
Allah’ın kendilerine bildirmek istediği bir şeyden
haberdar olmaları gerektiğinde, birinin gelip kendilerine haber vereceğine
inanırlar.
Çünkü benim gözlerim henüz çöle alışmadı, bu nedenle
alışmış gözlerin göremeyeceği şeyleri ben görebilirim. Ve hepimiz biliyoruz ki
düşlere inanan kimse onları yorumlamasını da bilir. Ama her zaman
gerçekleştirmeyi başaramaz onları. Silahlar çöl gibi nazlıdırlar; gereksiz yere
çıkartacak olursak daha sonra gerektiği zaman ateş almazlar.
Her gün, yaşamak ya da ölmek içindi. Yarın ölecekse,
Tanrı onun geleceğini değiştirmek istemediği için ölecekti. Bir şey yazılmışsa
kurtulmak olanaksızdır.
Kötülük, dedi Simyacı, insanın ağzından giren şeyde
değildir. Kötülük oradan çıkandadır.
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme dedi Simyacı, her
şey Evrenin Ruhuna kazınmıştır ve
ebediyen orada kalacaktır. Bulduğun şey saf maddeden yapılmışsa, hiçbir zaman
çürümeyecektir. Ve oraya bir gün geri döneceksin. Bir yıldız patlaması gibi bir
anlık ışıktan başka bir şey değilse, o zaman geri dönüşünde hiçbir şey
bulamayacaksın. Gene de en azından bir ışık patlaması görmüş olacaksın.
Yalnızca bu bile yaşamış olmanın zahmetine değer. İnsanın geride bırakmış
olduklarını düşünmemesi olanaksızdı. Bir tek öğrenme yöntemi var diye yanıtladı
Simyacı. Eylem yöntemi. Bilmen gereken her şeyi sana yolculuk öğretti. Tanrı bu
dünyayı, insanlar, görülen nesneler aracılığıyla manevi öğretileri ile
bilgisinin mucizelerini anlayabilsinler diye yarattı. Ben buna Eylem diyorum.
Bir tek kum tanesini seyretmen yeter; o zaman orada Evren’in bütün harikalarını
göreceksin. Kendi yüreğini dinle. Yüreğin her şeyi bilir, çünkü Evrenin
Ruhu’ndan gelmektedir ve bir gün oraya geri dönecektir.
Yüreğin neredeyse hazinen de oradadır. Şimdiye kadar
elde etmeyi başardığın şeyleri bir düşle değiş-tokuş etmekten korkması kadar
doğal ne var. Neden yüreğimi dinlemek zorundayım? Çünkü onu susturmayı hiçbir
zaman başaramazsın. Hatta onu dinlemiyormuş gibi yapsan da o gene oradadır,
göğsündedir; hayat ve dünya hakkında ne düşündüğünü sana tekrarlamayı sürdürecektir.
Sen yüreğini tanıyacak olursan, sana baskın yapmayı hiçbir zaman
başaramayacaktır. Çünkü onun düşlerini ve arzularını tanıyacaksın ve onları
hesaba katacaksın. Hiç kimse kendi yüreğinden kaçamaz. Bu nedenle en iyisi onun
söylediklerini dinlemek. Böylece, kendisinden beklemediğin bir darbe
indirmeyecektir kesinlikle sana. Ulaşmaya lâyık olmadıklarını ya da
ulaşamayacaklarını sandıkları için en büyük düşlerini gerçekleştirmekten
korkarlar. Yüreğim acı çekmekten korkuyor, dedi bir gece Simyacıya. Yüreğine,
acı korkusunun, acının kendisinden de kötü bir şey olduğunu söyle. Düşlerinin
peşinde olduğu sürece hiçbir yürek kesinlikle acı çekmez. Her arama ânı bir
karşılaşma ânıdır, dedi delikanlı yüreğine. Hazinemi aradığım sırada her gün
pırıl pırıldı, çünkü her saatin, onu bulma düşünün bir parçası olduğunu
biliyordum. Hazinemi ararken, yolumun üzerinde öylesine şeyler keşfettim ki,
bir çoban için olanaksız şeylere girişmek cesaretim olmasaydı bunlara
rastlamayı kesinlikle hayal bile edemezdim. Yeryüzünde her insanın kendisini
bekleyen bir hazinesi vardır, dedi yüreği delikanlıya. Biz yürekler, insanlar
artık bu hazineleri bulmak istedikleri için bunlardan pek ender söz ederiz.
Onları küçük çocuklara anlatırız. Sonra herkesi, kendi yazgısının yoluna göndermek
işini hayata bırakırız. Ne yazık ki, kendisine çizilmiş olan yolu pek az insan
izliyor; oysa bu yol Kişisel Menkıbe’nin ve mutluluğun yoldur. İnsanların çoğu
dünyayı korkutucu bir şey olarak görüyorlar ve yalnızca bu nedenden dolayı da
dünya gerçekten korkutucu bir şey oluyor. O zaman biz yürekler, giderek daha
alçak sesle konuşmaya başlıyoruz, ama asla susmuyoruz. Ve sözlerimizin
duyulmaması için dilekte bulunuyoruz. Kendilerine çizmiş olduğumuz yolu
izlemedikleri için insanların acı çekmelerini istemiyoruz. Peki yürekler,
insanlara düşlerinin peşinden gitmek zorunda olduklarını neden söylemiyorlar?
diye sordu delikanlı, Simyacıya. Çünkü bu durumda en çok yürek acı çeker. Ve
yürekler acı çekmekten hoşlanmazlar. Ondan, kendisini asla terk etmemesini istedi.
Ondan, düşlerinden uzaklaşacak olursa göğsünde sıkışmasını ve kendisini
uyarmasını, uyarı işareti vermesini istedi. Ve
bu işareti ne zaman duyarsa ona dikkat edeceğine yemin etti. Düşümüzü
gerçekleştirmemizin yanı sıra, ona doğru ilerlerken aldığımız dersleri de iyice
öğrenmemizi istemektedir. Ama insanların çoğunluğu işte bu anda vazgeçerler.
Çölün dilinde biz bu durumu şöyle tanımlamaktayız: Vaha’nın palmiyeleri ufukta
görünmüşken susuzluktan ölmek. En karanlık an, şafak sökmeden önceki andır.
Gözümüzün önünde büyük hazineler olduğu zaman asla
göremeyiz onları. Yürekler her zaman insanlara yardım ederler mi? diye sordu
Simyacıya. Gökyüzünün altında olanların sonuçlarından hiç kimse kurtulamaz.
Gözler ruhun gücünü gösterirler. Nesneler birçok dil konuşurlar, dedi
delikanlı. Devenin bozlamasının önce yalnızca deve bozlaması olduğunu gördüm,
sonra tehlike işaretine dönüştüğünü ve daha sonra da tekrar bozlama olduğunu
gördüm. Başkasının Kişesel Menkıbe’sine burnunu sokan kimse kendi Kişisel
Menkıbesini kesinlikle keşfedemez.
Onlara bütün hazinemi verdiniz! dedi delikanlı. Ömür
boyu kazandığım her şeyi. Ama ölecek olsaydım ne işine yaracaktı hazinen? En
azında üç günlüğüne hayatını kurtardı. Paranın ölümü geciktirdiği öyle sık
görülmez. Umutsuzluğa teslim olma, dedi Simyacı. Yoksa, yüreğinle konuşmana
engel olur. Bir düşün gerçekleşmesini bir tek şey olanaksız kılar:
Başarısızlığa uğrama korkusu. Ölüm insanı hayata karşı daha dikkatli olmaya
zorlar. Dünya, Tanrı’nın yalnızca görünen parçasıdır. Simya da tinsel
yetkinliği maddi alana yönlendirir yalnızca.
Bunun için simya var, dedi delikanlı. Her insanın
kendi hazinesini arayıp bulması ve daha sonra, daha önceki hayatında olduğundan
daha yetkin olmayı istemesi için. Kurşun, dünyanın artık kurşuna gereksinimi
kalmayıncaya kadar görevini yerine getirecek; o zaman altına dönüşmesi
gerekecek. Olduğumuzdan daha yetkin bir varlık olmaya çalıştığımız zaman,
çevremizdeki her şeyin daha iyi olduğunu gösteriyorlar bize.
Aşk, Evrenin Ruhunu değiştiren ve geliştiren güçtür. İlk kez onun içine girdiğim zaman, onun
kusursuz olduğunu sandım. Ama daha sora onun, yaratılmış olan her şeyin
yansıması olduğunu, onun da savaşları ve tutkuları olduğunu gördüm. Üzerinde
yaşadığımız dünya, bizim daha iyi ya da daha kötü olmamıza göre, daha iyi
yada daha kötü olacaktır.
Bu işaretlerin Yeryüzünde ve Uzayda dağılmış
olduklarını, görünüşte hiçbir varlık nedenleri ve anlamları bulunmadığını; ne
çöllerin, ne rüzgarların, ne güneşlerin ve
ne de insanların niçin yaratılmış olduklarını bilmediklerini biliyordu.
Ama El’in bütün bunlar için bir nedeni vardı ve yalnızca o bu mucizeleri
gerçekleştirebilir, okyanusları çöle ve insanları rüzgara dönüştürebilirdi. Ve
delikanlı Evrenin Ruhu’na daldı ve Evrenin Ruhunun, Tanrı’nın parçası olduğunu
gördü ve Tanrı’nın Ruhu’nun, kendi ruhu
olduğunu gördü.
Simyacı ateş yaktı, keşiş biraz kurşun getirdi;
Simyacı kurşunu bir demir kapta eritti. Kurşun iyice sıvılaşınca, su tuhaf,
sarı cam yumurtasını çantasından çıkardır. Bir saç kalınlığında bir katman
kazıdı ve bunu balmumuna sardıktan sonra içinde kurşun eriyiği bulunan kaba
attı. Karışım kan rengini aldı. Simyacı bunun üzerine kabı ateşten alarak
soğumaya bıraktı.
Preparat soğuyunca, keşiş ve delikanlı hayranlıkla
baktılar: Maden, demir kabın iç çeperlerinde katılaşmıştı ama artık kurşun değildi. Altın olmuştu.
Parçalardan birin keşişe vererek. Seyyahlara karşı
gösterdiğiniz cömertlik için. Benim cömertliğimin çok ötesine giden bir şükran
ifadesi, dedi keşiş. Böyle konuşmayınız. Hayat
söylediklerinizi duyabilir ve gelecek sefere daha azını verebilir. Bir
kere olan bir daha asla tekrarlanmaz.
İki kere olan mutlaka üçüncü defa da olacaktır. Kim ne olursa olsun, dedi,
yeryüzünde her insan, her zaman, dünya tarihinde başrolü oynar. Ve doğal olarak
o bilmez bunu.
Kişisel Menkıbesine doğru yol alırken, bilmesi gereken
her şeyi öğrenmiş ve yaşamayı hayal ettiği her şeyi yaşamıştı. Bir girişim,
ancak amacına ulaştığında sona erebilirdi. Çölde yaşadığı süre içinde
bokböceklerinin, Mısır’da Tanrı’nın simgesi sayıldıklarını öğrenmişti.
Öleceksen, para ne işe yarar? Paranın insanı ölümden
kurtardığı pek az görülmüştür. Böyle
demişti Simyacı. Yaşayacaksın ve insanın bu kadar budala olmaya hakkı
olmadığını da öğreneceksin.
Gerçekte kendi Kişisel Menkıbe’sini yaşayan kimseye
karşı hayat cömerttir diye düşündü.
27-Eserle İlgili Karşıt
Görüşler, Kendi Fikirlerinle Karşılaştırma:
28-Genel Yargı, Kitabın
Yazılış Amacı: