26 Haziran 2017 Pazartesi

simyacı


1-Kitabın Adı: Simyacı
2-Yazarı: Paulo Coelho
3-Yazarın Biyografisi, Eserleri: Coelho, Janeiro’da doğdu. Roman yazarlığına başlamadan önce, oyun yazarı, tiyatro yönetmeni ve sevilen bir şarkı sözü yazarıydı. Coelho, gençliğinde bir hippiydi. 1986 yılında Hıristiyanların, Batı Avrupa’dan başlayıp İspanya’da Santiago de Compostela kentinde sona eren geleneksel haç yolculuğunu yaptı; bu deneyimini 1987 yılında yayınladığı The Pilgrimage (Hac) adlı kitabında anlattı. 1988 yılında yayınladığı ikinci kitabı Simyacı, Coelho’yu en çok okunan çağdaş yazarlardan biri yaptı. Öteki kitapları; Brida, Valkürler ve son yazdığı Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum, Ağladım’dır. Simyacı, 42 ülkede yayınlandı, 26 dile çevrildi. Bu kitap, Coelho’yu Gabriel García Márquez’in arkasından en çok okunan Latin Amerikalı yazarlardan biri konumuna getirdi.
4-Kitabın Çevirmeni: Özdemir İnce
5- Orijinal Adı: O Alquimista
6- Yayınevi: Can Yayınları
7- Basımevi ve Tarihi: Eko Basımevi
8- Orijinal İlk Baskı: 1988 by Paulo Coelho / Sant Jordi Asociados, Barclona, SPAIN.
9- Türkiye’deki İlk Baskı: 1996 Mayıs
10- Baskı Sayısı: Benim okuduğum kitap 33. baskıda
11-Cilt ve Ön Kapağa Ait Özellikler
a)    Kapak Resmi: Phıl BOATWRIGHT
b)    Kağıdın Niteliği: 3. Hamur kağıt ve karton kapak
12-Düzelti:
13- Dizgi: Gülay Altunkaynak,
14-Boyutları:12.5x19.5
15-Sayfa Sayısı:166
16-Dili:Türkçe
17-Kaç Bölümden Oluşmuş, Bölümün Nitelikleri: Öndeyiş, 1. ve 2.bölüm, Son deyiş.
18-İnceleme
a)    Çevre ve Mekan:
b)    Dil ve İfade:
c)     Tasvir:
d)    Dilbilgisi:
e)    İmla:
f)     Noktalama:
g)    Birikim:
19-Türü: Roman
20-Konusu:
21-Planı:
22-Kahramanlar (Fiziksel ve Tinsel Portre):
23-Bilinmeyen Kelimeler:
24-Özeti:
25-Anafikir ve Yardımcı Fikirler:
26-Eserin Beğenilen Bölümlerinden Alıntı: Narkissos’un, kendi güzelliğini her gün bir gölün sularında seyretmeye giden bu yakışıklı delikanlının efsanesini biliyordu Simyacı. Bu delikanlı kendi görüntüsüne öylesine vurgunmuş ki, günün birinde göle düşüp boğulmuş. Onun göle düşüp boğulmuş. Onun göle düşüp boğulduğu yerde de bir çiçek açmış, bu çiçeğe nergis adı verilmiş. Tatlı su gölünün kıyısına gelen orman tanrıçaları Oreas’ların onu bir acı gözyaşı kavanozuna dönüşmüş olarak bulduklarını yazıyordu Oscar Wilde. Neden ağlıyorsun? Diye sormuş Oreas’lar. Narkissos için ağlıyorum, diye yanıtlamış göl. Ne var bunda şaşılacak, demiş bunun üzerine orman tanrıçaları. Bizler ormanlarda boşu boşuna onun peşinde dolaşır dururduk, ama onun güzelliğini yalnızca sen görebilirdin yakından. Narkissos yakışıklı bir genç miydi? diye sormuş göl. Bunu  senden daha iyi kim bilebilir ki? diye karşılık vermiş iyice şaşıran Oreas’lar. Her gün senin kıyılarında gelip sularına bakıyordu! Göl bir süre sessiz kalmış. Sonra şöyle konuşmuş: Narkissos için ağlıyorum, ama onun yakışıklı olduğunu hiç fark etmemiştim ben. Narkissos için ağlıyorum, çünkü sularıma eğildiği zaman, gözlerinin derinliklerinde kendi güzelliğimin yansımasını görebiliyordum.
Yaşamına anlam veren şey gezip dolaşmaktı. On altı yaşına kadar papaz okuluna gitmişti. Ana babası, onun din adamı olmasını istemişlerdi; tıpkı koyunları gibi, yalnızca  su ve yiyecek için çalışan yoksul bir köylü ailesi için gurur kaynağıydı böyle bir şey. Latince, İspanyolca ve din bilim okumuştu. Ama, daha küçüklüğünden itibaren dünyayı tanımayı hayal etmişti, Tanrıyı ya da insanın günahlarını öğrenmekten çok daha önemliydi böyle bir şey. Bir akşam, ailesini görmeye giderken, bütün cesaretini toparlayıp babasına rahip olmak istemediğini söyledi. Yolculuk yapmak istiyordu. Delikanlı, babasının gözlerinde de dünyayı dolaşma isteğinin bulunduğunu gördü. Her gece uyumak, yemek ve içmek için hep aynı yerde kalarak yıllarca kurtulmaya çalışmış olmasına karşın, hâlâ canlı kalan bir istekti bu.
En önemlisi, her gün yaşamının büyük düşünü gerçekleştiriyordu: Geziyordu. Endülüs ovalarından bıkınca, koyunlarını satıp denizci olabilirdi. Denizden usandığı zaman da birçok kent, birçok kadın tanmış, birçok mutluluk olanağı yaşamış olurdu. Bir düşü gerçekleştirme olasılığı yaşamı ilginçleştiriyor.
Düşler Tanrının diliyle konuşuyorlar. Tanrı dünyanın diliyle konuşursa bunun yorumunu yapabilirim. Ama senin ruhunun diliyle konuştuğu zaman bunu yalnızca sen anlayabilirsin. Basit şeyler, en olağanüstü şeylerdir ve yalnızca bilginler anlayabilirler bunları.
Bir yığın arkadaşı vardı ve bu da yolculuk yapmayı neden bunca sevdiğini açıklıyor. Her gün birlikte olmak gereksinimi duymaksızın, insan her zaman yeni dostlar edinir. Papaz okulunda olduğu gibi, insan her zaman aynı insanları görürse, bunları yaşamının bir parçası saymaya başlar. İyi, ama bu kişiler de bu nedenle, yaşamımızı değiştirmeye kalkışırlar. Bizi görmek istedikleri gibi değilsek hoşnut olmazlar, canları sıkılır. Çünkü, efendim, herkes bizim nasıl yaşamazı gerektiğini elifi elifine bildiğine inanır. Ne var ki, hiç kimse kendisinin kendi hayatını nasıl yaşaması gerektiğini kesinlikle bilmez. Tıpkı şu, düşleri gerçeğe dönüştürmeyi beceremediği halde düş yorumculuğuna kalkışan cadı gibi. İnsanları kendi yazgılarını seçmek şansından yoksun bulunduklarından söz ediyor. Hayatımızın belli bir ânında, yaşamımızın denetimini elimizden kaçırırız ve bunun sonucu olarak hayatımızın denetimi yazgının eline geçer.
Dinlenmek isterseniz size ilginç öyküler anlatır kitaplar. Ama insanlarla  konuşurken durum başka, öylesine tuhaf şeyler söylerler ki, konuşmayı nasıl sürdüreceğinizi bilmezsiniz.
Senin her zaman gerçekleştirmek istediğin şeydir. Hepimiz, gençken, Kişisel Menkıbe’mizin ne olduğunu biliriz. Hayatın bu döneminde, her şey açık seçiktir, her şey mümkündür ve hayal kurmaktan, hayatında gerçekleştirmek istediği şeylerin olmasını istemekten korkmaz. Ama zaman geçtikçe, gizemli bir güç, Kişisel Menkıbe’nin gerçekleştirilmesinin olanaksız olduğunu kanıtlamaya başlar. Olumsuz gibi görünen güçlerdir bunlar, ama aslında sana Kişisel Menkıbe’ni nasıl gerçekleştireceğini öğretirler. Zihnini ve iradeni bunlar hazırlarlar, çünkü dünyada bir büyük gerçek vardır: Kim olursan ol, ne yaparsan yap, bütün yüreğinle gerçekten bir şey istediğin zaman, Evrenin Ruhu’nda bu istek oluşur. Bu senin yeryüzündeki özel görevindir. Dünyanın Ruhu insanların mutluluğuyla beslenir. Ya da mutsuzluklarıyla, arzuyla, kıskançlıkla. Kendi Kişisel Menkıbe’sini gerçekleştirmek insanların biricik gerçek yükümlülüğüdür. Her şey bir ve tek şeydir. Ve bir şey istediğin zaman, bütün Evren arzunun gerçekleşmesi için işbirliği yapar. İnsanın düşlediği şeyi gerçekleştirmesi için her zaman bulunduğunu bir türlü anlamadı.
Patlamış mısır satıcıları, çobanlardan daha önemlidir. Patlamış mısır satıcılarının başlarını sokacakları bir çatı vardır, oysa çobanlar yıldız palasta uyurlar. İnsanlar kızlarını çobanlardan çok patlamış mısır satıcıları ile evlendirmek isterler. Sonuç olarak, insanların patlamış mısır satıcıları ve çobanlar hakkında düşündükleri, onlar için, Kişisel Menkıbe’den daha önemli olur.
Sen, kendi Kişisel Menkıbeni yaşamaya çalışıyorsun. Ve bundan vazgeçmek üzeresin.  Peki siz hep böyle durumlarda da mı ortaya çıkrasınız? Her zaman böyle değil, ama her zaman bir şey yapmaktan geri durmadım. Bazen, iyi bir fikir, bir çözüm yolu olarak göründüm. Kim zaman, çok nazik bir anda, işleri kolaylaştıracak şekilde davrandım. Böyle şeyler işte, amma çoğu insan hiçbir şeyin farkına varmadı. Bir hafta önce, bir maden arayıcısına bir taş biçiminde görünmek zorunda olduğunu anlattı. Zümrüt aramak için her şeyini terk etmişti bu adam. Beş yıl  boyunca bir ırmağın kıyısında çalışmış, dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz taş kırmıştı, bir zümrüt parçası ararken. İşte o anda vazgeçmeyi düşünmüş oysa zümrüdünü bulması için bir taş, bir tek taş kalmıştı. Kişisel Menkıbe’si üzerine bahse girmiş bir insan olduğu için madenci, yaşıl adam işe karışmaya karar vermiş. Bir taşa dönüşüp madencinin ayaklarına yuvarlanmış. Başarısız geçen beş yıl yüzünden eziklik duyan madenci taşı öfkeyle alıp uzaklara fırlatmış. Taşı öylesine bir hızla fırlatmış ki, başka bir taşa çarpan taş parçalanmış ve ortaya dünyanın en güzel zümrüdü çıkmış. İnsanlar yaşama nedenlerini pek çabuk öğreniyorlar, dedi yaşlı adam, gözlerinde beliren acıyla. Belki de gene aynı nedenle hemen pes ediyorlar. Ama, dünyanın hali böyle işte. Hazineleri, seller toprağın altından çıkartırlar, gene seller toprağa gömerler, dedi yaşlı adam. Henüz sahip olmadığın bir şeyi vaat ederek gidecek olursan, onu ele geçirme arzunu yitirirsin. Ama ne olursa, olsun hayatta her şeyin bir bedeli olduğunu öğrenmek senin için iyi bir şey.
Bazen işi oluruna bırakmak, ilişmemek daha iyidir, diye düşündü. Karar vermek, alıştığı şey ile sahip olmayı çok istediği şey arasında bir seçim yapmak zorundaydı. Kız için bütün günler birbirinin aynıydı ve bütün günler birbirine benzediği zaman da insanlar, güneş gökyüzünde hareket ettikçe, hayatlarında karşılarına çıkan iyi şeylerin farkına varamaz olurlar. Rüzgarın özgürlüğünü kıskandı delikanlı ve onun gibi olabileceğini anladı. Kendisinden başka hiçbir şey engel değildi buna.
Tanrı, herkesin izlemesi gereken yolu yeryüzüne çizmiştir, yazmıştır. Senin yapman gereken, senin için yazdıklarını okumaktır yalnızca.
Biri beyaz, biri siyah iki taş çıkartarak. Birinin adı Urim, ötekinin adı da Tummim’dir. Siyah olanı “evet” demektir, beyaz olanı “hayır” anlamına gelir. İşaretleri yorumlamayı başaramadığın zaman sana yardım ederler. Ama her zaman nesnel sorular sor. Ama, mümkünse, kendi kararlarını kendin al. Her şeyin bir ve tek şey olduğunu asla unutma. Simgelerin dilini unutma. Ve özellikle, Kişisel Menkıbe’nin sonuna kadar gitmeyi  unutma. Bir tüccar Mutluluğun Gizi’ni öğrenmesi için oğlunu insanların en bilgesinin yanına yollamış. Delikanlı bir çölde kırk gün yürüdükten sonra, sonunda bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir şatoya varmış. Söz konusu bilge burada yaşıyormuş. Delikanlının ziyaret nedenini açıklamasını dikkatle dinlemiş bilge, ama Mutluluğun Gizi’ni açıklayacak  zamanı olmadığını söylemiş ona. Gidip sarayda dolaşmasını, kendisini iki  saat sonra görmeye gelmesini salık vermiş. Ama, sizden bir ricada bulunacağım, diye eklemiş bilge,  delikanlının eline bir kaşık verip sonra bu kaşığa iki damla sıvıyağ koymuş. Sarayı dolaşırken bu kaşığı elinizde tutacak ve yağı dökmeyeceksiniz. Delikanlı sarayın merdivenlerini inip-çıkmaya başlamış, gözün kaşıktan ayırmıyormuş. İki saat sonra bilgenin huzuruna çıkmış. Güzel, demiş bilge, peki yemek salonumdaki Acem halılarını gördünüz mü? Bahçıvan Başı’nın yaratmak için on yıl çalıştığı bahçeyi gördünüz mü? Kütüphanemdeki güzel parşömenleri fark ettiniz mi? Utanan delikanlı hiçbir şey görmediğini itiraf etmek zorunda kalmış. Çünkü bilgenin kendisine verdiği iki damla yağı dökmemeye çabalamış, başka bir şeye dikkat edememiş. Öyleyse git, evrenimin harikalarını tanı, demiş onu bilge. Oturduğu evi tanımadan bir insana güvenemezsin. İçi rahatlayan delikanlı kaşığı alıp sarayı gezmeye çıkmış. Bu kez, duvarlara asılmış, tavanları süsleyen sanat yapıtlarına dikkat ediyormuş. Bahçeleri, çevredeki dağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat yapıtlarının zarafetini görmüş. Bilgenin yanına dönünce, gördüklerini bütün ayrıntılarıyla anlatmış. Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede? diye sormuş bilge. Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş. Mutluluğun Gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir, ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan. Bazen bir ihtiyar kral da kendisiyle gururlanmak gereksinimi duyabilir.
Kendini tedirgin ve yalnız mı hissediyordu. Falanca kuşun varlığı yakınlarda bir yılanın bulunduğunun işaretiydi; filanca çalı ise çevrede su bulunduğunun belirtisiydi.
Ağladı. Tanrı adil olmadığı için, kendi düşlerine inanan insanları bu şekilde ödüllendirdiği için ağladı. Daha katı olacağım ve bir insan bana ihanet ettiği için de artık kimseye güvenmeyeceğim. Ben de herkes gibiyim: Dünya gerçeklerine oldukları gibi değil  de olmalarını istediğim gibi bakıyorum. Bir şeyi gerçekten istersen, demişti yaşlı adam ona, “onu gerçekleştirmen için bütün evren işbirliği yapar”. Simgelere saygılı olmayı ve onları izlemeyi öğren, demişti yaşlı kral. Kendi yazgısından kaçmamak için bazı şeylerin sorulmaması gerektiğini öğrenmişti. Kendi kararlarımı kendim almaya söz veriyorum dedi içinden. Dünyaya bakabileceğini anladı birden.
Yeni ve değişik şeyler öğrenmekteydi. Daha önce de yaşadığı şeylerdi bunlar, ama gene de yeniydiler, çünkü daha önce karşılaştığı, ama varlıklarının farkına varmadığı şeylerdi bunlar. Bu şeylere alıştığı için böyle olmuştu. Her şey bir tek ve aynı şeydir demişti yaşlı adam.
Neredeyse otuz yıldır aynı yerdeydi, müşterilerin pek ender ayak bastığı yokuş yukarı bir sokağın sonundaki bu dükkanda. Şimdi artık herhangi bir şeyi değiştirmek için çok geçti: Hayatı boyunca öğrendiği tek şey billuriye alıp satmaktı. Hayatına yeni bir yön vermek için artık çok geçti. Geçip giden boş bir bakış ve uçsuz bucaksız ölüm arzusu, aynı anda her şeyin sonsuza dek bittiğini görmek dileği.
Hatalarımızın bedelini ödemek zorundayız. Talih bizden yanayken, bundan yararlanmalıyız; talihin bize yardımcı olması için biz de ona yardımcı olacak şekilde davranmalıyız, gereken ne varsa yapmalıyız. Buna Lütuf Kuralı derler. Ya da “acemi talihi”. Düşümü gerçekleştirmekten korkuyorum, çünkü o zaman yaşamak için bir sebebim olmayacak. Sen, koyunları ve Piramitleri hayal ediyorsun. Sen benim gibi değilsin, çünkü sen düşlerini gerçekleştirmek istiyorsun. Oysa benim istediğim, Mekke’yi düşlemek sadece. Büyük bir hayal kırıklığına uğramaktan korkuyorum; bu yüzden hayal kurmakla yetinmeye çalışıyorum. Herkes kendi düşlerini aynı şekilde göremez; kendince görür.
Her zaman, ne istediğini bilmek zorunda olduğunu anımsa, demişti yaşlı kral. Ne istediğini biliyordu delikanlı ve bu amaç doğrultusunda çalışıyordu. Belki de bu ilginç ülkeye gelip bir hırsıza rastlamak ve bir kuruş harcamadan sürüsünü ikiye katlamak onun hazinesi.  İnsanları en çok etkileyen şey güzelliktir.
O zaman da ben yaşama tarzımı değiştirmek zorunda kalacağım. Kendi hayat tarzıma alıştım ben. Sen gelmeden önce, dostlarım, benim aksime değişirken, işleri kötüye ya da iyiye giderken, burada bütün zamanımı kaybettiğimi düşünüyordum. Bu da alabildiğine üzüyordu beni. Şimdi durumun böyle olmadığını biliyorum: Değişmek istemiyorum, çünkü nasıl değişeceğimi bilmiyorum. Artık tam anlamıyla  kendime alışmış durumdayım. Şimdi eskiden bilmediğim bir şeyi biliyorum: Değeri bilinmeyen her lütuf felakete dönüşüyor. Artık  hayattan bir şey beklemiyorum. Ama sen, şimdiye kadar aklıma bile getirmediğim zenginliklere ve ufuklara bakmaya zorluyorsun beni. Oysa, şimdi bunların neler olduğunu bildiğim, önümdeki büyük olanakları gördüğüm içini, kendimi eskiden sahip olduğundan daha kötü hissedeceğim. Çünkü her şeye sahip olacağımı biliyorum ve istemiyorum bunu. Galiba onlar öğretmiyorlar: Ben öğreniyorum. Öyle zamanlar vardır ki, insan hayatında ırmağın akış yönünü değiştiremez.
Hayallerinden asla vazgeçme, demişti yaşlı kral. Simgelere dikkatli  ol. Yeryüzünde herkesin anladığı bir dil vardır. Bu coşkunun dilidir, arzu edilen ya da inanılan bir şeyi gerçekleştirmek için sevgi ve tutkuyla yapılan girişimlerin dilidir. Bütün dünyayı fethedebileceğini hisseti.
Burada yaşantısını, öğrendiği iyi şeyleri özleyecekti. Kendine iyice güveni vardır ve dünyayı ele geçirmek isteği duyuyordu. Ama eskiden tanıdığım kırlara gidip gene koyun güdeceğim. Ancak, artık bu kararından dolayı mutlu değildi. Bütün bir yıl, bir düşü gerçekleştirmek için çalışmıştı, ama bu düş, her dakika, giderek önemini yitiriyordu. Belki de  gerçekte  böyle bir düşü yoktu.
Sihirli Taş –başka bir deyişle, Felsefe Taşı’nın- gizini keşfedememişlerdi ve belki de bu yüzden sessizliğe  gömülüyorlardı?
Bir şeye karar vermek başlangıçtan başka bir şey değildir. İnsan bir şeye kadar verdiği zaman, karar verdiği sırada hiç öngörmediği, düşünde bile aklına gelmeyen bir yöne doğru, şiddetli bir akıntıya kapılıp gidiyordu.
Bir şeyi bir başka şeye bağlayan, kendisini çoban olmaya yönlendiren, aynı düşü birkaç kez görmesine, Afrika’ya yakın bir kente gelmesine, bir alanda bir krala rastlanmasına, bir hırsız tarafından soyulmasına ve bunun sonucu olarak da bir billuriye tüccarıyla tanışmasına, vb... yol açan gizemli bir zincir, gizemli bir bağ. İnsan, hayaline yaklaştıkça, Kişisel Menkıbe daha çok gerçek yaşama neden oluyor, diye düşündü delikanlı.
Ne zaman bir denize ya da bir ateşe baksa, doğa olaylarının sonsuzluk ve gücünün derinliklerine dalıp ağzını açmadan saatler geçirebilirdi. Önsezilerin, içinde bütün insan hayatlarının bir bütün oluşturacak şekilde birbirine bağlandığı hayat ırmağının evrensel  akışına ruhun yaptığı âni dalışlar olduğunu, anlamaya başlamıştı: Öyle ki, her şey yazılı olduğu için, her şeyi bilirdik. Ölümüme  kadar değişmeyecek bir hayatım vardı. Sahip olmayı başardığım şeylerin yok olacağı düşüncesiyle korkuya kapıldım. Kimse bilinmezden korkmamalı, çünkü herkes istediği ve ihtiyaç duyduğu şeyi ele geçirebilir. Sahip olduğumuz şeyleri yitirmekten korkarız. Ama hayat hikayemiz ile dünya tarihinin aynı El tarafından yazılmış olduğunu anladığımız zaman, bunu anlar anlamaz, bu korku uçup gider.
Bütün kalbimizle bir şey istediğimiz zaman, Evrenin Ruhu’na daha yakın oluruz. Olumlu bir güçtür. Toprağın altında ve üzerinde bulunan  her şey durmadan değişir, çünkü toprak canlıdır ve ruhu vardır.
Herkesin kurşunu altına dönüştürmeye kalkıştığını düşünün biraz. Bir süre sonra altının hiçbir değeri kalmazdı. Yalnızca, inatçı insanlar, dirençli araştırmacılar Büyük Yapıt’ı gerçekleştirmeyi başarabilirler.
Evrenin bir ruhu olduğunu ve bu ruhu anlayan kimsenin nesnelerin dilini anlayacağını öğrendim. Birçok simyacının kendi Kişisel Menkıbesi’ni yaşadığını ve sonunda Evrenin Ruhu’nu, Felsefe Taşı’nı, Ebedi  Hayat İksiri’ni keşfettiklerini öğrendim. Herkesin kendine göre bir öğrenme tarzı var, diye tekrarlıyordu kendi kendine. Onun öğrenme tarzı benim öğrenme tarzım değil; benim  öğrenme tarzım, onun tarzı değil.
Ben ne geçmişte, ne de gelecekte yaşıyorum. Benim yalnızca şimdim var ve beni sadece o ilgilendirir. Her zaman şimdide yaşamayı başarabilirsem, mutlu bir insan olursun. Hayat yaşamakta olduğumuz andan ibarettir ve sadece budur.
Bu ânı geçmişin dersleri ve geleceğin düşleriyle birlikte yaşamaya çalışıyordu.
Acele etmemeli, sabırsızlık göstermemeliydi. Yoksa Tanrı’nın yoluna dizdiği işaretleri göremeyebilirdi. Sabırsız olma,  diye tekrarladı,  kendi  kendine. Devecenin dediği gibi, yemek zamanı gelince yemeği ye. Yürüme zamanı gelince yürü.
Ve bu  iki insan karşılaşınca ve gözleri buluşunca, bütün geçmiş ve bütün gelecek artık bütün önemini yitirir, yalnızca o an, ve gök kubbe altında her şeyin aynı El tarafından yazıldığı gerçekliği vardır,  bu inanılmaz gerçek vardır. Aşk’ı yaratan ve çalışan, dinlenen ve güneş ışığı altında hazineler arayan her kimse için sevilecek birini yaratmış olan El. Çünkü, böyle olmasaydı, insan soyunun hayallerinin hiçbir anlamı olmazdı.
Ben, senin Menkıbe’nin bir parçasıysam bir gün geri döneceksin. Başarısızlığa uğramak korkusu, şimdiye kadar Büyük Yapıta girişmeme hep engel oldu. On yıl önce başlamam gereken şeye ancak  şimdi başlayabiliyorum.
İşte Evrenin Dili’ni kavrıyorum,  dedi ve bu dünyada her şeyin bir anlamı var, atmacaların uçuşuna varıncaya kadar. Bir kadına duyduğu aşk için, içinde derin bir minnet hissi: İnsan sevince, diye düşündü, nesneler daha çok anlam kazanıyor. Aslında, nesneler kendiliklerinden hiçbir şey açılmazlar; insanlar bu nesneleri gözlemleyerek, Evrenin Ruhu’nu anlama yöntemini keşfedebilirler. Gelecek Allah tarafından yazılmıştır ve Allah ne yazarsa yazsın, insanların iyiliği içindir. Bu nedenle, savaşçılar yalnızca şimdiki zamanda yaşıyorlardı, çünkü şimdiki zaman beklenmedik olaylarla doluydu ve bir yığın şeye dikkat etmek zorundaydılar. Deveciye neden bu kadar gelecekle ilgilendiğini sormuştu. Bir şeyler yapabilmek için, diye yanıtlamıştı deveci. Ve olmasını istemediğim şeyleri tersine çevirmek için.  O zaman bu senin geleceğin olmaz ki, diye yanıtladı kâhin. Ama belki de olacaklara kendimi hazırlamak için geleceği öğrenmek istiyorum. Bunlar iyi şeylerse hoş bir sürpriz olacaklar, dedi kâhin. Kötü şeylerse daha gerçekleşmeden acı çekeceksin.
Allah’ın kendilerine bildirmek istediği bir şeyden haberdar olmaları gerektiğinde, birinin gelip kendilerine haber vereceğine inanırlar.
Çünkü benim gözlerim henüz çöle alışmadı, bu nedenle alışmış gözlerin göremeyeceği şeyleri ben görebilirim. Ve hepimiz biliyoruz ki düşlere inanan kimse onları yorumlamasını da bilir. Ama her zaman gerçekleştirmeyi başaramaz onları. Silahlar çöl gibi nazlıdırlar; gereksiz yere çıkartacak olursak daha sonra gerektiği zaman ateş almazlar.
Her gün, yaşamak ya da ölmek içindi. Yarın ölecekse, Tanrı onun geleceğini değiştirmek istemediği için ölecekti. Bir şey yazılmışsa kurtulmak olanaksızdır.
Kötülük, dedi Simyacı, insanın ağzından giren şeyde değildir. Kötülük oradan çıkandadır.
Arkada bıraktığın şeyleri düşünme dedi Simyacı, her şey Evrenin Ruhuna  kazınmıştır ve ebediyen orada kalacaktır. Bulduğun şey saf maddeden yapılmışsa, hiçbir zaman çürümeyecektir. Ve oraya bir gün geri döneceksin. Bir yıldız patlaması gibi bir anlık ışıktan başka bir şey değilse, o zaman geri dönüşünde hiçbir şey bulamayacaksın. Gene de en azından bir ışık patlaması görmüş olacaksın. Yalnızca bu bile yaşamış olmanın zahmetine değer. İnsanın geride bırakmış olduklarını düşünmemesi olanaksızdı. Bir tek öğrenme yöntemi var diye yanıtladı Simyacı. Eylem yöntemi. Bilmen gereken her şeyi sana yolculuk öğretti. Tanrı bu dünyayı, insanlar, görülen nesneler aracılığıyla manevi öğretileri ile bilgisinin mucizelerini anlayabilsinler diye yarattı. Ben buna Eylem diyorum. Bir tek kum tanesini seyretmen yeter; o zaman orada Evren’in bütün harikalarını göreceksin. Kendi yüreğini dinle. Yüreğin her şeyi bilir, çünkü Evrenin Ruhu’ndan gelmektedir ve bir gün oraya geri dönecektir.
Yüreğin neredeyse hazinen de oradadır. Şimdiye kadar elde etmeyi başardığın şeyleri bir düşle değiş-tokuş etmekten korkması kadar doğal ne var. Neden yüreğimi dinlemek zorundayım? Çünkü onu susturmayı hiçbir zaman başaramazsın. Hatta onu dinlemiyormuş gibi yapsan da o gene oradadır, göğsündedir; hayat ve dünya hakkında ne düşündüğünü sana tekrarlamayı sürdürecektir. Sen yüreğini tanıyacak olursan, sana baskın yapmayı hiçbir zaman başaramayacaktır. Çünkü onun düşlerini ve arzularını tanıyacaksın ve onları hesaba katacaksın. Hiç kimse kendi yüreğinden kaçamaz. Bu nedenle en iyisi onun söylediklerini dinlemek. Böylece, kendisinden beklemediğin bir darbe indirmeyecektir kesinlikle sana. Ulaşmaya lâyık olmadıklarını ya da ulaşamayacaklarını sandıkları için en büyük düşlerini gerçekleştirmekten korkarlar. Yüreğim acı  çekmekten  korkuyor, dedi bir gece Simyacıya. Yüreğine, acı korkusunun, acının kendisinden de kötü bir şey olduğunu söyle. Düşlerinin peşinde olduğu sürece hiçbir yürek kesinlikle acı çekmez. Her arama ânı bir karşılaşma ânıdır, dedi delikanlı yüreğine. Hazinemi aradığım sırada her gün pırıl pırıldı, çünkü her saatin, onu bulma düşünün bir parçası olduğunu biliyordum. Hazinemi ararken, yolumun üzerinde öylesine şeyler keşfettim ki, bir çoban için olanaksız şeylere girişmek cesaretim olmasaydı bunlara rastlamayı kesinlikle hayal bile edemezdim. Yeryüzünde her insanın kendisini bekleyen bir hazinesi vardır, dedi yüreği delikanlıya. Biz yürekler, insanlar artık bu hazineleri bulmak istedikleri için bunlardan pek ender söz ederiz. Onları küçük çocuklara anlatırız. Sonra herkesi, kendi yazgısının yoluna göndermek işini hayata bırakırız. Ne yazık ki, kendisine çizilmiş olan yolu pek az insan izliyor; oysa bu yol Kişisel Menkıbe’nin ve mutluluğun yoldur. İnsanların çoğu dünyayı korkutucu bir şey olarak görüyorlar ve yalnızca bu nedenden dolayı da dünya gerçekten korkutucu bir şey oluyor. O zaman biz yürekler, giderek daha alçak sesle konuşmaya başlıyoruz, ama asla susmuyoruz. Ve sözlerimizin duyulmaması için dilekte bulunuyoruz. Kendilerine çizmiş olduğumuz yolu izlemedikleri için insanların acı çekmelerini istemiyoruz. Peki yürekler, insanlara düşlerinin peşinden gitmek zorunda olduklarını neden söylemiyorlar? diye sordu delikanlı, Simyacıya. Çünkü bu durumda en çok yürek acı çeker. Ve yürekler acı çekmekten hoşlanmazlar. Ondan, kendisini asla terk etmemesini istedi. Ondan, düşlerinden uzaklaşacak olursa göğsünde sıkışmasını ve kendisini uyarmasını, uyarı işareti vermesini istedi. Ve  bu işareti ne zaman duyarsa ona dikkat edeceğine yemin etti. Düşümüzü gerçekleştirmemizin yanı sıra, ona doğru ilerlerken aldığımız dersleri de iyice öğrenmemizi istemektedir. Ama insanların çoğunluğu işte bu anda vazgeçerler. Çölün dilinde biz bu durumu şöyle tanımlamaktayız: Vaha’nın palmiyeleri ufukta görünmüşken susuzluktan ölmek. En karanlık an, şafak sökmeden önceki andır.
Gözümüzün önünde büyük hazineler olduğu zaman asla göremeyiz onları. Yürekler her zaman insanlara yardım ederler mi? diye sordu Simyacıya. Gökyüzünün altında olanların sonuçlarından hiç kimse kurtulamaz. Gözler ruhun gücünü gösterirler. Nesneler birçok dil konuşurlar, dedi delikanlı. Devenin bozlamasının önce yalnızca deve bozlaması olduğunu gördüm, sonra tehlike işaretine dönüştüğünü ve daha sonra da tekrar bozlama olduğunu gördüm. Başkasının Kişesel Menkıbe’sine burnunu sokan kimse kendi Kişisel Menkıbesini kesinlikle keşfedemez.
Onlara bütün hazinemi verdiniz! dedi delikanlı. Ömür boyu kazandığım her şeyi. Ama ölecek olsaydım ne işine yaracaktı hazinen? En azında üç günlüğüne hayatını kurtardı. Paranın ölümü geciktirdiği öyle sık görülmez. Umutsuzluğa teslim olma, dedi Simyacı. Yoksa, yüreğinle konuşmana engel olur. Bir düşün gerçekleşmesini bir tek şey olanaksız kılar: Başarısızlığa uğrama korkusu. Ölüm insanı hayata karşı daha dikkatli olmaya zorlar. Dünya, Tanrı’nın yalnızca görünen parçasıdır. Simya da tinsel yetkinliği maddi alana yönlendirir yalnızca.
Bunun için simya var, dedi delikanlı. Her insanın kendi hazinesini arayıp bulması ve daha sonra, daha önceki hayatında olduğundan daha yetkin olmayı istemesi için. Kurşun, dünyanın artık kurşuna gereksinimi kalmayıncaya kadar görevini yerine getirecek; o zaman altına dönüşmesi gerekecek. Olduğumuzdan daha yetkin bir varlık olmaya çalıştığımız zaman, çevremizdeki her şeyin daha iyi olduğunu gösteriyorlar bize.
Aşk, Evrenin Ruhunu değiştiren ve geliştiren güçtür.  İlk kez onun içine girdiğim zaman, onun kusursuz olduğunu sandım. Ama daha sora onun, yaratılmış olan her şeyin yansıması olduğunu, onun da savaşları ve tutkuları olduğunu gördüm. Üzerinde yaşadığımız dünya,  bizim daha  iyi ya da daha kötü olmamıza göre, daha iyi yada daha kötü olacaktır.
Bu işaretlerin Yeryüzünde ve Uzayda dağılmış olduklarını, görünüşte hiçbir varlık nedenleri ve anlamları bulunmadığını; ne çöllerin, ne rüzgarların, ne güneşlerin ve  ne de insanların niçin yaratılmış olduklarını bilmediklerini biliyordu. Ama El’in bütün bunlar için bir nedeni vardı ve yalnızca o bu mucizeleri gerçekleştirebilir, okyanusları çöle ve insanları rüzgara dönüştürebilirdi. Ve delikanlı Evrenin Ruhu’na daldı ve Evrenin Ruhunun, Tanrı’nın parçası olduğunu gördü ve Tanrı’nın Ruhu’nun,  kendi ruhu olduğunu gördü.
Simyacı ateş yaktı, keşiş biraz kurşun getirdi; Simyacı kurşunu bir demir kapta eritti. Kurşun iyice sıvılaşınca, su tuhaf, sarı cam yumurtasını çantasından çıkardır. Bir saç kalınlığında bir katman kazıdı ve bunu balmumuna sardıktan sonra içinde kurşun eriyiği bulunan kaba attı. Karışım kan rengini aldı. Simyacı bunun üzerine kabı ateşten alarak soğumaya bıraktı.
Preparat soğuyunca, keşiş ve delikanlı hayranlıkla baktılar: Maden, demir kabın iç çeperlerinde katılaşmıştı ama artık  kurşun değildi. Altın olmuştu.
Parçalardan birin keşişe vererek. Seyyahlara karşı gösterdiğiniz cömertlik için. Benim cömertliğimin çok ötesine giden bir şükran ifadesi, dedi keşiş. Böyle konuşmayınız. Hayat  söylediklerinizi duyabilir ve gelecek sefere daha azını verebilir. Bir kere olan bir daha asla  tekrarlanmaz. İki kere olan mutlaka üçüncü defa da olacaktır. Kim ne olursa olsun, dedi, yeryüzünde her insan, her zaman, dünya tarihinde başrolü oynar. Ve doğal olarak o bilmez bunu.
Kişisel Menkıbesine doğru yol alırken, bilmesi gereken her şeyi öğrenmiş ve yaşamayı hayal ettiği her şeyi yaşamıştı. Bir girişim, ancak amacına ulaştığında sona erebilirdi. Çölde yaşadığı süre içinde bokböceklerinin, Mısır’da Tanrı’nın simgesi sayıldıklarını öğrenmişti.
Öleceksen, para ne işe yarar? Paranın insanı ölümden kurtardığı pek az görülmüştür.  Böyle demişti Simyacı. Yaşayacaksın ve insanın bu kadar budala olmaya hakkı olmadığını da öğreneceksin. 
Gerçekte kendi Kişisel Menkıbe’sini yaşayan kimseye karşı hayat cömerttir diye düşündü.


27-Eserle İlgili Karşıt Görüşler, Kendi Fikirlerinle Karşılaştırma:
28-Genel Yargı, Kitabın Yazılış Amacı:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder