25 Şubat 2013 Pazartesi

Edward Hopper



Edward Hopper (22 Temmuz 1882 – 15 Mayıs 1967), ABD'li ressam ve grafiker. Genellikle yağlı boya tabloları ile popüler olsa da suluboya ve gravür konusunda da en az yağlı boya resimlerde olduğu kadar uzmandı.
Nyack, New York'un yukarı kısmında doğan Hopper, başarılı bir manifaturacının oğluydu. New York Sanat ve Tasarım Enstitüsü'nde resim eğitimi aldı. Eğitmenlerinden biri olan ressam Robert Henri, öğrencisini, yaptığı sanatla dünyada bir heyecan oluşturma konusunda teşvik etti. Hopper üzerinde çok büyük bir etkisi olan Henri, öğrencilerini kentsel hayata dair gerçekçi resimler çizmeleri konusunda destekliyordu. Daha sonraları önemli ressamlar haline gelen Henri'nin öğrencileri, Amerikan Sanatı'nda "Ashcan School" (Ashcan Okulu) olarak anıldılar. Hopper da Henri'nin altında beş sene çalıştı.
Resmi eğitimini tamamladıktan sonra, Avrupa'ya Paris merkezli üç ziyarette bulundu. Bu ziyaretlerin amacı, orada ortaya çıkan yeni sanat olayları üzerine çalışmaktı. Fakat kübist hareketi taklit eden pek çok çağdaşının aksine, idealizmden ve gerçekçi ressamların çalışmalarından etkilendi. Erken dönem çalışmalarına bakıldığında, gerçekçilerin renk ve şekle yaptıkları vurgunun benzerlerine rastlanabilir. New England'ın başlıca temaları olan deniz manzarası ve gemilerden uzak duran Hopper, artık moda olmamasına rağmen Viktoryen mimariye büyük ilgi duyuyordu. Boston Güzel Sanatlar Müzesi küratörü Carol Troyen ressam hakkında "Ufak kuleli ya da kuleli, verandalı, mansart çatılı, harika gölgelerle süslenmiş evlerden çok hoşlanıyordu. Her zaman, çizmeyi en çok sevdiği şeyin bir eve vuran güneş olduğunu söylerdi." dedi.
Uzun yıllar boyunca ticari bir ressam olarak çalışan Hopper, resim konusunda istediği başarıya ulaşamamıştı. Turistlere ufak tefek baskılar ve suluboyalar satan ressam, galeri sahipleri ya da küratörlerin ilgisini çekemediği için önemli yayınlarda kendisini gösteremiyordu.
Troyen'e göre, Hopper'ın ilk ilgi çeken çalışması 1923 yılında çizdiği The Mansard Roof adlı eseriydi. Ressam bu resmi Gloucester'da geçirdiği ilkyazında çizmişti. Sanat okulundan sınıf arkadaşı olan Josephine Nivison Hopper (daha sonra karısı olacaktı), diğer birkaç resmiyle birlikte bu resmini Brooklyn Müzesi'nin senelik suluboya sergisine sokmasını tavsiye etti. The Mansard Roof, müze tarafından 100 dolara satın alınarak kalıcı koleksiyonlarına eklendi.
1924 yılında ressam, Josephine 'Jo' Nivison ile evlendi. Sürekli tartışan çift şiddetli bir ilişki yaşadılar. Hopper, takıntıları olan kıskanç bir adamdı ve karısının kedileri Arthur'a gösterdiği ilgiden bile rahatsız oluyordu. Jo, hem ev işleri ile ilgilenirken hem de kocasına modellik yaptı. Her ne kadar kendini bu ilişkide sıkışmış hissetse de her zaman eşine ve onun eserlerine karşı hayranlık ve saygı duydu. Ressamın en büyük destekçisi oldu.
Hopper, 1925'te, sanatsal olgunluğunu işaret eden House by the Railroad isimli resmini çizdi. Bu resim aynı zamanda, sanatçının boş kent ve kır manzaralarında sert çizgiler ve geniş şekiller kullandığı, olağandışı ışıklandırmalar ile konu ettiği objelerin yalnız havalarını vurguladığı serisinin başlangıcı oldu. Ressam, çoğunlukla Amerikan yaşamının ortak özelliklerini kendine konu edindi. Bunlar arasında benzin istasyonları, oteller, demiryolları, boş sokaklar ve onların sakin havası sayılabilir.
Hopper, yaşlılık günlerinde de resim yapmaya devam etti. Bu sırada hayatını New York ve Massachusetts arasında geçiriyordu. 1967 yılında, New York'ta Washington Square Park'a çok yakın olan atölyesinde vefat etti. Karısı, Josephine Nivison ise ondan on ay sonra vefat etti. Vefatından önce ise ressamın çalışmalarını Whitney Museum of American Art'a bağışladı. Hopper'ın diğer önemli resimleri ise New York'ta Modern Sanat Müzesi, The Des Moines Art Center ve Chicago Sanat Enstitüsündedir.
Hopper'ın çalışmaları ulaşılabilir olmasına rağmen, ticari illüstrasyonları resim yapmak için terk ettiği için, çoğunlukla yabancılaşmış görünür. 


22 Şubat 2013 Cuma

ECE'NİN ÜTOPYASI



Eğer bir gün insanlık yeniden kurulacaksa, yeni bir hukuk inşa edilecek ise eğer, insanlığın yeni mevzuatında “kalbi cürümlere” de yer verilmeli mutlaka. Selamı alınmayınca kendini enayi gibi hisseden birinin dava açma hakkı olmalı. Söz verip de gelmeyenler, sevip de en olmayacak anda çekip gidenler, iş yerindeki entrikalar, dostluklarda yenen kazıklar; her birinin cezası olmalı mutlaka. Ezik hissettiğin anda tazminat hakkın doğmalı ezik hissettirenlere karşı.

Yeni insanlığın yeni okullarında gençlere rüzgârlı havalarda kibritle sigara yakma temrinleri yaptırılmalı. Eğer hala kadınlar ve erkekler için ayrı müfredatlar uygulanacaksa, oğlan çocuklarına kadınların kafa karışıklığından, kız çocuklarına da erkeklerin onları nasıl anlamayabileceğinden söz edilmeli. Müzik derslerinde, bazı şarkılardan, o şarkıların yarattığı aptal cesaretinden korunmayı, o cesaretle edilen yanlış telefonları etmemeyi öğretmeliler. İçince pişman olacağın şeyler yapmamayı, yapsan da ertesi gün pişman olmamayı uygulamalı derslerde ele almalı öğretmenler.

İşten nasıl kırılır onu anlatmalılar üniversitelerde. Öfkelendiğinde boğazında düğüm olan cümle nasıl söylenir, ağlama gelip de böğrüne oturduğunda sesin titremeden nasıl konuşulur, iş yerinde birine âşık olunursa durum çamurlaşmadan nasıl halledilir… Bu gibi işlere bakmalı yeni üniversiteler.

Master programları olmalı daha karmaşık konular için. “Bir adam en az acıtarak nasıl terk edilir?”, “Daha az sevdikçe daha çok seviyormuş gibi yapmak nasıl becerilir?”, “İnsan kendi var oluş enerjisini kaybettiğinde kendi gücüyle buluşmak için ne yapmalıdır?” , “Kalbin tamirinde nerelerden faydalanılabilir?” gibi başlıkları olmalı akademik tezlerin.

Kendilerini geliştirmeye meraklı olanlar, artık dil kurslarına, tenis kurslarına falan değil de başka türlü kurslara gitmeliler. Tartışma grupları kurulmalı, Rita Hayworth’ın o filmde “put the blame on mame” şarkısını söylerken neden aniden striptiz yapmaya başladığını tartışmalı insanlar. Böyle bir ruh halinin Can Yücel’in “Sidikli Kontes” şiiriyle ilgi olup olmadığını. Merlene Dietrich’in nasıl olup da diğer kadınlardan daha güzel görünebildiğini konuşmalı genç kadınlar; böylece belki güzel kadın olmaktan ziyade “atmosfer mimarı bir kadın” olmanın daha kıymetli olduğunu anlarlar. Humphrey Bogard’ın neden Casablanca’nın son sahnesinde Ingrid Bergman ile gitmediğini anlamalı insanlar ve bu kadar klas davranabilecek hale gelmek için ne yaralar kazındığını etine. Ya da “Vesikalık Yârim” filminde İzzet Günay ile Türkan Şoray’ın raflara beraber konserve dizdikleri sahnenin üzerine gidilmeli. Birbirinden çok başka iki insanın birbirlerine, beraber konserveler bozuluncaya kadar beraber yaşama sözü vermesinin ne dehşet verici bir cesaret gerektirdiğini anlamalı herkes.

Bugün bir yerde bir çocuk ölüm kalım savaşı verir gibi kesirleri ezberlemeye çalışıyor mutlaka. Onun korku dolu yüzünü, o yüzün yıllar sonra başına gelecekleri düşündükçe…
İnsanlık artık yeni çocuklar, yeni hukuklar yapmalı.

Ece Temelkuran- Milliyet Gazetesi “Kıyıdan” köşe yazılarından…

20 Şubat 2013 Çarşamba

5 kelimeyle İstanbul'u nasıl tanımlarsınız?"



Koca bir tarihi barındıran, aynı içindeki insanlar gibi yıpranmış, özensiz, yine de inatla her gece ışıl ışıl parlayan, kalabalık bir şehir. (Ahu Türkpençe)

24 saat yaşayan, canlı, kıpır kıpır, baştan çıkarıcı, dişi, tezatların kenti, dünyada yaşanacak üç yerden biri. (Ayşe Arman)

Kalabalık, ekletik, manyak enerjili, gergin, aynı zamanda vurdumduymaz, kaba, seksi ve pırıltılı. Sekiz oldu ama daha aza sığdıramadım. (Fem Güçlütürk)

Her an yaramazlık yapacak deli dolu bir prenses, dünyanın en güzel kadını, trafik, gizemli, romantik (Tülin Şahin)

Bin kocadan arta kalan bakire (Zeynep Casalini)

Karmaşık, amaçlı, kaotik, romantik, kaotik (Beçlim Erdoğan)

Çekici, muhteşem, sırlarla dolu, tempolu (Ebru Şallı)

Hiç durmadan yaşayan, büyülü, çarpıcı, biraz nazlı; ama dünyanın en güzel şehri. (Demet Kutluay)

Beş kelimenin değil, beş bin kelimenin anlatmaya yetmeyeceği şehir. (Deniz Seki)

Sürprizli, karamsar, misafirperver, cana yakın, karışık (Doğa Rutkay)

Cefakâr, han, yorgun, güçlü ve çok güzel. (Janset)

Renkli, canlı, şaşırtıcı, gizemli, büyüleyici. (Müge İldeniz Dalgıç)

Kontrast, naif, sofistike, karma, ekletik (Ece Sükan)

Doğu- batı, eski- yeni, temiz-kirli, renkli- kasvetli (Saadet Işıl Aksoy)

Vazgeçilmez, boğaz, karmaşık, huzur, huzursuzluk (Sema Şimşek)

Yeşil, mavi, gri, siyah, beyaz (Tan Sağtürk)

19 Şubat 2013 Salı

altı çizilmiş satırlar



İnsan genellikle okuduğu anki ruh haline göre kendisine önemli gelen yerlerin altını çizdiğinden, ileride kitap tekrar okunurken görüldüğünde eski günlükleri okuyormuş gibi hissettiren davranış.
Özellikle Fransız hocalar tarafından inatla tavsiye edilen, hatta “altı çizilmeden okunmuş bir kitap kitap değildir”e kadar gider.
Kitaplarda çok beğenilen ya da gerekli görülen yerlerin çizilmesi gelecek zamanda kitaba şöyle bir göz atılmasıyla anımsanacağı ve hatta tekrar okunacağı için faydalıdır; aynı zamanda da kişinin o anki ruhsal durumunu da yansıtır.
Yaşanmışlıktır, sizden kalan izlerdir, sevdiğiniz, beğendiğiniz kısımların altını çizmektir.
Zaten bir kitabın eskimişliği, yanındaki o kitabın açılmış olma izi, içindeki ufak tefek notlar, altı çizili satırlar o kitabın değerine değer katar. Hatıralar ve emek sizdeki yerini arttırır.
Okunmuş bir kitabı kitaplıktan çekip sayfalarını karıştırmak eski fotoğraflara bakmak gibidir. Ama altı çizilmiş satırlara bakmak fotoğrafta kendine bakmaktır.
Ve son olarak;
“Kitaplarda kendimize rastladığımızı sandığımız yerlerin altını çizeriz.” Metin Üstündağ.