4 Kasım 2025 Salı

sallanan koltuğunda, konyağını yudumlar, sevdiği bir kitaba göz gezdirirdi...

Sallanan koltuğun ritmik devinimi, zamanın lineer akışına karşı koyan bir metafor gibidir; her ileri geri salınım, geçmişle gelecek arasında kurulan bir köprüdür. Elindeki kadehteki konyağın amber rengi, gün batımının son ışıklarıyla yarışır; damakta bıraktığı yanık tat, yaşanmışlıkların tortusunu hatırlatır. Bu an, dış dünyanın gürültüsünden arınmış, içsel bir inzivanın kutsal mekânına dönüşür. Kitabın sayfaları arasında gezinirken, harflerin arasına sıkışmış hakikat kırıntılarını arar; çünkü hakikat, çoğu zaman kelimelerin gölgesinde saklanır.

Okuduğu satırlar, yalnızca bilgi değil, varoluşun kendisine dair bir sorgulamadır. Her cümle, insanın kendine yönelttiği kadim soruların yankısıdır: “Ben kimim?”, “Neden buradayım?”, “Zaman nedir?” Bu sorular, konyağın verdiği hafif sersemliğin içinde daha da derinleşir; düşünceler, bilinçaltının loş koridorlarında yankılanır. Sallanan koltuk artık bir düşünce gemisine dönüşmüştür; bilinç, bu geminin kaptanı değil, yolcusu olmuştur. Kitap, bir harita; konyağın sıcaklığı ise pusuladır.

Dışarıda dünya dönmeye devam ederken, içeride zaman durur. Bu duruş, bir kaçış değil, bir yüzleşmedir. İnsan, kendiyle baş başa kaldığında, en çıplak haliyle karşılaşır. Konyağın her yudumu, bu karşılaşmanın cesaret iksiridir. Kitabın sayfaları arasında dolaşan gözler, artık sadece okumaz; görür, hisseder, sorgular. Çünkü gerçek okuma, anlamın peşinden gitmek değil, anlamı yaratmaktır. Ve bu yaratım, ancak sessizlikte, yalnızlıkta ve düşüncede vücut bulur.

Son paragrafta, koltuğun sallanışı yavaşlar; düşünceler birer birer durulmaya başlar. Konyağın son damlası, kadehin dibinde bir vedayı simgeler. Kitap kapanır ama zihinde açılan kapılar kapanmaz. Bu an, bir ritüeldir: kendini tanıma, dünyayı anlama ve varoluşun ağırlığını taşıma ritüeli. Ve belki de en büyük bilgelik, bu ağırlığı hafifçe sallanan bir koltukta, bir kadeh konyağın eşliğinde taşımayı öğrenmektir.

3 Kasım 2025 Pazartesi

metnin sonsuzluğunda kendini aramak

Okurum. Çünkü okumak, varoluşun en kadim eylemidir; insanın kendini tanıma çabasında attığı ilk adımdır. Her harf, zihnin kıvrımlarında yankılanan bir düşüncenin izdüşümüdür. Ne bulursam okurum; çünkü her metin, ister bir alışveriş fişi olsun ister bir metafizik inceleme, evrenin bir parçasını taşır. Okumak, yalnızca bilgi edinmek değil, varlığın dokusuna nüfuz etmektir. Her kelime, bir evrenin kapısını aralar; her cümle, o evrende yürüyen bir yolcunun ayak izidir.

Sürekli okurum. Çünkü durmak, düşüncenin ölümüdür. Okumak, zihni diri tutan bir ritüeldir; tıpkı bir filozofun sabah meditasyonu gibi. Metinler arasında gezinmek, zamanın ötesine geçmektir; geçmişin yankılarını duymak, geleceğin fısıltılarını sezmek. Her metin, bir çağrıdır: “Gel, beni oku ve kendini bul.” Bu çağrıya kulak vermek, insanın kendiyle yüzleşmeye cesaret etmesidir. Okumak, bir kaçış değil, bir dönüş yolculuğudur.

Her şeyi okurum. Çünkü ayrım yapmak, hakikati bölmektir. En sıradan metinlerde bile derinlik vardır; bir reklam broşüründe bile insanın arzularına dair ipuçları saklıdır. Okumak, anlamı seçmek değil, anlamı yaratmaktır. Her metin, okurun zihninde yeniden doğar; okur, metnin hem tanığı hem de failidir. Bu yüzden ne bulursam okurum: çünkü her şey, okunmayı bekleyen bir varlık halidir. Dünya, bir metin; insan, onun okurudur.

Okurum. Çünkü okumak, var olmanın en sessiz ama en derin biçimidir. Kelimeler arasında kaybolmak, kendini bulmanın en dolambaçlı ama en sahici yoludur. Okudukça çoğalırım; her metin, benliğime yeni bir kıvrım ekler. Okumak, bir yaşam biçimi değil, bir varlık biçimidir. Ve belki de en hakiki insan, en çok okuyan değil, en çok okudukça değişen insandır.

1 Kasım 2025 Cumartesi

iyiliğin ardında saklı zaman

İnsan, varoluşunun en kırılgan anlarında bile bir umut kırıntısına tutunur; çünkü yaşam, acının içinden süzülen bir iyilik vaadiyle ilerler. “Sonrası iyilik güzellik” sözü, gündelik dilin sıradanlığına sığınmış bir metafizik inançtır aslında. Bu ifade, zamanın döngüselliğine ve insanın kaderle kurduğu uzlaşmaya dair derin bir sezgiyi barındırır. Her çöküş, bir yeniden doğuşun habercisidir; çünkü varlık, yoklukla sınandığında anlam kazanır.

İyilik, yalnızca dışsal bir erdem değil, içsel bir direniştir. Güzellik ise, bu direnişin estetik yankısıdır. İnsan, acının içinden geçerken güzelliği yaratır; çünkü güzellik, acının biçimlenmiş halidir. “Sonrası iyilik güzellik” demek, acıyı inkâr etmek değil, onu dönüştürme kudretine inanmaktır. Bu dönüşüm, zamanın içinde değil, bilincin derinliklerinde gerçekleşir. Ve belki de en hakiki iyilik, insanın kendi karanlığına rağmen başkasına ışık olabilmesidir.

Felsefi düzlemde, bu ifade bir etik vaattir: her eylemin, her düşüncenin sonunda bir iyilik ve güzellik doğacağına dair bir inanç. Ancak bu inanç, pasif bir bekleyiş değil, aktif bir yaratım sürecidir. İnsan, iyiliği beklemez; onu inşa eder. Güzellik, rastlantısal bir estetik değil, bilinçli bir tercihtir. Bu yüzden “sonrası” dediğimiz şey, zamanın ilerlemesi değil, insanın kendini aşma çabasıdır. Her iyilik, bir içsel devrimdir; her güzellik, bu devrimin izidir.

Ve nihayet, bu sözün ardında yatan hakikat şudur: yaşam, yalnızca olanlar değil, olacaklar üzerine kurulur. Geçmişin yükü, geleceğin ihtimaliyle hafifler. “Sonrası iyilik güzellik” demek, insanın kendi hikâyesine müdahil olma cesaretidir. Çünkü her son, yeni bir başlangıcın eşiğidir. Ve belki de en derin bilgelik, bu eşiği geçerken, iyiliği ve güzelliği birer kader değil, birer seçim olarak görebilmektir.