28 Nisan 2012 Cumartesi

Sen gelmedikçe seher olmaz sevgili...




Benim hayatımın gecesinde şu güneş gibi yirmi tane güneş doğsa da, karanlık gecemi aydınlatmaya çalışsa, Sen gelmedikçe seher olmaz sevgili...

Hz. Mevlâna


Hayatımın gecesi, yıldızsız bir boşluk gibi uzanıyor üzerime. Ne kadar güneş doğsa da ufukta, ne kadar ışık serpse gökyüzü, içimdeki karanlık aynı kalıyor. Çünkü sen yoksan, hiçbir ışık seher değil; hiçbir sabah, uyanış değil. Yirmi güneş doğsa da birden, hepsi yalnızca ışığın taklidi olur; parıldar ama ısıtmaz, parlar ama yol göstermez. Senin varlığınla anlam bulur zaman, senin sesinle uyanır ruhum. Yokluğun, gecenin en koyu saatidir; varlığın ise seherin ilk nefesi. Ey sevgili, sen gelmedikçe hiçbir ışık bana sabah olamaz.


Gecenin en koyu saatindeyim; zaman durmuş, ışık susmuş, umut kendi içine çekilmiş. Yirmi güneş doğsa da ufkumda, her biri altınla parıldasa, yine de içimdeki karanlığa dokunamaz. Çünkü bu karanlık, gökyüzünün değil, kalbin en derin boşluğundan doğmuştur. Işık, yalnızca gözleri aydınlatır; ama senin yokluğun, ruhumun en sessiz köşesini karanlığa boğar. Seher, takvimde bir saat değil; senin varlığında doğan bir hâl. Ve sen gelmedikçe, bu gece bitmez sevgili.

Her şey yerli yerinde görünse de, içimde bir eksiklik yankılanıyor. Gül açsa, rüzgâr hafiflese, kuşlar yeniden şarkı söylese bile, bu bahar bana uğramıyor. Çünkü senin yokluğun, mevsimleri susturuyor. Gecem, yıldızlarla değil; senin adını fısıldayan sessizlikle dolu. Ve bu sessizlik, ne şiirle ne dua ile çözülüyor. Sen gelmedikçe, kelimeler anlamını yitiriyor; çünkü anlam, senin varlığında saklı. Seher, yalnızca sabahın gelişi değil; senin gözlerinde doğan bir aydınlık.

Yirmi güneşin ışığı, yalnızca gölgemi uzatıyor; ama senin bir bakışın, içimdeki karanlığı eritebilir. Çünkü sen, yalnızca bir sevgili değil; varlığın özü, zamanın ritmi, kalbin kıblesisin. Gecem, senin yokluğunda bir sürgün; varlığında ise bir vuslat. Seher, senin sesinle başlar; senin adınla uyanır. Ve ben, bu gecede bekliyorum—bir ışık değil, bir varlık; bir sabah değil, bir sen.

Sonunda anlaşılır ki, gecenin karanlığı ne kadar derin olursa olsun, seher yalnızca seninle mümkündür. Güneşler doğabilir, ışıklar çoğalabilir, ama senin yokluğunda hepsi birer yanılsamadır. Çünkü seher, bir saat değil; bir hissin doğuşudur. Ve o his, yalnızca senin varlığında filizlenir. Benim hayatımın gecesi, senin yokluğunda bir sonsuzluk; varlığında ise bir uyanıştır. Sen gelmedikçe, bu gece sehere varmaz sevgili.

24 Nisan 2012 Salı

herkes kasadaki kızı görür ama kimse tanımaz...



"Günün birinde yazdıklarımdan bir perde çekeceğim hayatıma. Herkes kâğıt üstünde yazılanları benim hayatım sanacak, ben de hayatımı saklamış olacağım böylelikle. Saklanmanın en iyi yolu fazla görünmektir, biliyor musun? Herkes seni gördüğünü sanır, sen de rahat edersin. Kasada oturan kız gibi! Herkes kasadaki kızı görür, ama kimse tanımaz."

Üç Aynalı Kırk Oda - Murathan Mungan 


Bir gün gelecek, yazdığım her kelime bir perde gibi inecek hayatımın önüne. İnsanlar o satırlarda beni arayacak, beni bulduklarını sanacaklar; oysa ben, en görünür hâlimle en derin saklanışı seçeceğim. Çünkü saklanmak, çoğu zaman görünmekten geçer. Kalabalıkların ortasında susmak, en mahrem sessizliktir. Tıpkı kasada oturan o kız gibi—herkesin gözünün önünde, ama kimsenin zihninde değil. Gülümsemesi ezber, varlığı geçici. Ben de öyle olacağım: kelimelerle örülmüş bir vitrin, içimdeki hakikati saklayan bir sahne. Herkes beni okuduğunu sanacak, ben ise kendimi çoktan başka bir yere gizlemiş olacağım.
 
 Günün birinde yazdıklarımdan bir perde çekeceğim hayatıma. Satırların arasına saklayacağım kendimi; kelimeler, birer maske gibi duracak yüzümde. Herkes okuduklarını benim sanacak, ben ise kendimi çoktan başka bir yere gizlemiş olacağım. Çünkü en mahrem olan, en çok görünendir bazen. Hayatımı anlatıyor gibi yapıp, aslında hayatımı saklayacağım. Yazı, bir sığınak olacak bana; hem anlatan hem örten bir örtü. Ve bu örtünün altında, kimse bilmeden soluk alacağım.

Saklanmanın en iyi yolu fazla görünmektir, biliyor musun? Kalabalıkların ortasında kaybolmak, gözlerin tam ortasında görünmez olmak. Herkes seni gördüğünü sanır, ama kimse gerçekten bakmaz. Görmekle tanımak arasındaki uçurumda, ben kendi sessizliğimi kurarım. Yazdıklarım, bir vitrin gibi durur; içindekiler ise çoktan başka bir odada kilitlenmiştir. Çünkü insan, en çok kendini saklamak için anlatır. Ve anlatmak, bazen bir kaçış biçimidir.

Kasada oturan kız gibi… Herkes onu görür, ama kimse tanımaz. Gülümsemesi ezberlenmiştir, sesi alışılmış, varlığı sıradanlaşmıştır. Oysa içinde bir dünya döner; kimse bilmez. Ben de öyle olacağım: yazdıklarımla herkesin önünde, ama kimsenin içinde değilim. Çünkü görünmek, tanınmak değildir. Ve tanınmamak, bazen en büyük özgürlüktür. Yazı, bu özgürlüğün en sessiz anahtarıdır.

Sonunda anlaşılır ki, hayatı saklamak için en çok yazmak gerekir. Kelimeler, bir perde gibi iner insanın üzerine; hem gösterir hem gizler. Ve ben, o perdenin ardında kendi hayatımı kurarım. Herkes yazdıklarımı okur, ama kimse beni bilmez. Çünkü ben, satırların arasına değil; satırların ardına saklanırım. Ve orada, kimsenin ulaşamayacağı bir sessizlikte, kendimle kalırım.
 

19 Nisan 2012 Perşembe

İstanbul ve Nisan yağmurları.....


gece+kahve+yağmur+gözyaşı+nisan+istanbul+toprak kokusu…



 
Gripin - Durma Yağmur Durma
cilalanıyor ruhum istanbul sağnağında
damlalar karışmış elmacıklarıma
durma, yağmur durma…
sorma doldur boğaziçini
canım cayır cayır yanıyor

MFÖ - Bu Sabah Yağmur Var İstanbul'da
Bu sabah yağmur var İstanbul'da
Gözlerim dolu dolu oluyor bilinmez niye
Anne sözü dinler gibi masum
Ağladım bu sabah
Günler dayanılmaz oldu

 
Jose Feliciano - Rain
Listen to the pouring rain
Listen to it pour,
And with every of rain,
You know I love you more



yaşamın yanında ölümü de hissettiren nâdir kokulardan… insana huzur veren tarifi imkansız doğallıktaki yağmur sonrası toprak kokusu.



yağmurun en çok yakıştığı şehir belki de İstanbul’dur... yağmur yağdığında bu şehirde yatağına girip hiç çıkmamak istersin. çünkü sana dökemediğin gözyaşlarını hatırlatır.

 

İstanbul, baharın ilk ağıtlarını Nisan yağmurlarıyla söyler. Bu şehir, her mevsimde başka bir yüzünü gösterir; ama Nisan’da, sanki geçmişin bütün hatıraları gökyüzünden damla damla iner. Yağmur, yalnızca toprağı değil, zamanı da ıslatır. Ve insan, bu şehirde yürürken, ayaklarının altında yalnızca kaldırımlar değil; eski bir aşkın, yarım kalmış bir cümlenin, unutulmuş bir gülüşün izlerini taşır. Nisan yağmurları, İstanbul’un hafızasını yıkamaz; bilakis, onu yeniden yazmaya başlar.

Bu yağmurlar, ne serttir ne sessiz; bir tereddüt gibi yağar gökten. Sanki gökyüzü de İstanbul gibi kararsızdır: ağlamakla susmak arasında, anlatmakla saklamak arasında. Ve bu tereddüt, şehrin sokaklarına siner. Galata’nın taşları, Üsküdar’ın rüzgârı, Kadıköy’ün telaşı… Hepsi bu yağmurla başka bir dile bürünür. İnsan, bir çatı altına sığınmak isterken, aslında kendi içine sığınır. Çünkü Nisan yağmurları, dışarıyı değil; içeriyi ıslatır.

İstanbul, bu yağmurlarla bir iç döküm yaşar. Minareler sessizleşir, vapurlar ağırlaşır, martılar bile daha derin uçar. Ve insan, bu şehirde yalnızca bir yolcu değil; bir tanıktır. Tanık olduğu şey, bir mevsimin değişimi değil; bir ruhun çözülüşüdür. Nisan yağmurları, İstanbul’un iç sesidir. Her damla, bir kelime; her ıslaklık, bir cümledir. Ve bu cümleler, insanın kalbine yazılır—silinmez, unutulmaz, ama hep biraz eksik kalır.

Sonunda anlaşılır ki, İstanbul ve Nisan yağmurları, bir mevsim değil; bir hâl, bir özlemdir. Bu özlem, ne geçmişe ne geleceğe; yalnızca o anın içine akar. Yağmur diner, sokaklar kurur, insanlar yeniden hızlanır. Ama o hâl, o içe dokunan sessizlik, bir iz bırakır. Ve insan, her Nisan’da yeniden hatırlar: İstanbul, yağmurla konuşur; ve bu konuşma, en çok suskun olanlara hitap eder.

12 Nisan 2012 Perşembe

Kapıyı kapat, plağı değiştir, evi temizle, tozdan kurtul!!!!!


Bazı şeylerin gitmesine izin vermek işte bu nedenle çok önemlidir.
Onları serbest bırakmak.
Gevşek olanı kesmek.
İnsanların hiç kimsenin işaretli kâğıtlarla oynamadığını anlaması gerekiyor;
bazen kazanırız ve bazen de kaybederiz.
Hiçbir şeyi geri almayı bekleme,
yaptıkların için takdir edilmeyi bekleme,
ne kadar zeki olduğunun keşfedilmesini bekleme ya da aşkının anlaşılmasını.
Daireyi tamamla.
Gururlu, yetersiz ya da kibirli olduğun için değil, sadece artık onun senin
yaşamında yeri olmadığı için.
Kapıyı kapat, plağı değiştir, evi temizle, tozdan kurtul.
Geçmişte olduğun kişiyi bırak ve şu anda kimsen O ol.

Paulo Coelho


 
 Sessiz Bir Dönüşümün Eşiğinde

Bazı şeyler, gürültüyle değil, bir iç çekişle gider.
Ve gitmelidir.
Çünkü zaman, artık taşımak istemediğimiz yükleri sırtımızdan alacak kadar merhametli değildir.
Serbest bırakmak, bir kayıp değil; bir özgürlüktür.
Gevşek bağları kesmek, acımasızlık değil; kendine sadakattir.
Hayat, işaretli kâğıtlarla oynanan bir oyun değildir.
Kimi elde tutarsın, kimi elinden kayar.
Kimi seni büyütür, kimi seni tüketir.
Ve bazen, kaybetmek de bir kazançtır.

Bekleme.
Ne bir özür, ne bir teşekkür, ne de bir geç kalmış fark ediş.
Zira hakikat, takdirle değil, idrakle yaşanır.
Zekânın alkışlanmasını, aşkının anlaşılmasını, çabanın görülmesini bekleme.
Çünkü bu beklentiler, seni geçmişe zincirler.
Daireyi tamamla.
Ama gururla değil; kabulle.
Kibirle değil; farkındalıkla.
Yetersizlikle değil; bilgelikle.
Çünkü artık onun senin hayatında bir yeri yok.
Ve sen, o boşluğu doldurmak zorunda değilsin.
Sadece yürümelisin—hafiflemiş, arınmış, kendi sesinle.

Kapıyı kapat.
Ardında kalan sesleri, yankılanan pişmanlıkları, eksik cümleleri dışarıda bırak.
O kapı, artık bir sınırdır: geçmişin gölgesiyle şimdi arasındaki çizgi.
Plağı değiştir; aynı ezgiyi döndürüp durmanın ne faydası var?
Yeni bir melodi gerek sana—ruhunla uyumlu, kalbinle akışta.
Evi temizle.
Köşelere sinmiş eski benliğini süpür, raflarda biriken “keşke”leri sil.
Tozdan kurtul; çünkü toz, zamanın unutulmuş izidir.
Sen artık unutmakla değil, yeniden doğmakla meşgulsün.

Geçmişte kimdin, neydin, neyi eksik yaşadın—bırak.
O sen, artık bir hatıradır; saygıyla anılır ama hüküm sürmez.
Şimdi kimsen, işte o ol.
Çünkü gerçek dönüşüm, kendini yeniden tanımakla başlar.
Bir aynaya bak ve tanımadığın o yüzü sev.
Çünkü o yüz, geçmişin değil; bugünün, hatta yarının yansımasıdır.
Sen artık bir başlangıçsın.
Ve başlangıçlar, en çok kendine sadık olanlara yakışır.