Paris güzel
bir salon, Londra güzel bir park, Berlin güzel bir kışla ama İstanbul güzel bir
şehir… / Zülfü Livaneli
İstanbul'u
sevmemek mümkün mü? Martıların kanadında hep senin adın var… night in istanbul….
Gece, İstanbul’a başka şehirlerde olmayan bir ağırlıkla iner. Bu ağırlık, yalnız karanlığın değil; tarihin, aşkın, kaybın ve bekleyişin yüküdür. Minarelerin gölgesi uzar, Boğaz susar, rüzgâr bile adımlarını hafifletir. İstanbul, gecede kendini saklamaz; aksine, en çıplak hâliyle görünür. Işıkların çekildiği sokaklarda, taşların arasından sızan bir geçmiş belirir—sessiz, ama hâkim.
Galata’nın yorgun taşları, gecenin ayak seslerini tanır. Her adım, bir hikâyeyi uyandırır; bir meyhanede unutulmuş bir bakış, bir vapurda yarım kalmış bir cümle, bir pencere ardında bekleyen bir göz. İstanbul’un gecesi, anlatmaz; ima eder. Bu şehir, geceyle konuşmaz; gece olur. Ve insan, o karanlıkta yürürken, şehrin değil, kendi içinin sokaklarında kaybolur.
Boğaz, geceyle birlikte bir aynaya dönüşür. Yansımalar, gerçeklikten daha derindir artık. Bir martının kanadında geçmişin izleri, bir dalganın kıyıya vuruşunda geleceğin haberi gizlidir. İstanbul’un gecesi, zamanın durduğu değil, zamanın kendini yeniden yazdığı bir andır. Her ışık, bir hatırayı yakar; her gölge, bir ihtimali örter.
Ve nihayet, gece İstanbul’a yalnızlık değil, anlam getirir. Bu şehir, gündüz kalabalıkların, gece ise düşüncelerin mekânıdır. “Night in Istanbul” dediğimiz o zaman dilimi, ne uykuya ne uyanışa aittir; sadece varoluşun en derin kıyısına. İstanbul, gecede bir şehir olmaktan çıkar; bir ruh hâline dönüşür. Ve o ruh, her gece yeniden doğar, yeniden susar, yeniden anlatır.
















Hiç yorum yok:
Yorum Gönder