22 Kasım 2012 Perşembe

Senin için senden vazgeçmişim. Bilesin............



AŞK; vazgeçmektir Ey Sevgili!
Mecnun gibi aklından,
Kerem gibi bedeninden vazgeçmek.
Yardan gayrısından, cümle cihandan vazgeçmek.
Yemeden, içmeden, uykudan uyanıklıktan
Ve vazgeçmekten bile vazgeçmektir gün gelince…
Senin için senden vazgeçmişim. Bilesin............
 
Hz.Mevlâna


Aşk, bir sahiplenme değil, bir bırakıştır. Ey Sevgili, seni sevmek; kendimi senden az bilmek demektir. Mecnun’un çöllerde unuttuğu aklı gibi, Kerem’in yanışında eriyen beden gibi, ben de senden geçerken kendimden geçtim. Aşk, bir varlık değil, bir yokluk hâlidir. Ve ben, senin varlığında yok olmayı seçtim. Çünkü seni sevmek, kendimi unutmakla başlar.

Yardan gayrısından vazgeçmek kolaydır; cümle cihan bir yana, sen bir yana. Ama asıl zorluk, senden ötürü senden vazgeçmektir. Gözümdeki ışığı, dilimdeki sözü, kalbimdeki ritmi sana adarken, ben artık ben değilim. Aşk, bir kimlik değil, bir teslimiyettir. Ve ben, sana teslim olurken, kendimi terk ettim. Bu terk ediş, bir kayboluş değil; bir bulunuştur aslında. Seni bulmak için kendimi kaybettim.

Yemeden, içmeden, uykudan ve uyanıklıktan geçtim. Zamanın ritmini senin adınla bozdum. Her saat, senin yokluğunda daha uzun; her dakika, senin varlığında daha kısa. Aşk, zamanla değil, zamanın ötesiyle ölçülür. Ve ben, seninle geçen bir anı, sensiz geçen bir ömre tercih ettim. Çünkü aşk, ölçülemez; sadece hissedilir. Ve ben, seni hissederken kendimi unuttum.

Ve gün geldi, vazgeçmekten bile vazgeçtim. Seni sevmek, seni istemek değil; senin için kendimi silmekti. Ey Sevgili, bilesin: Ben, senin için senden vazgeçtim. Bu aşk, bir fedakârlık değil; bir kaderdi. Çünkü aşk, bir seçim değil, bir çağrıdır. Ve ben, o çağrıya kulak verdim. Senin için sustum, senin için sustuğumda en çok konuştum.


8 Kasım 2012 Perşembe

kasım yağmurları



yağmurun kokusunun içte en hissedilebilecek, en anlamlanacak olanıdır... bi de tabii ki de sonbahar, yağmur ve kasım üçlemesine en gidecek şey kahve, likör ve çikolatadır şüphesiz...

 

dışarıda yağmur yağıyor. ayaklarım buz gibi. jose feliciano - the rain şarkısını dinliyorum. sütlü çikolata yiyorum. annemi çok özledim.

Kasım, gökyüzünün iç çekişidir. Bulutlar, yazdan kalan ne varsa silmek istercesine ağırlaşır; rüzgâr, artık bir serinlik değil, bir hatırlatmadır. Yağmur, bu ayda yalnızca toprağa değil, insana da düşer. Her damla, bir mevsimin kapanışını değil, bir iç mevsimin açılışını müjdeler. Kasım yağmurları, doğanın değil, insanın hüznüdür; sessizce yağan, ama içte gürleyen.

Bu yağmurlar, ne baharın ne kışın habercisidir. Arada, belirsiz, geçici gibi görünürler; ama aslında en kalıcı izleri bırakırlar. Bir pencere kenarında unutulmuş bir kitap, bir sokak lambasının altında bekleyen bir gölge, bir mendilin ucuna sinmiş bir koku... Kasım yağmurları, hatıraları yıkamaz; onları yeniden işler, yeniden dokur. Her damla, geçmişin bir cümlesini yeniden yazmak ister.

İnsan, bu yağmurlarda yürürken yalnız değildir; yanında geçmişi, ardında sessizce akan zaman vardır. Ayakkabılar suya değil, zamana basar. Kasım, insanın kendine döndüğü aydır. Yağmur, dışarıda değil, içeride yağar. Kalbin kıyısına vuran her damla, bir bekleyişin, bir özlemin, belki de bir pişmanlığın yankısıdır. Ve insan, bu yankıda kendini duyar.

Kasım yağmurları, bir vedanın değil, bir içsel kabullenişin adıdır. Ne gidenin ardından dökülen gözyaşıdır ne gelenin heyecanıdır. Sadece durmanın, kalmanın, susmanın zamanıdır. Bu yağmurlar, konuşmaz; ama her şeyi anlatır. Ve insan, bu anlatının içinde, kendi hikâyesini yeniden okur. Kasım, yağmurla değil; yağmurun taşıdığı anlamla ağırlaşır.

4 Kasım 2012 Pazar

Erkekler Ağlamaz



Bir erkeği normalde de ağlatması zordur.
Bir erkek duygularını göstermez belli etmez onları.
Kendi içine atar orada sindirir bitirir.
Kendi duygularının kendi paratoneridir bir nevi.
Ama bir erkek ağladığında asla sahte olmaz gözyaşları.
Bir erkek ağladığında yürekten ağlar.



Bir kadın ağlıyorsa çok sevmiştir, ama ağlayan bir erkekse o kadını kimse bir daha öyle sevmeyecek demektir...

“Erkekler ağlamaz” derler; oysa bu söz, gözyaşının değil, yüzyılların yükünü taşır. Erkekliğe biçilen suskunluk, bir duvar gibi örülür çocukluğun etrafına. Her düşüşte dişini sıkmak öğretilir, her acıda başını dik tutmak. Gözyaşı, zayıflıkla eş tutulur; oysa bazen en büyük güç, dökülen bir damlada gizlidir. Ağlamamak, yalnızca gözleri değil, ruhu da kurutur.

Bir erkek ağlamadığında, acısı sessizce büyür. İçinde yankılanan çığlık, dışarı çıkamadıkça derinleşir, kök salar. Kalbin kıyısında biriken hüzün, zamanla bir taş gibi ağırlaşır. O taş, ne konuşur ne kırılır; sadece taşır. Ve insan, bu yükle yürürken, kendini değil, kendine biçilen rolü taşır. Ağlamamak, bazen kendinden vazgeçmektir.

Oysa gözyaşı, insan olmanın en kadim dilidir. Bir baba, oğlunun ilk adımında ağladığında; bir adam, sevdiğini kaybettiğinde sustuğunda değil, ağladığında gerçek olur. Gözyaşı, bir teslimiyet değil, bir tanıklıktır. Hayatın karşısında eğilmek değil, onunla yüzleşmektir. Erkeklik, gözyaşını saklamakla değil, onu onurlandırmakla büyür.

Ve belki de en çok ağlaması gerekenler, en az ağlayanlardır. Çünkü onların gözyaşı, yalnızca bir duygunun değil, bir çağın, bir kalıbın, bir suskunluğun yüküdür. “Erkekler ağlamaz” sözü, bir zincirdir; ama her damla, o zinciri kıracak bir anahtardır. Ağlamak, insan olmaktır. Ve insan, ancak ağladığında tam olur.