5 Eylül 2014 Cuma

garip bir hüzün








Garip bir hüzün, ne doğrudan bir kaybın ne de belirli bir hatıranın izini taşır; o, varoluşun kıyısında bekleyen isimsiz bir sızı gibidir. Bu hüzün, tanımlanamaz çünkü bir nesneye, bir kişiye ya da bir zamana ait değildir. Sanki insanın içine doğmuş, onunla birlikte büyümüş ve zamanla kimliğinin bir parçası hâline gelmiştir. Bu yüzden garip bir hüzün, yalnızca duygusal bir hâl değil, aynı zamanda ontolojik bir sorudur: “Ben neden böyleyim?” sorusunun cevapsız yankısıdır.

Bu tür bir hüzün, gündelik yaşamın sıradanlığı içinde ansızın belirir. Bir sokak lambasının titrek ışığında, bir yabancının yüzünde, bir cümledeki eksik kelimede kendini gösterir. İnsan, bu hüznü kovalamaz; çünkü onunla mücadele etmek, kendini inkâr etmek gibidir. Garip hüzün, insanın içsel boşluklarını doldurmaz; aksine, o boşlukların varlığını hatırlatır. Ve bu hatırlayış, bir acıdan çok, bir farkındalık hâlidir—sessiz, derin, kaçınılmaz.

Garip olan, bu hüznün insana zarar vermemesi; hatta zamanla bir sığınak hâline gelmesidir. Çünkü bu hüzün, insanı yüzeyden derine çeker; onu düşünmeye, sorgulamaya, yazmaya ve susmaya iter. Belki de en sahici metinler, en içten dualar, en gerçek bakışlar bu hüznün içinden çıkar. Garip hüzün, insanı kırmaz ama onu inceltir; sertliğini alır, onu daha geçirgen, daha duyarlı bir varlığa dönüştürür. Bu yüzden, bu hüzün bir yük değil, bir armağandır—acıyla paketlenmiş bir bilgelik.

Garip bir hüzün, insanın kendine en yakın olduğu andır. Neşenin gürültüsünden, öfkenin keskinliğinden arınmış bir sessizliktir bu. Ve o sessizlikte, insan kendiyle baş başa kalır; geçmişin yankılarıyla, geleceğin belirsizliğiyle ve şimdinin çıplaklığıyla. Bu hüzün, bir eksiklik değil, bir derinliktir. Ve insan, bu derinlikte kaybolmaz; aksine, kendini bulur—garipliğin içinde tanıdık bir yüz gibi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder