30 Eylül 2025 Salı

köyde zamanın sessizliği

Köy yaşantısı, zamanın endüstriyel çarklardan azade aktığı, doğanın ritmiyle insanın nabzının eşleştiği bir varoluş biçimidir. Burada hayat, takvimle değil mevsimle ölçülür; sabahın serinliğiyle uyanan beden, toprağın çağrısına kulak verir. Betonun gürültüsünden uzak, rüzgârın sesiyle konuşan bu yaşam biçimi, insanın doğayla kurduğu kadim ilişkiyi yeniden hatırlatır. Her gün, bir ritüel; her iş, bir anlam taşır. Çünkü köyde zaman, yalnızca geçmez—işlenir, yaşanır, hissedilir.

Toprak, köyün kutsalıdır. Sürülmeden önce sessiz, ekildikten sonra umut doludur. İnsan, burada üretici değil; doğanın ortağıdır. Bir tohumun toprağa düşüşü, yalnızca bir tarımsal eylem değil; bir inanç, bir teslimiyettir. Yağmurun gelişiyle sevinç, kuraklıkla hüzün yaşanır. Bu duygular, kentteki soyut melankoliden farklıdır; köyde hüzün bile somuttur—çatlamış toprakta, suskun ağaçta, boş harmanda görünür. Ve insan, bu somutlukta kendi kırılganlığını tanır.

Köy yaşantısında sessizlik, yalnızlık değil; derinliktir. Geceleri yıldızlar, şehir ışıklarının gölgelediği gökyüzünü yeniden görünür kılar. Bir horoz sesi, bir sabahın habercisi değil; zamanın döngüsünün işaretidir. Komşuluk, yalnızca sosyal bir bağ değil; varoluşsal bir dayanışmadır. Paylaşılan ekmek, bölüşülen su, birlikte kaldırılan yük; bunlar, insanın insana olan güvenini yeniden kurar. Köyde birey, toplumun içinde erimez; onunla bütünleşir.

köy yaşantısı beraberinde birçok şey de getirmektedir. köy demek sadece organiklik, doğallık demek değildir. sabahın beşinde kalkıp da koyunları, kuzuları, keçileri otlatmaya çıkarmak da demektir. köy yaşantısı yeri geldiğinde yazında sürüyle sabahlamak demektir. köy yaşantısı sabahın buz gibi ayazında sobanın kovasını değiştirmek için dışarıya çıkabilmek de demektir. yani bazı şeyler öyle kabuğundan görüldüğü gibi olmayabilir. uzaktan bakarak bir şeyleri tam manasıyla anlamak güç olabilir. tek bir yönüyle değerlendirilen şeyler de tam bir sonuç vermez. tıpkı köy yaşantısı gibi, ele aldığınız bir olguyu çok yönlü değerlendirmelerle gerçek bir zemine oturtabilirsiniz.

Sonuçta köy yaşantısı, modernitenin unutturduğu bir hafızadır. Teknolojinin hızına karşı, doğanın sabrını koyar. Her gün, bir öğrenme; her mevsim, bir sınavdır. Ve insan, bu sınavlarda yalnızca bilgi değil; bilgelik kazanır. Çünkü köy, yalnızca bir mekân değil; bir düşünce biçimidir. Ve bu düşünce, toprağın altında saklı olanı, gökyüzünde görünmeyeni, insanın içinde suskun olanı dile getirir.

29 Eylül 2025 Pazartesi

şiirin ontolojik yankısı

Şiir; ruh kıpırtılarının, içe dönük bir yaratılışın duygularını ham madde olarak kullanmasıyla meydana getirdiği bir söz sanatıdır. 

Şiir, insan ruhunun en derin kıvrımlarında yankılanan bir iç sesin, kelimeler aracılığıyla dışa vurumudur. Bu sanat, yalnızca anlamın değil, biçimin de estetikle yoğrulduğu bir yaratım sürecidir. Şair, varoluşun sancılarını, zamanın tortularını ve duyguların en ham halini bir potada eriterek, sözcükleri birer simgeye dönüştürür. Her dize, bir iç hesaplaşmanın, bir sezginin veya bir metafizik arayışın izini taşır; şiir bu yönüyle, düşüncenin ve duygunun sınırlarını zorlayan bir edebi ritüeldir.

Şiirsel yaratım, salt bir anlatım biçimi değil, aynı zamanda bir varlık biçimidir. Şair, kelimeleri seçerken yalnızca anlamı değil, sesin titreşimini, ritmin yankısını ve imgenin çağrışım gücünü de gözetir. Bu titizlik, şiiri gündelik dilin ötesine taşır; onu bir düşünce mimarisi, bir duyuş haritası kılar. Her kelime, bir evrenin kapısını aralar; her metafor, bilinçaltının karanlık dehlizlerinde bir ışık huzmesi gibidir. Şiir, bu bağlamda, insanın kendini tanıma çabasının en rafine biçimlerinden biridir.

Şiirsel dil, sıradan anlatımın ötesine geçerek, anlamın çok katmanlı yapısını ortaya koyar. Bir dizede hem tarih hem mitoloji, hem bireysel acı hem kolektif hafıza iç içe geçebilir. Şair, bu yoğunluğu taşıyabilmek için yalnızca dilin değil, kültürün, felsefenin ve estetiğin de yükünü omuzlar. Şiir, bu nedenle, yalnızca duyguların değil, düşüncenin de bir ürünü olarak varlık kazanır. Onun entelektüel boyutu, okuyucuyu pasif bir izleyici olmaktan çıkarıp, metnin içinde aktif bir yorumcuya dönüştürür.

Şiir, insanın evrenle kurduğu en mahrem diyalogdur. Bu diyalogda kelimeler, yalnızca araç değil, aynı zamanda özneye dönüşür. Şair, bu özneleşmiş kelimeler aracılığıyla varoluşun anlamını sorgular, zamanın ve mekanın ötesine geçer. Şiir, bu yönüyle, hem bir içsel yolculuk hem de bir estetik başkaldırıdır. Ruhun kıpırtıları, bu başkaldırının ilk kıvılcımıdır; ve her şiir, bu kıvılcımın bir yankısı olarak, insanın kendine ve dünyaya dair en derin sorularını dile getirir.

25 Eylül 2025 Perşembe

ilkbaharın çocukluğu, sonbaharın bilgeliği

İlkbahar'daki canlılığı ve sonbahar'daki hüznü seviyorum...

İlkbahar, varoluşun yeniden yazıldığı bir mevsimdir; toprak, uzun bir suskunluktan sonra kelimelere dökülür, çiçekler birer cümle gibi açar. Her tomurcuk, zamanın derinliklerinden gelen bir hatıradır; sanki doğa, unutulmuş bir şiiri yeniden hatırlamaktadır. Bu mevsimde hayat, kendini tekrar eden bir döngü değil, bilinçli bir başkaldırıdır. Rüzgârın dokunduğu her dal, varlığın kıyısında salınan bir düşünce gibi titreşir. İlkbahar, yalnızca doğanın değil, insanın da içindeki kıpırtının mevsimidir; ruhun, kendi karanlığından sıyrılıp ışığa yöneldiği bir içsel uyanıştır.

Oysa sonbahar, varlığın ağırbaşlı bir tefekküre büründüğü zamandır. Yapraklar, dallardan ayrılırken bir vedanın en zarif biçimini sergiler; her düşüş, bir kabulleniştir, bir teslimiyet. Bu mevsimde doğa, kendini geri çekerken insan da içe döner; dış dünyanın renkleri solarken iç dünyanın sesleri yükselir. Sonbahar, melankolinin değil, bilgelikle yoğrulmuş bir hüznün mevsimidir. Çünkü hüzün, yalnızca eksiklik değil, aynı zamanda derin bir farkındalıktır; varlığın geçiciliğini kavramış olmanın ağır ama asil bir yüküdür.

İlkbahar ile sonbahar arasında salınan bu duygusal sarkaç, insanın varoluşsal ritmini yansıtır. Canlılık ve hüzün, birbirini dışlamaz; aksine, biri diğerinin anlamını derinleştirir. İlkbahar, umudu doğurur; ama bu umut, sonbaharın öğrettiği geçicilikle yoğrulmadıkça naif kalır. Sonbahar ise kaybı öğretir; ama bu kayıp, ilkbaharın sunduğu yeniden doğuş ihtimaliyle anlam kazanır. Mevsimler, insan ruhunun metaforlarıdır; her biri, içsel bir halin dışavurumudur.

Ve belki de bu yüzden, ilkbaharın coşkusunu severken sonbaharın hüznüne de gönül veririz. Çünkü ikisi de bize kendimizi hatırlatır: doğan, büyüyen, solan ve yeniden doğan bir varlık olduğumuzu. İlkbaharda içimizdeki çocuk uyanır; sonbaharda ise yaşlı bir bilge gibi susarız. Bu iki mevsim arasında salınan duygular, yaşamın şiirsel bir özeti gibidir. Ve biz, bu şiirin hem neşeli hem hüzünlü dizelerinde kendimize dair bir şeyler buluruz.

23 Eylül 2025 Salı

enfes kavrulmuş sarımsak

Serbest radikallerin baş düşmanı, bağışıklık sisteminin güçlü kalesi sarımsağa hak ettiği değeri vermenin zamanı geldi! Hastalıklarla mücadelede beslenmenin ne denli önemli olduğunu biliyorsunuz. Bu anlamda sarımsak doğal antibiyotik etkisiyle bizler için bulunmaz bir besin kaynağı.

İçerdiği etkili antioksidanlarla tüm besinlerden daha güçlü olan sarımsak, farklı yöntemlerle hazırlandığında kokusunu unutturabiliyor. Kavrulmuş sarımsak da bu lezzetli ve pratik tariflerden biri. Kavrulmuş sarımsağı ister tek başına, ister makarna, çorba veya sotenin yanında servis edebilirsiniz. İşte sarımsak sevmeyenlerin bile bir şans vermesi gereken enfes kavrulmuş sarımsak tarifi.

Malzemeler


  • İsteğe göre 2-3 baş sarımsak (büyük ve olgun seçim daha lezzetli olacaktır)
  • 1 yemek kaşığı sızma zeytinyağı
  • Tuz ve karabiber
  • Dilerseniz bir tutam fesleğen ya da kekik

Hazırlanışı


Öncelikle fırınınızı 400°C’de ısıtın. Kavrulmuş sarımsak için mini fırınlar dahi işinizi görecektir. Sarımsakların dış kabuklarını incecik olana kadar soyun. Fakat sarımsak dişlerini birlikte tutacak zar gibi bir katman bırakmayı ihmal etmeyin. Sarımsakların baş kısmını tırtıklı bir bıçakla kesin. Sarımsak dişleri buradan düzgün bir şekilde görünmelidir. 1 yemek kaşığı zeytinyağını hazırladığınız sarımsakların üzerinde gezdirin. Sarımsağı hafifçe sallayarak zeytinyağının yayılmasını sağlayın. Daha sonra sarımsakları alüminyum folyoya sarın. Dilerseniz sarımsakları muffin kabına da oturtabilirsiniz. Bu şekilde 30-35 dakika pişen sarımsakları dikkatle çıkarıp biraz soğumaya bırakın. Alüminyum folyoyu açarak kavrulmuş sarımsakların dış zarını çıkarın. Sonra biraz tuz, karabiber ve fesleğen ekleyin. Dilerseniz krema kıvamındaki kavrulmuş sarımsağı kızarttığınız ekmeğe sürerek de tadını çıkarabilirsiniz. Bu sağlıklı sıcak lezzete bayılacaksınız!

 

Kavrulmuş sarımsağın kokusu, zamanın kendisiyle yarışan bir bilgelik taşır. Her diş, toprağın bağrından kopup gelen bir hikâyeyi fısıldar; ateşle buluştuğunda ise bu hikâye, bir ağıt olmaktan çıkar, bir methiyeye dönüşür. Sarımsağın içsel dönüşümü, insanın ruhsal tekâmülüne benzer: hamken keskin ve savunmacı, pişince yumuşak ve bağışlayıcı. Kavrulma süreci, bir nevi içsel arınmadır; dış kabuğun sertliğinden sıyrılıp özün tatlılığına ulaşmak, ancak ateşin sabırlı kucağında mümkündür.

Bu mütevazı bitki, mutfağın en kadim filozofudur belki de. Kavrulmuş hâliyle, yalnızca damakta değil, zihinde de iz bırakır. Onun karamelize olmuş dokusu, geçmişin izlerini taşır; her lokmada, antik sofraların yankısı duyulur. Sarımsak, insanlık tarihinin sessiz tanığıdır: savaşların, barışların, aşkların ve ihanetlerin arasında hep oradadır. Kavrulmuş hâliyle ise, bu tanıklığı bir bilgelik kürsüsüne taşır; artık sadece bir baharat değil, bir anlatıcıdır.

Kavrulmuş sarımsağın edebi karşılığı, belki de bir Melville cümlesinde gizlidir: derin, yoğun ve zamana direnen. Onun varlığı, bir metnin alt metni gibidir; doğrudan söylenmeyen ama hissedilen, satır aralarında dolaşan bir anlam. Sarımsak, kavruldukça metafora dönüşür; insanın içsel karanlığında yanan bir ışık gibi, hem aydınlatır hem de gölgeyi hatırlatır. Bu yüzden onun kokusu, yalnızca iştah değil, hafıza da uyandırır.

Ve nihayet, kavrulmuş sarımsak bir öğün değil, bir ritüeldir. Onun hazırlanışı, sabırla örülmüş bir şiir gibidir; her hareket, bir dize, her çıtırtı, bir vezin. Sofraya konduğunda ise, yalnızca beden değil, ruh da beslenir. Çünkü sarımsak, kavrulmuş hâliyle, insanın en derin arzularına hitap eder: anlaşılmak, yumuşamak, dönüşmek. Ateşin diliyle konuşan bu kadim diş, bize şunu fısıldar: gerçek tat, zamanla gelir.

22 Eylül 2025 Pazartesi

italya'da yemek pişiren ne kadar insan varsa, eminim o kadar da baccala tarifi vardır.

İtalya'da yemek pişiren ne kadar insan varsa, eminim o kadar da baccala tarifi vardır. Baccala kurutulmuş morina balığı, cod fish veya stock fish dedikleri. Balıklar Norveç'te yakalandıktan sonra parçalanarak tuzla varillere basılınca adı baccala oluyor. Tuzlanıp açık havada kurutularak tüketime sunulmasına da stoccafisso deniyor. Bu Norveçli balığın İtalya'da çizmenin burnu ile ne ilişkisi olabilir peki? Hatta dünyada yenen en lezzetli stoccafisso'nun Cittanova'da işleniyor olması nedendir? Pek mantıklı gibi gelmeyen işin özü şu: Stock fish, yani İtalyanların dilinde stoccafisso, ancak Cittanova'nın Zomaro dağlarından akan su (aqua di Zomaro) ile ıslandığında gerçek lezzetini buluyor. Tuzlanmış veya kurutulmuş balıklar en az iki gün, sık sık değiştirilen bu suyun içinde tutulduktan sonra çiğ veya pişmiş olarak yenebiliyor.

İtalya’da bir mutfağa girildiğinde, yalnızca yemek değil, bir hayat biçimi pişer ocakta. Baccalà—yani tuzlu morina balığı—bu hayatın en kadim tanıklarından biridir. Her evde farklı bir hikâyeyle yoğrulur; kiminde bir annenin sabrı, kiminde bir büyükbabanın Norveç’ten getirdiği anılar vardır. Aynı balık, aynı tuz, aynı zeytinyağı… ama her tarif, bir başka ruha aittir. Çünkü İtalya’da yemek, yalnızca damakla değil, kalple yapılır.

Baccalà, zamanın içinden süzülerek gelen bir lezzettir. Vicenza’nın taş sokaklarında yavaş yavaş pişerken, Napoli’de bir telaşla kavrulur; Sicilya’da güneşle kurutulmuşken, Toskana’da yağmurun ritmiyle dinlenir. Her bölge, kendi iklimini, kendi duygusunu katar bu yemeğe. Ve her aşçı, kendi geçmişini. Tarifler değişir, ama öz aynı kalır: sabır, sadelik ve sevgi. Çünkü baccalà, bir balıktan fazlasıdır; bir kültürün tuzla mühürlenmiş hafızasıdır.

Bir tabakta sunulan baccalà, aslında bir anlatıdır. Soğanın karamelize olmuş hüznü, sütün yumuşak tesellisi, beyaz şarabın buruk neşesi… Hepsi bir araya gelir ve bir ömrü anlatır. Her lokma, bir mevsimi, bir ayrılığı, bir kavuşmayı taşır. İtalya’da bu yemeği pişiren herkes, kendi iç sesini katar tarife. Ve bu yüzden, baccalà’nın tek bir tarifi yoktur; her tarif, bir insanın iç dünyasının yansımasıdır.

İşte bu yüzden, ne kadar İtalyan varsa, o kadar baccalà tarifi vardır. Her biri kendine özgü, her biri eşsiz. Çünkü yemek, burada bir ritüeldir; geçmişle geleceği aynı tencerede buluşturmanın sanatıdır. Ve baccalà, bu sanatın en sessiz ama en derin temsilcisidir. Tuzla başlayan, sabırla pişen, sevgiyle sunulan bir öyküdür. İtalya’da yemek pişiren her el, bu öyküyü yeniden yazar.

21 Eylül 2025 Pazar

Bir Günün Hafızası

21 Eylül, takvim yapraklarında sıradan bir tarih gibi görünse de, zamanın iç kıvrımlarında saklı bir eşiktir. Ne yazın tam ortasında ne sonbaharın derinliğinde; bir geçiştir, bir ara duraktır. Güneş hâlâ sıcaklığını sürdürürken, rüzgâr artık başka bir dil konuşmaya başlar. Bu gün, doğanın hafifçe eğildiği, insanın iç sesini daha net duyabildiği bir andır. Çünkü 21 Eylül, mevsimlerin değil, ruh hâllerinin değiştiği bir sınır çizgisidir.

Bu tarih, geçmişin yankısını taşıyan bir sessizlikle gelir. Yazın telaşı geride kalmış, sonbaharın hüznü henüz tam anlamıyla çökmemiştir. İnsan, bu arada kalmışlıkta kendini bulur. Hatıralar, birer gölge gibi uzanır günün içine; ne tamamen silinir ne de tam anlamıyla belirginleşir. 21 Eylül, düşüncenin derinleştiği, duyguların inceldiği bir gündür. Ve bu incelik, insanı kendi iç mevsimine çağırır—bir sorguya, bir kabule, belki de bir vedaya.

Doğa, bu günde başka türlü susar. Ağaçlar, yapraklarını dökmeye hazırlanırken, gökyüzü bir geçişin rengini taşır. Ne mavidir ne gri; bir arada, bir geçici. İnsan da bu geçicilikte kendi kalıcılığını arar. 21 Eylül, zamanın durmadığı ama yavaşladığı bir andır. Ve bu yavaşlık, insanın içindeki sesleri duyabilmesi için bir fırsattır. Belki bir mektup yazılır bugün, belki bir karar alınır, belki de yalnızca bir iç çekişle geçilir.

Sonunda anlaşılır ki, 21 Eylül yalnızca bir gün değil; bir hâl, bir eşik, bir iç geçiştir. Takvimdeki yerinden çok, ruhtaki yeridir kıymetli olan. Çünkü bu gün, ne başlangıç ne son; bir ara duraktır. Ve insan, en çok bu duraklarda kendine yaklaşır. 21 Eylül, zamanın fısıldadığı bir şiirdir—duymak isteyen için, hatırlamak isteyen için, yeniden başlamak isteyen için.