Yağmur yağıyordu. İncecik, kesik
kesik bir yağmur… Tıpkı ömrümüz gibi… Tıpkı sevgin gibi, içimi önce ısıtıp
sonra beni yalnızlığın ve sahipsizliğin soğuk sularına, İstanbul’un
sensizlikten kararmış, öksüz ve özlem dolu sokaklarına bırakan… Tıpkı senin
gibi, ömrün gibiydi yağmur… Kesik kesik…
Gecenin
huzurunu "beyaz örtü"süyle sardı yağmur bulutları. İstanbul yağmuru;
gri ve güzel; sen ve ben gibi.
İstanbul
İstanbul! Sen ne başkasın hayatımda! Gecemi gece, günümü gün eden kokun değil
mi; gecenin ışığı değil mi yaşamımı yaşanır kılan?..
Yağmur
kokunla güzelsin İstanbul….
Yağmurun ilk damlası toprağa değil, şehre düşer İstanbul’da. Kaldırımların gri yüzü, buğulu vitrinler, paslı vapur iskeleleri... Hepsi birden, yağmurun kokusuyla uyanır. Bu koku, ne yalnızca ıslak taşların ne de denizle karışan rüzgârın eseridir; bu, İstanbul’un iç çekişidir. Her yağmurda biraz daha kendine döner şehir, biraz daha içine kapanır, biraz daha güzelleşir.
Yağmur, İstanbul’un en eski şarkısıdır. Camlara vuran her damla, geçmişin bir hecesini taşır. Galata’nın taş sokaklarında yankılanan ayak sesleri, Üsküdar’da unutulmuş bir mendilin hikâyesi, Kadıköy’de bir çay bardağının buğusu... Hepsi bu kokuda toplanır. Yağmur, İstanbul’un hafızasını yıkar ama silmez; sadece yeniden yazmak için ıslatır.
Bu şehir, yağmurla konuşur. Gökyüzüyle kurduğu bu gizli dilde, ne kelimeler vardır ne cümleler; sadece kokuların taşıdığı anlamlar. Yağmur yağdığında İstanbul susar, ama bu suskunluk bir çöküş değil, bir içsel yükseliştir. İnsan, bu sessizlikte yürürken, şehrin damarlarında dolaşır gibi hisseder kendini. Her adımda biraz daha İstanbul olur, biraz daha yağmur.
Ve nihayet, İstanbul yağmurla güzelleşmez; zaten güzeldir, ama yağmurla kendini hatırlar. O koku, şehrin unuttuğu aynasıdır. Yağmur, İstanbul’un yüzünü siler, gözlerini aralar, kalbini açar. Bu şehir, yağmurla değil; yağmurun kokusuyla güzeldir. Çünkü o koku, ne gökten ne yerden gelir—İstanbul’un ta kendisinden doğar.
Yağmur, İstanbul’un en eski şarkısıdır. Camlara vuran her damla, geçmişin bir hecesini taşır. Galata’nın taş sokaklarında yankılanan ayak sesleri, Üsküdar’da unutulmuş bir mendilin hikâyesi, Kadıköy’de bir çay bardağının buğusu... Hepsi bu kokuda toplanır. Yağmur, İstanbul’un hafızasını yıkar ama silmez; sadece yeniden yazmak için ıslatır.
Bu şehir, yağmurla konuşur. Gökyüzüyle kurduğu bu gizli dilde, ne kelimeler vardır ne cümleler; sadece kokuların taşıdığı anlamlar. Yağmur yağdığında İstanbul susar, ama bu suskunluk bir çöküş değil, bir içsel yükseliştir. İnsan, bu sessizlikte yürürken, şehrin damarlarında dolaşır gibi hisseder kendini. Her adımda biraz daha İstanbul olur, biraz daha yağmur.
Ve nihayet, İstanbul yağmurla güzelleşmez; zaten güzeldir, ama yağmurla kendini hatırlar. O koku, şehrin unuttuğu aynasıdır. Yağmur, İstanbul’un yüzünü siler, gözlerini aralar, kalbini açar. Bu şehir, yağmurla değil; yağmurun kokusuyla güzeldir. Çünkü o koku, ne gökten ne yerden gelir—İstanbul’un ta kendisinden doğar.


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder