25 Şubat 2013 Pazartesi

Edward Hopper



Edward Hopper (22 Temmuz 1882 – 15 Mayıs 1967), ABD'li ressam ve grafiker. Genellikle yağlı boya tabloları ile popüler olsa da suluboya ve gravür konusunda da en az yağlı boya resimlerde olduğu kadar uzmandı.
Nyack, New York'un yukarı kısmında doğan Hopper, başarılı bir manifaturacının oğluydu. New York Sanat ve Tasarım Enstitüsü'nde resim eğitimi aldı. Eğitmenlerinden biri olan ressam Robert Henri, öğrencisini, yaptığı sanatla dünyada bir heyecan oluşturma konusunda teşvik etti. Hopper üzerinde çok büyük bir etkisi olan Henri, öğrencilerini kentsel hayata dair gerçekçi resimler çizmeleri konusunda destekliyordu. Daha sonraları önemli ressamlar haline gelen Henri'nin öğrencileri, Amerikan Sanatı'nda "Ashcan School" (Ashcan Okulu) olarak anıldılar. Hopper da Henri'nin altında beş sene çalıştı.
Resmi eğitimini tamamladıktan sonra, Avrupa'ya Paris merkezli üç ziyarette bulundu. Bu ziyaretlerin amacı, orada ortaya çıkan yeni sanat olayları üzerine çalışmaktı. Fakat kübist hareketi taklit eden pek çok çağdaşının aksine, idealizmden ve gerçekçi ressamların çalışmalarından etkilendi. Erken dönem çalışmalarına bakıldığında, gerçekçilerin renk ve şekle yaptıkları vurgunun benzerlerine rastlanabilir. New England'ın başlıca temaları olan deniz manzarası ve gemilerden uzak duran Hopper, artık moda olmamasına rağmen Viktoryen mimariye büyük ilgi duyuyordu. Boston Güzel Sanatlar Müzesi küratörü Carol Troyen ressam hakkında "Ufak kuleli ya da kuleli, verandalı, mansart çatılı, harika gölgelerle süslenmiş evlerden çok hoşlanıyordu. Her zaman, çizmeyi en çok sevdiği şeyin bir eve vuran güneş olduğunu söylerdi." dedi.

Uzun yıllar boyunca ticari bir ressam olarak çalışan Hopper, resim konusunda istediği başarıya ulaşamamıştı. Turistlere ufak tefek baskılar ve suluboyalar satan ressam, galeri sahipleri ya da küratörlerin ilgisini çekemediği için önemli yayınlarda kendisini gösteremiyordu.
Troyen'e göre, Hopper'ın ilk ilgi çeken çalışması 1923 yılında çizdiği The Mansard Roof adlı eseriydi. Ressam bu resmi Gloucester'da geçirdiği ilkyazında çizmişti. Sanat okulundan sınıf arkadaşı olan Josephine Nivison Hopper (daha sonra karısı olacaktı), diğer birkaç resmiyle birlikte bu resmini Brooklyn Müzesi'nin senelik suluboya sergisine sokmasını tavsiye etti. The Mansard Roof, müze tarafından 100 dolara satın alınarak kalıcı koleksiyonlarına eklendi.
1924 yılında ressam, Josephine 'Jo' Nivison ile evlendi. Sürekli tartışan çift şiddetli bir ilişki yaşadılar. Hopper, takıntıları olan kıskanç bir adamdı ve karısının kedileri Arthur'a gösterdiği ilgiden bile rahatsız oluyordu. Jo, hem ev işleri ile ilgilenirken hem de kocasına modellik yaptı. Her ne kadar kendini bu ilişkide sıkışmış hissetse de her zaman eşine ve onun eserlerine karşı hayranlık ve saygı duydu. Ressamın en büyük destekçisi oldu.
Hopper, 1925'te, sanatsal olgunluğunu işaret eden House by the Railroad isimli resmini çizdi. Bu resim aynı zamanda, sanatçının boş kent ve kır manzaralarında sert çizgiler ve geniş şekiller kullandığı, olağandışı ışıklandırmalar ile konu ettiği objelerin yalnız havalarını vurguladığı serisinin başlangıcı oldu. Ressam, çoğunlukla Amerikan yaşamının ortak özelliklerini kendine konu edindi. Bunlar arasında benzin istasyonları, oteller, demiryolları, boş sokaklar ve onların sakin havası sayılabilir.
Hopper, yaşlılık günlerinde de resim yapmaya devam etti. Bu sırada hayatını New York ve Massachusetts arasında geçiriyordu. 1967 yılında, New York'ta Washington Square Park'a çok yakın olan atölyesinde vefat etti. Karısı, Josephine Nivison ise ondan on ay sonra vefat etti. Vefatından önce ise ressamın çalışmalarını Whitney Museum of American Art'a bağışladı. Hopper'ın diğer önemli resimleri ise New York'ta Modern Sanat Müzesi, The Des Moines Art Center ve Chicago Sanat Enstitüsündedir.
Hopper'ın çalışmaları ulaşılabilir olmasına rağmen, ticari illüstrasyonları resim yapmak için terk ettiği için, çoğunlukla yabancılaşmış görünür. 

 Hopper'ın resimlerinde, sıklıkla insan figürleri veya izole edilmiş binalarla birlikte genellikle boş, sessiz ve içe dönük sahneler görülür. Mekânların atmosferi ve ışıklandırması, resimlerine duygusal bir derinlik katar. Sanatçının eserleri, yalnızlık, yabancılaşma ve zamanın geçişini yansıtan bir hava taşır. Gelin, Hopper’ın sanat tarzını ve tablolarını yakından inceleyelim.

 

Edward Hopper'ın Sanat Tarzı ve Etkileri

Ressamın sanat tarzı gerçekçilikle ilişkilendirilir ancak özgün bir yorum ve atmosferik bir dokunuşla kendine özgü bir tarz geliştirmiştir. Detaylara dikkatlice odaklanarak nesneleri, mekânları ve figürleri detaylı bir şekilde betimler. Binaların mimarisi, sokakların atmosferi ve objelerin gerçekçi bir şekilde yansıtılması, ressamın tablolarında dikkat çeken unsurlardır.

Sanatçının resimlerinde ışık ve gölge oyunları da önemli bir yer tutar. İyi düşünülmüş ışıklandırma, sahnelerine dramatik bir etki katar ve duygusal bir atmosfer yaratır. Sanatçı, özellikle iç mekânlarda ışığın pencereden içeri sızması veya sokak lambalarının yarattığı ışıkla oynamayı seven bir sanatçı olarak sanat dünyasında yer edinmiştir.

İnsanların birbirlerinden uzaklaştığı, iletişimsizlik ve içe dönüklük hissi, ressamın tablolarında sıkça görülen duygusal bir ögedir. Aynı zamanda sanatçının resimleri, sinematik bir yaklaşımla çekilen sahneleri anımsatır. Kompozisyonları, çerçeveye sığmayan bir hikâye anlatma potansiyeline sahiptir. Sanatçı, sahneleri kurgusal bir anlam taşıyan keskin bir kadrajla yakalar ve zamanın geçişini ima eden sahneyi bir an için dondurur.

Edward Hopper'ın sanatı, birçok çağdaş sanatçıya ilham vermiş ve popüler kültüre geniş bir etki yapmıştır. Eserleri; yalnızlık, izolasyon, kent yaşamının yüzey altında kalmış gerçekliği ve insan psikolojisi gibi evrensel temaları işler. Sanatçının atmosferik yaklaşımı, özgün tarzı ve derin duygusal etkisi, onu Amerikan sanatının önde gelen isimlerinden biri haline getirmiştir.

Edward Hopper, Amerikan gerçekçi resim geleneğinin önemli bir figürüdür. Ressamın gerçekçi tarzı, sıradan yaşamın içindeki olağanüstü atmosferi ve duygusal derinliği yakalamasıyla birçok sanatçı üzerinde etkili olmuştur. Bu sebeple 20. yüzyılın Amerikan sanatındaki gerçekçilik akımının güçlenmesinde etkili olmuş ve bu akıma yeni bir estetik boyut katmıştır.

 

Edward Hopper'ın Ünlü Eserleri

Hopper’ın sanatının etkisi, ölümünden çok sonra bile popüler kültürdeki yerini korumaktadır. Filmlerde, müzik videolarında, edebiyatta ve reklamlarda Edward Hopper tablolarından sıkça referans alınır. Sanatı, yalnızlık temasıyla izleyicilerin duygusal bir bağ kurabileceği ve çağdaş yaşamın birçok yönünü yansıtan evrensel bir anlam taşır.

Gerçekçi tarzı, atmosferik dokusu ve insan psikolojisini yansıtan eserleri, sanat dünyasında geniş bir hayran kitlesi bulmuş ve birçok sanatçı üzerinde derin bir etki bırakmıştır. Bugün hâlâ etkisini sürdürmekte ve çağdaş sanatın önemli bir parçası olarak kabul edilmektedir. Ressamın en ünlü eserlerinden bazıları birlikte inceleyelim.

 

"Nighthawks": Geceye Dair Bir Tablo

Edward Hopper'ın Nighthawks (Gece Kuşları) adlı eseri, sanatçının en ikonik ve tanınmış yapıtlarından biridir. 1942 yılında tamamlanan bu resim, büyükşehirde bir gece kulübünde geçen bir sahneyi tasvir eder.

Nighthawks (Gece Kuşları), tamamen iç mekânda yer alan dört figürün bir barda oturan portresini çizer. Bir tezgâh önünde oturan iki erkek ve onların yanında oturan tek bir kadın ile birlikte, dış dünyaya kapalı bir ortam yaratır. Hopper'ın karakteristik tarzında, birçok keskin çizgi ve geometrik formlar kullanılır. Kompozisyon, izleyiciyi sahneye dâhil ederken aynı zamanda onları figürlerle arasına bir mesafe koyar.

 

"Early Sunday Morning": Işık ve Gölgenin Büyüleyici Dansı

Ünlü Hopper tabloları arasında yer alan Early Sunday Morning (Erken Pazar Sabahı) adlı eseri, sanatçının en tanınmış ve etkileyici yapıtlarından bir diğeri olarak karşımıza çıkar. 1930 yılında tamamlanan bu resim, erken saatlerde şehrin caddesinde oluşan sessizliğin yansımasıdır. Early Sunday Morning, cadde üzerindeki bir dizi dükkânın cephe görünümünü içerir. Bir dizi dükkân tabelası ve vitrinler, cadde boyunca sıralanır. Sanatçı, keskin çizgiler ve geometrik formlar kullanarak caddenin mimarisini detaylı bir şekilde betimler. Kompozisyon, izleyiciyi sahneye dâhil eder ve bir sokak manzarasının içine yerleştirir.

Resim, sabahın erken saatlerindeki sakinliği ve sessizliği yansıtan bir atmosfere sahiptir. Cadde üzerindeki dükkânlar henüz açılmamıştır ve sokakta kimse yoktur. Işık, cadde üzerindeki binaların ve vitrinlerin camlarında yansır. Hopper, bu eserdeki ışık kullanımıyla, erken saatlerdeki sessiz ve huzurlu atmosferi vurgular. Yerleştirilen odaya ayrı bir atmosfer katacak olan bu ünlü tabloya sitemiz üzerinden kolayca ulaşabilir, uygun fiyatlı seçenekler arasından istediğiniz boyutta tercih yaparak evinize Hopper ruhunu taşıyabilirsiniz.

 

"Hotel Lobby": Yabancılaşmanın İz Düşümü

Edward Hopper'ın Hotel Lobby (Otel Lobisi) adlı tablosu, 1943 yılında tamamlanan ve sanatçının gerçekçilik ve iç mekânlara olan ilgisini yansıtan bir örnektir. Hotel Lobby (Otel Lobisi) tablosu, bir otelin geniş bir lobisini gösterir. Bu tablo Hopper’ın yalnızlık, yabancılaşma ve modern toplumun doğurduğu izolasyonu yansıtmadaki ustalığını sergiler.

Tabloda, lobide yalnız oturan birkaç insan görülmektedir. Her biri birbirinden uzakta ve kendi düşüncelerine dalmış gibi durmaktadır. Bu izole edilmişlik hissi, Sanatçının eserlerinin genel bir özelliğidir. Renk kullanımı da tablonun atmosferini ve duygusal etkisini arttırır. Hopper, genellikle soğuk renkler tercih eder ve bu tabloda da bunu yapar. Mavi ve yeşil tonları, odanın soğukluğunu ve dinginliğini vurgular. Işığın düşmesiyle oluşan gölgeler ve detaylı ışık oyunları, tabloya derinlik katar. Early Sunday Morning adlı ünlü esere kanvas tablo seçeneğiyle sitemizden ulaşabilir, istediğiniz çerçeve ve boyutta düzenleyerek ev dekorasyonunda yeni bir renge kavuşabilirsiniz.

 

"New York Movie": Sinema ve Gerçeklik Arasında

Edward Hopper'ın New York Movie adlı tablosu, sanatçının 1939 yılında tamamladığı ikonik eserlerinden biridir. Bu tablo, ressamın modern şehir yaşamını ve insanların iç dünyalarını yansıtan tarzının bir örneğidir.

New York Movie, bir sinema salonunun iç mekânını gösterir. Tabloda, sinema salonunda çalışan bir kadın, boş koltuklar ve koridorlar arasında durmaktadır. Hopper, kadının yorgunlukla beraber büründüğü sıkıntılı ruh hâlini duruşu ve yüzü üzerinden büyük bir beceri ile yansıtır. Salonun ışığı, kadının figürünü vurgularken, geri planda kalan bölümler karanlıkta kalır. Hopper, tabloda detaylı bir şekilde sinema salonunun içini tasvir ederken aynı zamanda bir hikâye atmosferi yaratmayı başarır. İzleyici, boş koltukların arasından geçen bir koridor ve uzakta görünen bir çıkış kapısıyla birlikte, salonun derinlik hissini ve sessizliğini hissedebilir.

Renkler, onun tarzının önemli bir özelliğidir. New York Movie tablosunda, sıcak ve soğuk renklerin kontrastı dikkat çeker. Kadının sarı elbisesi, geniş bir alana yayılan turuncu koltuklar ve kırmızı perdeler, tabloya canlılık ve enerji katar. Ancak genel atmosferde hala yalnızlık teması hakimdir ve hüzünlü, sessiz bir hava resmi doldurmaktadır. 

 Edward Hopper (1882–1967), Amerikan gerçekçiliğinin en güçlü ve en sessiz anlatıcılarından biridir. Resimleri, yalnızlık, içe dönüklük ve modern yaşamın melankolisi üzerine kuruludur. Onun dünyasında insanlar konuşmaz; mekânlar anlatır, ışık susar, gölgeler düşünür.

🎨 Sanatının Özünü Oluşturan Temalar

- Yalnızlık ve İzolasyon: Hopper’ın en bilinen eserlerinden Nighthawks (1942), gece vakti bir lokantada oturan insanların arasındaki sessizliği resmeder. Bu sessizlik, yalnızca fiziksel değil, ruhsal bir mesafeyi de temsil eder⁽¹⁾.
- Işık ve Mimari: Işık onun tuvalinde bir karakter gibidir. Early Sunday Morning ve Office in a Small City gibi eserlerinde, ışığın mimariyle kurduğu ilişki, zamanın durduğu anları yakalar⁽¹⁾.
- Amerikan Manzarası: Hopper, hem şehir hem kırsal yaşamı resmetmiş; ama her iki dünyada da insanın yalnızlığına odaklanmıştır. Boş sokaklar, terk edilmiş evler, sessiz tren istasyonları onun anlatısının temelidir.

 

 

 

 

 

 


22 Şubat 2013 Cuma

Ece'nin Ütopyası



Eğer bir gün insanlık yeniden kurulacaksa, yeni bir hukuk inşa edilecek ise eğer, insanlığın yeni mevzuatında “kalbi cürümlere” de yer verilmeli mutlaka. Selamı alınmayınca kendini enayi gibi hisseden birinin dava açma hakkı olmalı. Söz verip de gelmeyenler, sevip de en olmayacak anda çekip gidenler, iş yerindeki entrikalar, dostluklarda yenen kazıklar; her birinin cezası olmalı mutlaka. Ezik hissettiğin anda tazminat hakkın doğmalı ezik hissettirenlere karşı.

Yeni insanlığın yeni okullarında gençlere rüzgârlı havalarda kibritle sigara yakma temrinleri yaptırılmalı. Eğer hala kadınlar ve erkekler için ayrı müfredatlar uygulanacaksa, oğlan çocuklarına kadınların kafa karışıklığından, kız çocuklarına da erkeklerin onları nasıl anlamayabileceğinden söz edilmeli. Müzik derslerinde, bazı şarkılardan, o şarkıların yarattığı aptal cesaretinden korunmayı, o cesaretle edilen yanlış telefonları etmemeyi öğretmeliler. İçince pişman olacağın şeyler yapmamayı, yapsan da ertesi gün pişman olmamayı uygulamalı derslerde ele almalı öğretmenler.

İşten nasıl kırılır onu anlatmalılar üniversitelerde. Öfkelendiğinde boğazında düğüm olan cümle nasıl söylenir, ağlama gelip de böğrüne oturduğunda sesin titremeden nasıl konuşulur, iş yerinde birine âşık olunursa durum çamurlaşmadan nasıl halledilir… Bu gibi işlere bakmalı yeni üniversiteler.

Master programları olmalı daha karmaşık konular için. “Bir adam en az acıtarak nasıl terk edilir?”, “Daha az sevdikçe daha çok seviyormuş gibi yapmak nasıl becerilir?”, “İnsan kendi var oluş enerjisini kaybettiğinde kendi gücüyle buluşmak için ne yapmalıdır?” , “Kalbin tamirinde nerelerden faydalanılabilir?” gibi başlıkları olmalı akademik tezlerin.

Kendilerini geliştirmeye meraklı olanlar, artık dil kurslarına, tenis kurslarına falan değil de başka türlü kurslara gitmeliler. Tartışma grupları kurulmalı, Rita Hayworth’ın o filmde “put the blame on mame” şarkısını söylerken neden aniden striptiz yapmaya başladığını tartışmalı insanlar. Böyle bir ruh halinin Can Yücel’in “Sidikli Kontes” şiiriyle ilgi olup olmadığını. Merlene Dietrich’in nasıl olup da diğer kadınlardan daha güzel görünebildiğini konuşmalı genç kadınlar; böylece belki güzel kadın olmaktan ziyade “atmosfer mimarı bir kadın” olmanın daha kıymetli olduğunu anlarlar. Humphrey Bogard’ın neden Casablanca’nın son sahnesinde Ingrid Bergman ile gitmediğini anlamalı insanlar ve bu kadar klas davranabilecek hale gelmek için ne yaralar kazındığını etine. Ya da “Vesikalık Yârim” filminde İzzet Günay ile Türkan Şoray’ın raflara beraber konserve dizdikleri sahnenin üzerine gidilmeli. Birbirinden çok başka iki insanın birbirlerine, beraber konserveler bozuluncaya kadar beraber yaşama sözü vermesinin ne dehşet verici bir cesaret gerektirdiğini anlamalı herkes.

Bugün bir yerde bir çocuk ölüm kalım savaşı verir gibi kesirleri ezberlemeye çalışıyor mutlaka. Onun korku dolu yüzünü, o yüzün yıllar sonra başına gelecekleri düşündükçe…
İnsanlık artık yeni çocuklar, yeni hukuklar yapmalı.

Ece Temelkuran- Milliyet Gazetesi “Kıyıdan” köşe yazılarından…

20 Şubat 2013 Çarşamba

5 kelimeyle İstanbul'u nasıl tanımlarsınız?"



Koca bir tarihi barındıran, aynı içindeki insanlar gibi yıpranmış, özensiz, yine de inatla her gece ışıl ışıl parlayan, kalabalık bir şehir. (Ahu Türkpençe)

24 saat yaşayan, canlı, kıpır kıpır, baştan çıkarıcı, dişi, tezatların kenti, dünyada yaşanacak üç yerden biri. (Ayşe Arman)

Kalabalık, ekletik, manyak enerjili, gergin, aynı zamanda vurdumduymaz, kaba, seksi ve pırıltılı. Sekiz oldu ama daha aza sığdıramadım. (Fem Güçlütürk)

Her an yaramazlık yapacak deli dolu bir prenses, dünyanın en güzel kadını, trafik, gizemli, romantik (Tülin Şahin)

Bin kocadan arta kalan bakire (Zeynep Casalini)

Karmaşık, amaçlı, kaotik, romantik, kaotik (Beçlim Erdoğan)

Çekici, muhteşem, sırlarla dolu, tempolu (Ebru Şallı)

Hiç durmadan yaşayan, büyülü, çarpıcı, biraz nazlı; ama dünyanın en güzel şehri. (Demet Kutluay)

Beş kelimenin değil, beş bin kelimenin anlatmaya yetmeyeceği şehir. (Deniz Seki)

Sürprizli, karamsar, misafirperver, cana yakın, karışık (Doğa Rutkay)

Cefakâr, han, yorgun, güçlü ve çok güzel. (Janset)

Renkli, canlı, şaşırtıcı, gizemli, büyüleyici. (Müge İldeniz Dalgıç)

Kontrast, naif, sofistike, karma, ekletik (Ece Sükan)

Doğu- batı, eski- yeni, temiz-kirli, renkli- kasvetli (Saadet Işıl Aksoy)

Vazgeçilmez, boğaz, karmaşık, huzur, huzursuzluk (Sema Şimşek)

Yeşil, mavi, gri, siyah, beyaz (Tan Sağtürk) 
 
 
 İstanbul: tezat, hafıza, sabır, gürültü, rüya. Bu beş kelime, bir şehrin değil, bir ruhun haritasıdır. Tezatla başlar her şey; Doğu ile Batı’nın, geçmiş ile geleceğin, sessizlik ile kaosun iç içe geçtiği bir dokudur İstanbul. Her sokak, bir çelişkinin izini taşır; her semt, bir başka zamanın yankısını. Bu şehirde yürümek, bir fikirle değil, bir çelişkiyle yürümektir. Ve bu çelişki, İstanbul’un en hakiki kimliğidir.

Hafıza, İstanbul’un en derin katmanıdır. Taşlar konuşur, duvarlar fısıldar, rüzgâr bile bir hikâye taşır. Ayasofya’nın gölgesinde susan bir ezan, Galata’nın taş merdivenlerinde unutulmuş bir ayak sesi… Her şey geçmişin bir yankısıdır. Bu şehir, hatırlamayı unutmayanların mekânıdır. Hafızası olmayanlar için İstanbul, yalnızca bir kalabalıktır; ama bilen için, bir metindir—katman katman açılan, her satırında bir başka anlam barındıran bir metin.

Sabır, İstanbul’da yaşamanın değil, İstanbul’u anlamanın anahtarıdır. Bu şehir, aceleye gelmez; kendini hemen vermez. Onu tanımak, bir ömür ister; sevmek ise bir teslimiyet. Trafiğiyle, kalabalığıyla, gürültüsüyle sınar insanı. Ama sabreden, onun içindeki sessizliği duyar. Çünkü İstanbul, gürültünün içinde sakladığı sükûnetle büyüler. Ve bu sükûnet, ancak sabırla kazanılır.

Gürültü ve rüya, İstanbul’un iki uç noktasıdır. Biri dış kabuğudur, diğeri iç özüdür. Gürültü, onun canlılığıdır; rüya ise onun şiiridir. Bu şehir, bir rüyayı gürültüyle anlatır. Ve insan, bu anlatının içinde kaybolur. İstanbul, ne tam uyanıktır ne tam uykuda; bir düş hâlinde yaşar. Bu yüzden, onu tanımlamak beş kelimeyle mümkündür belki; ama anlamak, bir ömürlük suskunluk ister.

19 Şubat 2013 Salı

altı çizilmiş satırlar



İnsan genellikle okuduğu anki ruh haline göre kendisine önemli gelen yerlerin altını çizdiğinden, ileride kitap tekrar okunurken görüldüğünde eski günlükleri okuyormuş gibi hissettiren davranış.
Özellikle Fransız hocalar tarafından inatla tavsiye edilen, hatta “altı çizilmeden okunmuş bir kitap kitap değildir”e kadar gider.
Kitaplarda çok beğenilen ya da gerekli görülen yerlerin çizilmesi gelecek zamanda kitaba şöyle bir göz atılmasıyla anımsanacağı ve hatta tekrar okunacağı için faydalıdır; aynı zamanda da kişinin o anki ruhsal durumunu da yansıtır.
Yaşanmışlıktır, sizden kalan izlerdir, sevdiğiniz, beğendiğiniz kısımların altını çizmektir.
Zaten bir kitabın eskimişliği, yanındaki o kitabın açılmış olma izi, içindeki ufak tefek notlar, altı çizili satırlar o kitabın değerine değer katar. Hatıralar ve emek sizdeki yerini arttırır.
Okunmuş bir kitabı kitaplıktan çekip sayfalarını karıştırmak eski fotoğraflara bakmak gibidir. Ama altı çizilmiş satırlara bakmak fotoğrafta kendine bakmaktır.
Ve son olarak;
“Kitaplarda kendimize rastladığımızı sandığımız yerlerin altını çizeriz.” Metin Üstündağ. 
 
 
Altı çizilmiş satırlar, bir metnin değil, bir zihnin haritasıdır. Okur, kalemin ucuyla yalnızca kelimeleri değil, kendi iç dünyasını da işaretler. Her çizgi, bir duraksamadır; bir anlamın, bir çağrışımın, bir sarsıntının izidir. Satırların altını çizen el, aslında kendini arar; çünkü metin, yalnızca yazılmış olan değil, hissedilmiş olandır. Ve hissedilen her şey, bir iz bırakır—tıpkı altı çizilmiş satırlar gibi.

Bu satırlar, bir okuma biçimi değil; bir düşünme biçimidir. Çünkü çizilen yer, metnin en güçlü cümlesi değil, okurun en kırılgan anıdır. Altı çizilen, çoğu zaman yazarın değil, okurun sesidir. O satırda durur zaman; o satırda yoğunlaşır anlam. Ve insan, o çizgide kendini bulur. Çünkü altı çizilmiş olan, unutulmak istenmeyen değil, unutulamayandır. Hafızanın en derin katmanıdır bu çizgiler.

Altı çizilmiş satırlar, bir metni kişiselleştirir; onu evrensel olmaktan çıkarır, bireysel kılar. Aynı kitap, farklı ellerde farklı izler taşır. Her çizgi, bir okuma anının tanığıdır; bir gece yarısı, bir tren yolculuğu, bir bekleyiş… Ve bu tanıklık, metni zamandan koparır. Artık o cümle, yalnızca yazılmış değil, yaşanmıştır. Altı çizilmiş satırlar, edebiyatın değil, hayatın altını çizer.

Ve nihayet, bu çizgiler bir sessiz diyaloğun izleridir. Yazarla okur arasında kurulmuş, kelimesiz bir bağdır. Altı çizilmiş her satır, bir iç sesin yankısıdır. Okur, o cümlede durur, düşünür, susar. Çünkü bazı satırlar konuşmaz; sadece dinlenir. Ve bu dinleyişte, insan kendine yaklaşır. Altı çizilmiş satırlar, metnin değil, insanın derinliğidir.