Hoştur bana senden gelen,
Ya gonca gül, yahut diken.
Ya hayattır, yahut kefen.
Nârın da hoş, nurun da hoş.
Nârın da hoş, nurun da hoş.
Kahrın da hoş lütfun da hoş...
Senden gelenin mahiyeti, biçimi ya da sonucu ne olursa olsun, kabul edişin en yüksek mertebesiyle karşılanması, insanın varoluşsal teslimiyetinin en derin tezahürüdür. Gonca gülün zarafetiyle dikenin keskinliği arasında fark gözetmeksizin aynı tevekkülle yaklaşmak, yalnızca bir duygusal olgunluk değil; metafizik bir kabulleniştir. Bu kabulleniş, insanın kendi iradesini aşkın bir kudrete teslim etmesiyle mümkündür. Çünkü burada hoşluk, nesnenin niteliğinde değil, gönderenin zatında aranır. Gül de diken de, hayat da kefen de, aynı kaynaktan geldiğinde, anlamını gönderenin iradesinden alır.
Bu tavır, pasif bir boyun eğiş değil; aktif bir bilinç hâlidir. Nârın yakıcılığı ile nurun aydınlığı arasında bir tercih değil, bir eşitlik kurmak, insanın acıyı ve sevinci aynı potada eritme kudretine işaret eder. Kahrın da hoş, lütfun da hoş diyebilmek, yalnızca sabır değil; derin bir aşkın ifadesidir. Bu aşk, dünyevî olanı aşan, ilahî olanla bütünleşen bir yönelmedir. Çünkü burada hoşluk, fayda merkezli değil; anlam merkezlidir. Her gelen, bir öğretidir; her yaşanan, bir tecelli. Ve insan, bu tecellileri ayıklamadan, ayrıştırmadan kabul ettiğinde, hakikatin eşiğine varır.
Bu yaklaşım, varoluşun trajik boyutunu inkâr etmeden, onu anlamlandırma çabasıdır. Hayatın çelişkili doğası—sevinçle kederin, varlıkla yokluğun, yakınlıkla uzaklığın iç içe geçmişliği—ancak bu tür bir teslimiyetle taşınabilir. Çünkü insan, anlamı kontrol etmekle değil, ona açık olmakla bulur. Senden gelenin hoşluğu, onun içeriğinde değil, onunla kurulan ilişkide saklıdır. Bu ilişki, bir kulluk hâli değil; bir bilinç hâlidir. Ve bu bilinç, insanı kendi sınırlarının ötesine taşır.
Son kertede, hoş olan, gelenin kendisi değil; onunla kurulan anlam ilişkisidir. Gül dikenle, hayat kefenle, nâr nurla birlikte düşünüldüğünde, insanın varoluşu bir bütünlük kazanır. Bu bütünlük, parçalanmış duyguların değil; bütünleşmiş bir bilincin ürünüdür. Kahrın da hoş, lütfun da hoş diyebilmek, insanın kendiyle ve kaderiyle barışmasının en yüksek ifadesidir. Ve belki de en çok buna ihtiyacımız vardır: ayrıştırmadan sevebilmek, yargılamadan kabul edebilmek, anlamı acının ve sevincin ortak dilinde bulabilmek.
Bu tavır, pasif bir boyun eğiş değil; aktif bir bilinç hâlidir. Nârın yakıcılığı ile nurun aydınlığı arasında bir tercih değil, bir eşitlik kurmak, insanın acıyı ve sevinci aynı potada eritme kudretine işaret eder. Kahrın da hoş, lütfun da hoş diyebilmek, yalnızca sabır değil; derin bir aşkın ifadesidir. Bu aşk, dünyevî olanı aşan, ilahî olanla bütünleşen bir yönelmedir. Çünkü burada hoşluk, fayda merkezli değil; anlam merkezlidir. Her gelen, bir öğretidir; her yaşanan, bir tecelli. Ve insan, bu tecellileri ayıklamadan, ayrıştırmadan kabul ettiğinde, hakikatin eşiğine varır.
Bu yaklaşım, varoluşun trajik boyutunu inkâr etmeden, onu anlamlandırma çabasıdır. Hayatın çelişkili doğası—sevinçle kederin, varlıkla yokluğun, yakınlıkla uzaklığın iç içe geçmişliği—ancak bu tür bir teslimiyetle taşınabilir. Çünkü insan, anlamı kontrol etmekle değil, ona açık olmakla bulur. Senden gelenin hoşluğu, onun içeriğinde değil, onunla kurulan ilişkide saklıdır. Bu ilişki, bir kulluk hâli değil; bir bilinç hâlidir. Ve bu bilinç, insanı kendi sınırlarının ötesine taşır.
Son kertede, hoş olan, gelenin kendisi değil; onunla kurulan anlam ilişkisidir. Gül dikenle, hayat kefenle, nâr nurla birlikte düşünüldüğünde, insanın varoluşu bir bütünlük kazanır. Bu bütünlük, parçalanmış duyguların değil; bütünleşmiş bir bilincin ürünüdür. Kahrın da hoş, lütfun da hoş diyebilmek, insanın kendiyle ve kaderiyle barışmasının en yüksek ifadesidir. Ve belki de en çok buna ihtiyacımız vardır: ayrıştırmadan sevebilmek, yargılamadan kabul edebilmek, anlamı acının ve sevincin ortak dilinde bulabilmek.