27 Eylül 2013 Cuma

Hoştur bana senden gelen,


Hoştur bana senden gelen,
Ya gonca gül, yahut diken.
Ya hayattır, yahut kefen.
Nârın da hoş, nurun da hoş.
Kahrın da hoş lütfun da hoş... 


Senden gelenin mahiyeti, biçimi ya da sonucu ne olursa olsun, kabul edişin en yüksek mertebesiyle karşılanması, insanın varoluşsal teslimiyetinin en derin tezahürüdür. Gonca gülün zarafetiyle dikenin keskinliği arasında fark gözetmeksizin aynı tevekkülle yaklaşmak, yalnızca bir duygusal olgunluk değil; metafizik bir kabulleniştir. Bu kabulleniş, insanın kendi iradesini aşkın bir kudrete teslim etmesiyle mümkündür. Çünkü burada hoşluk, nesnenin niteliğinde değil, gönderenin zatında aranır. Gül de diken de, hayat da kefen de, aynı kaynaktan geldiğinde, anlamını gönderenin iradesinden alır.

Bu tavır, pasif bir boyun eğiş değil; aktif bir bilinç hâlidir. Nârın yakıcılığı ile nurun aydınlığı arasında bir tercih değil, bir eşitlik kurmak, insanın acıyı ve sevinci aynı potada eritme kudretine işaret eder. Kahrın da hoş, lütfun da hoş diyebilmek, yalnızca sabır değil; derin bir aşkın ifadesidir. Bu aşk, dünyevî olanı aşan, ilahî olanla bütünleşen bir yönelmedir. Çünkü burada hoşluk, fayda merkezli değil; anlam merkezlidir. Her gelen, bir öğretidir; her yaşanan, bir tecelli. Ve insan, bu tecellileri ayıklamadan, ayrıştırmadan kabul ettiğinde, hakikatin eşiğine varır.

Bu yaklaşım, varoluşun trajik boyutunu inkâr etmeden, onu anlamlandırma çabasıdır. Hayatın çelişkili doğası—sevinçle kederin, varlıkla yokluğun, yakınlıkla uzaklığın iç içe geçmişliği—ancak bu tür bir teslimiyetle taşınabilir. Çünkü insan, anlamı kontrol etmekle değil, ona açık olmakla bulur. Senden gelenin hoşluğu, onun içeriğinde değil, onunla kurulan ilişkide saklıdır. Bu ilişki, bir kulluk hâli değil; bir bilinç hâlidir. Ve bu bilinç, insanı kendi sınırlarının ötesine taşır.

Son kertede, hoş olan, gelenin kendisi değil; onunla kurulan anlam ilişkisidir. Gül dikenle, hayat kefenle, nâr nurla birlikte düşünüldüğünde, insanın varoluşu bir bütünlük kazanır. Bu bütünlük, parçalanmış duyguların değil; bütünleşmiş bir bilincin ürünüdür. Kahrın da hoş, lütfun da hoş diyebilmek, insanın kendiyle ve kaderiyle barışmasının en yüksek ifadesidir. Ve belki de en çok buna ihtiyacımız vardır: ayrıştırmadan sevebilmek, yargılamadan kabul edebilmek, anlamı acının ve sevincin ortak dilinde bulabilmek.

26 Eylül 2013 Perşembe

kulüp sandviç

Kulüp sandviç, modern zamanların telaşlı ritminde bile estetikten ve dengeden ödün vermeyen bir yapıttır; onun katmanları, yalnızca besin değil, bir düşüncenin mimarisidir. Üç dilim kızarmış tost ekmeği, bu yapının temel sütunlarıdır—her biri, zamanın izini taşıyan, ateşle mühürlenmiş birer sessizlik. Aralarına yerleştirilen haşlanmış tavuk eti, insanın doğayla kurduğu en eski diyaloglardan birinin izini sürerken; kaşar peyniri, bu diyaloğa yumuşak bir geçiş, bir uzlaşma sunar. Sandviç, burada yalnızca bir yemek değil; bir anlatıdır—katmanlı, dengeli, düşünülmüş.

Göbek salata ve roka, bu anlatının yeşil virgülleridir; doğanın tazeliğini, bedenin hafifliğini ve zihnin berraklığını temsil ederler. Havuç rendesi, bu yeşil dokunun içine serpiştirilmiş bir neşe gibi, renk ve dokuyla anlatıya ritim katar. Mayonez, tüm bu öğeleri bir araya getiren bağlaçtır; tatları birleştirir, ayrılıkları yumuşatır, bütünlüğü sağlar. Domatesin kırmızısı, bu yapının içinde bir duygusal çıkış noktasıdır—hafif ekşi, hafif tatlı, ama her zaman canlı. Sandviç, bu bileşenlerle yalnızca doyurmaz; düşündürür, hissettirir, hatırlatır.

Haşlanmış yumurta, bu anlatının en sessiz ama en derin öğesidir. İçsel bir bütünlüğü, dışsal bir sadeliği temsil eder; sarısı, varlığın özüdür, beyazı ise onun koruyucu kabuğu. Tuz ve karabiber, bu yapının son dokunuşlarıdır—bir metnin son cümlesine eklenen nokta gibi, anlamı tamamlar, tatları keskinleştirir. Kulüp sandviç, bu hâliyle bir yemek değil; bir düşünsel kompozisyondur. Her katman, bir paragraf; her tat, bir metafor. Ve bu metaforlar, insanın hem bedenine hem zihnine dokunur.

Bu sandviç, çağdaş yaşamın hızına karşı kurulmuş bir dirençtir; çünkü onda zaman, özen ve denge vardır. Her malzeme, bir anlam taşır; her birleşim, bir uyum önerir. Kulüp sandviç, yalnızca bir öğün değil; bir tavırdır—karmaşanın içinde düzen arayan, sıradanlığın içinde anlam bulan bir tavır. Ve belki de en çok buna ihtiyacımız vardır: katmanlı olanın içindeki sadeliği görmek, sıradan olanın içindeki derinliği tatmak.


3 dilim kızarmış tost ekmeği, 100 gr. haşlanmış tavuk eti, 100 gr. kaşar peyniri, ince kıyılmış göbek salata, ince kıyılmış roka, biraz havuç rendesi, 1 çorba kaşığı mayonez, 1 adet küçük domates, 1 adet haşlanmış yumurta, tuz, karabiber.
Tost ekmeklerini makinede kızartın. Bir kabın içinde ince kıyılmış göbek salata, roka, rendelenmiş havuç, mayonez, tuz ve karabiberi karıştırın. İlk kata ekmeğin üzerine hazırladığınız karışımdan koyun, üzerine didilmiş, tuz ve kara biberlenmiş tavuk serpiştirin. Daha sonra dilimlenmiş yumurta ilave edin. Diğer kızarmış ekmek dilimini üzerine kapatın. Domates ve kaşarları ise ikinci kata koyun. Üçüncü dilim ekmeği de üzerine örterek, istediğiniz şekilde dilimleyin.

25 Eylül 2013 Çarşamba

bal



İspanya, Orta Afrika ve Orta Hindistan’da bulunan pre-historik duvar resimlerinde erkeklerin yüksek yamaçlar, ağaç kovukları ve kayalardaki kovanlardan bal topladıkları görülüyor. Ancak arıcılıkla ilgili ilk belgeler İ.Ö. 2400 yılına rastlıyor. Kahire yakınlarındaki Sakhara’da Ne-user-re’nin yaptırdığı güneş tapınağında arı kovanlarına rastlanıyor. Hatta Dokki müzesinde ikibin yıl sonrasına ait, içi hâlâ balla dolu iki kap bal sergileniyor. Bronz devrinde ise arıcılığın yanı sıra balmumundan kalıp mumu yapıldığı biliniyor.
Arılar ve Çiçekler: Bal, bilimsel olarak “Apis mellifera” diye anılan bal arılarının çiçeklerden topladıkları nektardan yapılıyor. Nektar ise tozaklama gerçekleşsin diye çiçeklerin, kanatlıları çekmek amacıyla kullandıkları tatlı bir sıvı. Bala dönüşürken yoğunlaşan bu sıvı yaklaşık yüzde 80 şeker (früktoz ve glikoz), sukroz maltoz ve başka kompleks şekerler içeriyor.
Nektarın Kaynağı:
Çiçek Balı: En meşakkatli üretim. Bir bal üreticisinin tek çiçek balı üretebilmesi için kovanları o yöreye taşıyıp kontrol altında tutması ve az miktarda bal üretmeyi peşinen kabul etmesi gerekiyor. Karışık çiçeklerden üretilmiş balın rengi koyu olurken, yaban çiçeklerinin uçuk, yoncanın ise yeşil-bej bir rengi oluyor.
Baharat Balı: Biberiye keskin ancak açık amber renginde bala yol açarken, kekik balı keskin ve yoğun bir lezzetle altın sarısı bir renge sahip oluyor. Provence’ın karışık baharatlarından elde edilen balın rengi uçuk bej, lavantadan elde edilen balın ki ise açık sarı oluyor. Kekik bir şekilde harmana karışmışsa balın rengi koyulaşıyor.
Ağaç Balı: Birçok ülkedeki nektarın kaynağı meyve ağaçları. Bu yüzden tomurcuklar açmaya başlayınca üreticiler bazı ağaçların yoğunlaştığı yerlerde kovan kuruyorlar. Macaristan akasya, Polonya misket limonu, İspanya portakal çiçeği, Avusturya okaliptüs çiçeği balıyla ünlü... Elma çiçeğiyle aksaya balının lezzeti hafif, rengi uçuk bej olurken portakal çiçeği balının lezzeti kuvvetli, rengi boz oluyor. Çam balının rengi koyu, lezzeti ise çok daha kuvvetli oluyor.
 
 
Bal, doğanın en kadim ve en suskun anlatılarından biridir; onun varlığı, yalnızca bir tat değil, bir zamanın, bir emeğin ve bir sabrın damıtılmış hâlidir. Arının çiçekten çiçeğe taşıdığı öz, balda bir araya gelirken, bu birleşim yalnızca biyolojik değil, metafizik bir dönüşümdür. Bal, doğanın içsel ritmini taşıyan bir metindir; her damlası, güneşin, rüzgârın ve toprağın ortak bir dilde konuştuğu bir cümledir. Bu cümle, insanın duyularına değil, bilincine hitap eder; çünkü bal, tatlılığın ötesinde bir anlamdır.

Balın oluşum süreci, sabrın ve sürekliliğin bir alegorisidir. Arının çabasındaki düzen, çiçeğin sunduğu özdeki cömertlik ve kovandaki kolektif bilinç, balı yalnızca bir ürün değil, bir düşünce biçimi hâline getirir. Bu düşünce, doğanın insana sunduğu en zarif armağandır; çünkü bal, tüketilmek için değil, anlaşılmak için vardır. Onun altın rengi, yalnızca görsel bir güzellik değil; zamanın ve ışığın iç içe geçmişliğinin bir sembolüdür. Bal, bu yönüyle, doğanın felsefî bir cevabıdır: sabırla gelen, sessizlikle büyüyen, anlamla dolan.

Balın tadı, insanın içsel hafızasında yankı bulur; çocukluk sabahlarının ekmeğe sürülen sessizliği, hasta günlerin şifa arayışı, ve bazen bir şiirin son dizesinde gizlenen metafor. Bu tat, yalnızca damakta değil, zihinde de kalır. Çünkü bal, duyusal bir deneyimden çok, zamansal bir çağrışımdır. Onun tatlılığı, geçici bir haz değil; kalıcı bir huzurdur. Ve bu huzur, doğanın insanla kurduğu en derin ilişkilerden biridir—gösterişsiz ama anlamlı, sessiz ama etkili.

Son kertede bal, bir gıda değil; bir varoluş biçimidir. Onunla temas kurmak, yalnızca bir tat alma değil; bir düşünme, bir durma, bir hatırlama hâlidir. Bal, doğanın insanla kurduğu en şiirsel temaslardan biridir; çünkü onda hem çiçeğin zarafeti hem arının emeği hem de zamanın sabrı vardır. Bu üçlü, balda bir araya geldiğinde, insan yalnızca tat almaz; anlamla karşılaşır. Ve belki de en çok buna ihtiyacımız vardır: anlamı, tatlılığın içinde bulmak.

24 Eylül 2013 Salı

sonbahar oldum sevinci unuttum

Sonbahar oldum; yapraklar gibi döküldüm, dallar gibi sustum, rüzgâr gibi savruldum. Mevsim değilim artık, bir hâl oldum—geçici değil, kalıcı bir eksilme. Sevinci unuttum; çünkü sevinç, baharın telaşında gizlidir, yazın gürültüsünde kaybolur. Oysa sonbahar, sessizliğin ve içe dönüşün mevsimidir. Bu mevsimde ne coşku vardır ne arzu; yalnızca kabullenişin ağırbaşlılığı. Ve ben, bu kabullenişin içinde eriyen bir bilinç hâline geldim. Artık ne beklerim ne özlerim; yalnızca olurum, yalnızca sürerim.

Sevinç, insanın dışa dönük hâlidir; bir tebessüm, bir yükseliş, bir taşkınlık. Ama sonbahar, içe dönük bir çöküştür. Renklerin solgunlaştığı, seslerin azaldığı, zamanın ağırlaştığı bir eşiktir. Bu eşikte sevinç, bir fazlalık gibi görünür; çünkü burada anlam, eksilmede saklıdır. Sonbahar oldum derken, yalnızca mevsimi değil, bir varoluş biçimini kastederim. Sevinci unuttum derken, yalnızca duyguyu değil, onun gerekliliğini sorgularım. Çünkü bazen unutmak, hatırlamaktan daha derin bir farkındalıktır.

Sonbaharın dili, suskunluktur. Bu suskunluk, bir boşluk değil; bir doluluk hâlidir. Sevinçten arınmış bir ruh, artık daha berrak, daha hakiki olur. Çünkü sevinç, çoğu zaman yanıltıcı bir parıltıdır; hakikatin üzerini örten bir örtü. Sonbahar ise örtüleri kaldırır, çıplaklığıyla konuşur. Ve ben, bu çıplaklığın içinde kendimi bulurum. Sevinci unutarak değil, onun yokluğunda kendimi tanıyarak var olurum. Bu varoluş, bir eksilme değil; bir derinleşmedir.

Son kertede, sonbahar olmak, zamanla barışmak demektir. Sevinci unutmak ise, onun yerine anlamı koymak. Çünkü her mevsim bir hâli taşır; ve sonbahar, insanın en düşünceli hâlidir. Bu hâlde ne coşkuya yer vardır ne telaşa; yalnızca düşünceye, yalnızca içsel bir sessizliğe. Ve ben, bu sessizlikte kendimi duyarım. Sonbahar oldum; çünkü artık dışarıda değilim. Sevinci unuttum; çünkü artık içimdeyim.

23 Eylül 2013 Pazartesi

meditasyon yaparak rahatlamak...



Fransa'da 600.000 civarında Budist bulunuyor. Yoga, zen veya chi-kong (rüzgârın sesi) tekniklerini öğrenmek isteyen bir sürü insan sırada bekliyor. Meditasyonun amacı ruh gücüne esas değerini kazandırmak. Böylece iç dünyamızla ilişkilerimizi sıkılaştırıyoruz. Çünkü durmadan dış dünyaya yer almaktan yakınıyor, her şeye yetişebilmek için sürekli fırsat kolluyor ve bu durumda daha sinirli oluyoruz. Her zaman bitmek tükenmek bilmeyen yorgunluğumuz işte bu güncel koşuşturmalar sonucunda artık bir alışkanlık, bir yaşam tarzı halini almaya başladı. Böyle bir hayatı yaşadığımız sürece vücudumuzu olduğu kadar zihnimizi de zorladığımızı unutmamak gerekir. Kendimize ayıracağımız birkaç dakika tüm bu sıkıntıların üstesinden gelmemizi, çok daha enerjik olmamızı ve moral depolamamızı sağlayacaktır.
Kayıp Sessizliği Bulmak: Meditasyon yapmak, gözlemlemek, hissetmek, yargılamadan ve analiz etmeden algılama durumuna geçmektir. Michael Serres'in felsefesine göre ise "kendini dalgalara bırakmak". Meditasyon şu sevimli formülle özetlenebilir: "Bir çiçeğe baktığında, düşün ki o da sana bakıyor". Zen felsefesine göre bir objeye sahip olmak değil onu hayranlıkla seyretme önemli. Dünyada var olan her şeye değer vermek ve sevmek hayata olan bağlılığı, çevremizde gelişen her türlü olaya daha olumlu bakmamızı sağlayacaktır. Duygulara dönüş evresi, meditasyonunun giriş bölümünü oluşturuyor. Hiçbir şey düşünmeme niyetiyle bir yere oturulduğu andan itibaren, beyin meditasyon durumuna geçiyor.
Konsantrasyonla Her Şeye Ulaşabilirsiniz: Konsantrasyon durumuna geçebilmek için, temel ilke, duyular üzerinde yoğunlaşmaktır. İlk önce, dışarıdaki sesler dinlenir, daha sonra ise içinde bulunduğumuz ortamın sesleri... Ve sonra da bu mekândaki varlığınızı hissetmek için yavaş yavaş soluk alıp verirsiniz.
 
 Meditasyon, insanın kendi iç evrenine doğru yaptığı en sessiz yolculuktur; dış dünyanın gürültüsünden arınarak, varlığın özüne yönelme çabasıdır. Bu çaba, yalnızca bir dinginlik arayışı değil, varoluşun çok katmanlı yapısına dair bir farkındalık üretimidir. Zihin, sürekli akan düşüncelerle kuşatılmışken, meditasyon bu akışı durdurmaz; ona tanıklık etmeyi öğretir. Çünkü hakikat, çoğu zaman sessizlikte değil, sessizliğe eşlik eden bilinçte saklıdır. Meditasyon, bu bilinç hâlini inşa eden bir içsel mimaridir.

Rahatlamak, burada fizyolojik bir gevşeme değil; ontolojik bir hafifleme anlamı taşır. İnsan, kendi zihninin mahkûmu olmaktan çıkıp, düşüncelerle kurduğu ilişkiyi dönüştürdüğünde, gerçek bir özgürleşme yaşar. Bu özgürlük, dışsal koşullardan değil, içsel kabullenişten doğar. Meditasyon, bu kabullenişi mümkün kılan bir araçtır—zamanın akışına direnmeden, mekânın sınırlarına takılmadan, yalnızca var olmanın çıplak hâlini deneyimlemek. Bu deneyim, insanı kendine yaklaştırır; çünkü insan, ancak kendiyle temas ettiğinde hakikate yaklaşabilir.

Zihnin kıvrımlarında dolaşan düşünceler, meditasyonun sessizliğinde birer yankıya dönüşür. Bu yankılar, bastırılmak yerine izlenir; yargılanmak yerine anlaşılır. Meditasyon, insanın kendine karşı geliştirdiği şefkatin en rafine biçimidir. Bu şefkat, yalnızca huzur değil; derin bir anlayış üretir. Çünkü insan, kendini anlamadan dünyayı anlamaya çalıştığında, hep eksik kalır. Meditasyon, bu eksikliği tamamlamaz; ama onunla barışmayı öğretir. Ve bu barış, insanın en kadim ihtiyacıdır.

Ruhun dinginliği, bedenin gevşekliğiyle değil, zihnin berraklığıyla mümkündür. Meditasyon, bu berraklığı sağlayan bir içsel arınmadır. Dışsal tekniklerden çok, içsel yönelimin bir pratiğidir. Her nefes, bir farkındalık; her sessizlik, bir derinliktir. Ve insan, bu derinlikte yalnızca rahatlamaz—yeniden kurulur, yeniden tanımlanır. Bu tanım, dışsal etiketlerden arınmış, özsel bir varoluşun ifadesidir. İşte bu hâl, insanın kendine en yakın olduğu andır.