Kitabın Adı : Kızıla Boyalı Saçlar
Yazarı :
Kostas Mourselas
Özgün Adı : βαμμένα
κόκκινα μαλλιά (vamena
kokkina malia), Kedros, 1989
Yayınevi :
Om
Kapak Tasarım: Halil Ustaoğlu
Çevirmen :
Kosta Sarıoğlu
Sayfa Sayısı : 476
Türü :
Roman
Okuduğum Tarih : 2000 yılında okundu.
İkinci Okuma – 27.09.2014 Cumartesi –
04.10.2014 Cumartesi
Kostas Mourselas Atina, Pire'de doğdu ve
lise öğrenimini aynı yerde tamamladı. 1951'de Hukuk Fakültesi'nin birinci
sınıfında okurken EPON gençlik örgütü üyesi olmakla suçlandı ve dönemin askeri
mahkemesi tarafından yargılandı. (Beloyanis davası). Yıllardır aldığı keman
eğitimini tiyatro aşkı baskın çıkınca bıraktı. Hukuk öğrenimini tamamladıktan
sonra, baroya kaydını yaptırmadan avukatlığı bıraktı ve Albaylar Cuntası
tarafından 1969 yılında işine son verilene kadar devlet memuru olarak çalıştı.
Bu tarihten sonra kendini tamamen yazarlık mesleğine adadı ve tiyatro yapıtları,
televizyon metinleri, senaryolar, denemeler ve romanlar yazdı; aynı zamanda da
gazetecilikle ilgilendi. Tiyatro oyunları; Elefhero Theatro, Ethniko Theatro,
Theatro Technis, Kuzey Yunanistan Devlet Tiyatrosu, Belediye Tiyatroları
tarafından ve yurtdışında da Fransa, Almanya ve Kıbrıs'ta da sergilenmişti.
Kitabın Beğendiğim Bölümlerinden Alıntı:
KIZILA BOYALI SAÇLAR ÜZERİNE…
Kendisiyle yaptığım bir söyleşide
"Kızıla Boyalı Saçlar insan özgürlüğüne yazılmış bir övgüdür,"demişti
Kostas Mourselas. Özgür olmak, bağımsız olmak yüzyıllardan beri yazarların,
şairlerin, felsefecilerin çok irdelediği bir konu. Yaşamımız boyunca tıpkı romandaki
Kostas gibi pek çok ödün veriyoruz. Bu ödünlerden bazılarını isteyerek, kendi
irademizle, bazen de istemeyerek koşullar öyle gerektirdiği için veriyoruz. Ama
tıpkı Kızıla Boyalı Saçlar'da olduğu gibi kendimizi eleştirdiğimiz, kendimizi
yargıladığımız bir an sonunda gelir. Luis, hepimizin vicdanına seslenip
acımasız bir soru soruyor:
Sefil düşünceler ve küçüklükler arasında
kaybolup, hayattaki büyük sırrı çözemedik, soru da cevapsız ve acımasız
kalakaldı: Nasıl yaşadın, neden öyle yaşadın, neyi yapabilecekken yapmadın,
başka bir yol, başka bir anlam arıyordun, yanlış zilleri, yanlış kapıları
çaldın, yanlış yollara saptın, yanlış insanları sevdin, yanlış yataklarda
uyudun, yanlış evlerde yaşadın. Neden hayal ettiklerini bu kadar küçümsüyorsun.
Bu soru çok basit gibi görünebilir, bazı
insanlar bu soruyu belki hiç kendilerine sormayabilir ya da sormaktan
kaçınabilir. Kanımca önemli olan sorulan sorunun hangi amaca hizmet ettiği.
Sefillikler, küçüklükler, küçük çıkar çatışmaları, özdekçilik, egemen sisteme
ve her şeye boyun eğme... Çağdaş insanın yaşamı bütün bu unsurlarla çevrili.
Luis'in bize sorduğu bu açıdan önemli. Yunanlı şair Nikos Kavadhias, Mal du
Depart adlı şiirinde, bu soruyu şöyle dile getiriyor:
Ama bir gece karşıma benliğim çıkacak
Ve benden hesap soracak gaddar bir
yargıç gibi,
Ve bu titreyen, aciz elim silah tutacak,
Nişan alacak, suçluyu korkusuzca
vuracak.
Her şeyin, her değerin yozlaştığı,
insanların giderek daha kişiliksiz, daha silik bireylere dönüştüğü bu çağda
Luis'in eleştirisi bizleri harekete geçirebilir. Tepki vermeyi, düşünmeyi,
kendimizi ve çevremizi eleştirmeyi başarabiliriz. Ancak bu şekilde özgür ve
bağımsız olabiliriz. Ancak o zaman yaşamımız anlam kazanabilir.
Romandan uyarlanan ve birçok ülkede
gösterime giren televizyon dizisi de çok başarılı oldu. Televizyon dizisinin
müziğini Yunanistan'ın en önemli ses sanatçısı Yorgo Dalaras seslendirdi ve
kitapla aynı adı taşıyan albüm çok kısa sürede Altın Plak Ödülü'nü aldı.
ROMANDAKİ BAŞLICA KİŞİLER
Agisilaos, takımın halk adımı, Martha’yı
sevdi
Aleka, Luis’in ilk karısı
Anargros, müteahhit, Aleka’nın ikinci
kocası
Andigoni, Luis’in kızkardeşi
Andoniadhis, takımın Stalincisi, iyi
çocuk
Anestis, anlatıcının amcası
Anlatıcı ya da Konstandis Manolopulos,
Luis’in arkadaşı
Anlatıcının babası
Aristos Krugas, Evgenia’nın ağabeyi,
fırıncı
Aristos’un kardeşi, boynuzlu lakaplı
Athanasia, Luis’in üvey annesi
Athina, Panayotaros’un karısı
Bakkal, Urania’nın sevgilisi
Barba Tasos, mahallenin kahvecisi
Bayan Noraa, anlatıcının sevgilisi
Bertan, çılgın Yunan asıllı Fransız
palyaço
Çile çekmiş adam, Martha’ya aşık olan
Dhrakopulos, salça fabrikatörü, Madonna
ile evlendi
Efstathia, İulia’nın dindar teyzesi
Eleni ya da Twiggy, Moshos’un karısı
Evgenia Krugas, az kalsın Luis’in karısı
olacaktı
Fani, Litsa’nın ablası, Luis’in baldızı
Fatme ya da Sofi, uyuşturucu kullanan
Hollandalı kız
Fotis Dhemenağas, Nazi işbirlikçisi, üçkâğıtçı
Gümrük Müdürü, Fani’nin kocasının lakabı
Harula, Pepas’ın karısı, Luis ile
anlatıcının kısa süreli aşkı
Hrisanthi Andipas, Aleka’nın annesi,
Luis’in kayınvalidesi
İlektra, Maritsa’nın gündelikçisi
İlias, Luis’in amcası
İlua, anlatıcının karısı
Karmen ya da Ophelia, kuaför, Luis’in
sevgilisi
Konstandinos, anlatıcı ile Harula’nın
oğlu
Kritsinis, Korinthos Acemi Eğitim
Merkezi’nin binbaşısı
Lazaris, babası idam edilmiş
Levazım Subayı, Luis’in asker arkadaşı
Liakopulos, babası idam edilmiş
Litsa, Luis’in ikinci karısı
Luis ya da Emanuil Retsinas
Luiza, Luis ile Aleka’nın kızı
Maritsa Gika, Periklis’in annesi, nemfomanyak
Martha, anlatıcının büyük aşkı,
Liakopulos’un karısı
Matina, anlatıcının kızkardeşi
Melpo, Anestis’in karısı, İzmirli
Moshos, Luis’in üvey kardeşi
Nikolaidhis, İulia’nın üvey babası
Olga, anlatıcının annesi
Olimbia Krugas, boynuzlu lakaplının karısı
Panayotaros, manav, Luis’in kızkardeşi
Andigoni’nin sevgilisi
Panayotis Andipas, Aleka’nın babası,
kuyumcu
Papadhopulos, 6.Karakol komiseri
Patra Hanım, Lazaris’in annesi
Pepas, Eksamilya’daki tavernacı
Periklis, Maritsa’nın oğlu, büyük
olasılıkla yakın akrabasıyla cinsel ilişkiye girmiş
Persefoni Dhertilis, Argiris’in karısı
ve Luis’in aşklarından biri
Petros Retsinas, Luis’in babası
Polikseni, Fotis Dhemenağas’ın güzel
karısı
Sofia, Trikalalı şarkıcı
Tasula, anlatıcı onu istiyordu, daha
sonra hayat kadını oldu
Tatiana ya da Madonna, Dhrakopulos’un
karısı, Andoniadhis’in kızkardeşi
Tzavaras, General, Luis ve Moshos’un
dayıları
Urania, mahallenin günaha çağıran kadını
Vasiliki Hanım, Martha’nın annesi,
Luis’in amcası İlias’a âşık oldu
İçindekiler
Birinci Kitap
İlerde Kurtlar Vardı
1-
Armağan
2-
Tebeşir
3-
Kadınları Baştan Çıkaran Adam
4-
Genelev
5-
Kırılacak Eşya
6-
Luis’in İlk Evliliği
7-
Dönüşüm
8-
İsa’nın Havarilerle Son Akşam Yemeği
9-
Kaçış
İkinci Kitap
Yazık, Çok İyi ve Hassas Bir Buluş
10-
Akşam Eğlenceleri
11-
Ah! Bu Nasıl Bir Hüzün!
12-
Yürüyüş
13-
Küçük Şemsiyeler
14-
Veda
15-
Hayat Artıkları
16-
Umutsuzluk Yolculuk Ediyor
17-
Böyle… Böyle… Böyle
18-
İdam
19-
(Sonsöz) Güneş De Genelevin Üzerindeydi
ARMAĞAN:
Luis lakaplı, Emanuil Retsinas tek bir
sözcükle tanımlanabilir: Biraz. Biraz kısa boylu, biraz çirkin, biraz
yakışıklı, biraz tembel, biraz eğitimsiz, biraz dinsiz. Biraz dürüst, biraz
ahlaklı, biraz ahlaksız. Tek kelimeyle çelişkilerle dolu çok karmaşık bir
insan. Biraz güvenilir, biraz iyi. Luis'in tipini anlamalısın. Tipini diyorum
çünkü böyle bir insanın kişiliğini anlayabilmek çok zordur. Tabii kişiliği
varsa. Sözün özü, sonsuz maceralarla dolu bir yaşam. Tıpkı nehirlerin oluşması
gibi. Binlerce dere birleşir ve sonunda Evrotos Nehri ortaya çıkar. İşte Luis
Evotas'ın ta kendisi. Biz "evli barklılarda" bütün korkunç ve
inanılmaz şeyler hayal gücümüzde olup biterken, tam aksine Luis'in yaşamında
bütün korkunç ve inanılmaz olaylar gerçeğe dönüşür. Biz bilirsin, hayallerle
avunuruz. Hani kimya elementlerinin sayısı toplam doksandır deriz ya, eh
Luis'in gülümseyişi de buna benzer bir şey. Masum, kurnaz, sıcak, donuk, zeki,
saf, alaycı, canice ve daha neler neler. Gözleri İsa'nınkilerden bile masum,
gülümsemesiyse baş edilemeyecek kadar şeytani. Tabii Luis'i ve başımıza
gelenleri daha iyi anlayabilmen için daha fazla ayrıntıya gerek var. Mozaiği
tamamlayan yaşamındaki bazı parçalar eksik. Ben Luis'in yaşamını, binlerce renk
ve şekilden oluşan bir mozaik gibi görüyorum. Kiliseler, genelevler, kuşlar,
ağaçlar ve deniz. Luis özellikle denizden uzak yaşayamaz. Luis evrenin
sırlarına hayranlık beslemeye ve akıldışını keşfetmeye başladı. Her şeyin boş
olduğunu kabul etti ve ölüm varken insanın ille de yaşamaya çalışmasının
tamamen mantıksız olduğunu düşünmeye başladı. Fatme'nin gelişi ile varoluş
sırları Luis için aynı anlamı taşımaya başladıktan sonra, bu sırlar nedeniyle
insan hem yaşamaya devam edebilir hem de yaşamın anlamını da bulabilir demeye
başladı. Ne yapalım... İnsan böyle de yaşar, diyordu. Ölümün yaşamım demek her
zaman geçerli olan kuraldır. Luis'in yaşamında hayal ile gerçek o kadar karışık
ki, sana ne kadar macerasını anlatsa da, ne kendisi ne de onu dinleyen sen,
bunları gerçekten yaşayıp yaşamadığını bilemezsin.
TEBEŞİR:
Luis tahmin edemeyeceğin kadar
eğitimliydi. Hem Dostoyevski hem Gogol hem de Petro Pikros ve eline geçen tüm
edebiyat dergilerini de okurdu. Belki her şeyi okuduğu için kafasında bütün
bunlar biraz karışıktı ama her konuyu bilirdi. Sana hiç söylemedim ama, Luis
polisiye romanları, polisiye filmleri hiç sevmemesine rağmen, müthiş bir
polisiye zekaya sahipti. Gözünden hiçbir şey kaçmazdı. Unutulmayacak
kadınlardan biriydi. Bir kere gördün mü, tamam, artık bir daha onu aklından
çıkaramazsın. Pis, sevimsiz, korkak, utangaç biriydim. İnsanların bana ilgi
duymasını sağlayacak, meraklandıracak, bir başka boyut katacak hiçbir şeyim
yoktu. Sadece açık biriydim. Olduğum gibiydim, sırları, yapmacık tavırları
olmayan biriydim, hâlbuki Luis ne değildi ki? Onunla sadece konuşmak bile başlı
başına bir serüvendi. Her tarafından kıvılcımlar çıkıyordu. Tam bir sihirbazdı!
Luis’ten ne nefret edebilirsin ne de ona kırgın olabilirsin. Yanından geçerken,
görmemiş gibi yapacağın insanlardan değil. Sana söylemiştim, olur da Luis'in
arkadaşı olursan, hayatının ne başı ne de sonu kalır, hiç durulmaz, hiçbir şey
yerinde durmaz, hiçbir şey bitmez. Luis'i yıllarca görmesen bile, sen yine de
ondan bir işaret, bir haber hatta en delice, en imkânsız haberi de bekleyebilirsin.
Böylece bir keresinde tam onu unutmaya başlayacakken, hatırlıyorum gecenin bir
vakti, aniden drrıın telefon.
KADINLARI BAŞTAN ÇIKARAN ADAM:
Sana saatlerce Luis'in bitmek tükenmek
bilmeyen hikâyelerinden söz edebilirim. Gerçekten de bu hikâyeler bitmek
tükenmek bilmiyor çünkü hayatında rastladığı, onu bir şekilde etkilemiş
insanlara tekrar tekrar rastlıyor. Luis kolay kolay kimseyi bırakmaz ama onu
tesadüfen tanıyanlar da ondan kolayca vazgeçmez, onu unutmaz ve özellikle de
ondan nefret etmezler. Sana en büyük kötülüğü yapsa bile onu mutlaka
affedersin. Belli bir uzaklıktan görebilirsen, Luis'in bütün davranışlarını
anlar, kabullenirsin. Onu taparcasına sevmem de böyle açıklanabilir. Bu tam
olarak taparcasına sevmek değil. Aslında sadece taparcasına sevmek değil,
sadece hayranlık da değil. Şaşkınlık, hayranlık biraz da kıskançlık. Belki.
Uygun sözcüğü bulamıyorum. Ama ne olursa olsun bu adam sihirli bir şeyler
yayıyor etrafına. Etrafındakileri büyülüyor. Hayatın ne kadar önemli olduğu
konusunda birilerini inandırmaya çalışıp, bu görüşümü destekleyecek kanıtlar
aradığımda, tıpkı şu an sana anlattığım gibi Luis'in hikâyelerini anlatmaya
başlarım. Ama birisini hayatın içinde saklı olan tehlikeli yollardan korumak
istediğimde de yine Luis'in hikâyelerine başvururum. Yani Luis, benim için hem
örnek alınması gereken hem de kaçınılması gereken biri. Kısacası, yıkıcı,
öldürücü bir kişi diyebilirim. Bu yüzden onun yakın dostlarından bazıları, en
azından toplumda kabul edilen anlamıyla, başlarını yaktılar ve hiçbir zaman bir
baltaya sap olamadılar: Luis'i askerde benim kadar yakından tanıyan Levazım
Subayı'nın durumu giderek kötüleşti. Okumayı bıraktı (doktor olacaktı),
babasının bakkal dükkânını bıraktı, karısını dört aylık hamileyken bıraktı ve
kendini Münih'teki bir birahanede garson olarak, kırk beşlik bir hayat
kadınıyla yaşarken buldu. Pepas ise gerçek bir komüniste dönüştü.
Korinthos'taki zindana tıkıldı, üstelik Dhemenağas'ın ölümünü de ona yüklemeye
çalıştıkları günden beri bir daha dışarı çıkmadı. İçeride öldü. Sınırların
dışına çıkamazsan yaşayamazsın, bunu böyle bil.
GENELEV:
Evlilik insanı Tanrı yoluna sokar, aklın
başına gelir. Bu Luis'in diğer muhteşem bir özelliğiydi. Önce seni etkiler, ona
güvenmeni sağlar, sonra da seni baştan çıkarıp, ağzından her lafı alır. Her
şeyi. Hem söylenebilecek olanları hem de söylenmeyecekleri. Luis kolay kolay ne
evi, ne işi, ne nerelere takıldığıyla ilgili ipucu vermez ama karşısındakini
didik didik eder. Luis'in kötü tarafı sabit fikirli olmasıydı. Dik kafalıydı.
Ya herru ya merru. Her zaman. Aklına bir şeyi taktığı zaman kolay kolay
vazgeçmez. İlle de onu gerçekleştirecek. İnatçı bir adam. Kabul ettim. Luis'e hiç
karşı gelme. Pişman olursun. Luis'e karşı gelmek, yaşama karşı gelmek, kutsal
değerlere, ana babana ihanet etmek gibi bir şey... İnsan Luis ile çıkarken hiç
geri dönmeyebilirdi. Luis ile birlikteyken her an her şeye hazır olmalısın.
Luis'i hep Korinthos'taki gibi, yakışıklı, değişken, efsane gibi görmek
istiyordum. Luis'i kaybetmem benim de iflas etmem anlamına geliyordu. Luis'in
böyle baştan çıkaran özgür ve serseri olmasını seviyordum.
KIRILACAK EŞYA:
Luis annemi, annem de Luis'i haklı
çıkarıyordu. Annemin taktiğini izlesen eminim hiç kaybetmezdin. Ama Luis'in
sana sunduğu diğer cenneti kaybedersin. Luis'in peşinden gitsen yine
kaybetmezdin ama içinde hep doğru yapıp yapmadığın kuşkusu kalırdı. Nihayet
kabul et, her şey siyah ya da beyaz değildir. Neden senin hayatının, Luis'in
hayatından daha iyi olduğuna inanıyorsun? Luis onu bulup, hayatındaki bütün bu
"toplumsal" aşamaları hangi cesaretle yaptığını anlamak istiyordu.
Luis'in bu huyu vardı. Karşılaştığı insanların görüş alanından çıkmasını
istemez. Bu insanlarla tekrar tekrar karşılaşmayı ister. Arkadaşlık etmek için
değil, onların gelişimini, değişimlerini, dönüşümlerini görmek için.
Hayatlarının akışını yakından izleme olanağı Luis' büyülüyor, kışkırtıyor. Bir
zamanlar ne olduğunu biliyorsa ne olacağını da bilmek ister buna bayılır.
Hayatında hiçbir şey değişmiş olmasa bile, hayatının durgunlaşmasına izin
vermiş olsan bile, yine de Luis, düşüncelerinin kendi içinde yaptığı yolculuğu
bunu nasıl kabullendiğini, "tamam çılgınlıklar buraya kadardı, artık yolcu
yoluna, evli evine" düşüncesiyle nasıl uzlaştığını öğrenmek ister. Sık
sık, aradan yıllar geçmesine rağmen, birden aklına bir kişi ya da bir hikâye
gelirdi. Bizi ya da onu yargılamak sana mı düştü? Sen ondan daha mı iyisin?
Martha olsa da olmasa da, ruhunun sesini dinlemedikten sonra hep mutsuz
olursun. Eğer her şeyi mantıkla çözersek, o zaman kanatlarımızdan da,
çılgınlıklarımızdan da, dostlarımızdan da vazgeçmeliyiz. En başta da benden
vazgeçmen gerek. Öksüzlüğün, sefil hayatın, onu kişiliksiz, korkak bir varlığa
dönüştürmesi beklenebilirdi. Buna rağmen ona baktıkça, içinde bir gücün, bir
inadın saklı olduğunu fark ediyordun. Onun gitmeye, en azından rahatını terk
etmeye cesareti var, üstelik de durumun sorumlusu az çok benim diye düşündüm.
LUİS'İN İLK EVLİLİĞİ
Okumayı düşündüğü bütün kitapları
okuması için, ikinci kez dünyaya gelmesi gerektiğini anlamakta gecikmedi. Belki
de bu yüzden, belirli çalışmam saatleri olan, bağlayıcı olan her işten de
soğudu. Ne yani, Luis Dostoyevski'ye başlayacak da, boktan bakanlığa gitmek
için okumasına ara mı verecekti? Bunu kabul edemiyordu. O yıllarda sadece
Kritsinis'in öldüğü ya da koruyucusunun bu dünyadan göçtüğü için imanını
gevrettiklerinden değil, bu nedenle de odacılık işini bıraktı. Luis'in
hayatının yarısı bir sır perdesiyle örtülüydü. Hayatındaki bazı koskoca zaman
dilimleri, bilmediğimiz olaylarla doluydu. Ayrıca hayatındaki bazı olayları da
bazılarımız biliyor, bazılarımızsa hiç haberi yok. Sonradan kafanı duvarlara
vurup, "Ulan, neler kaçırdım! demek istemiyorsan, sen de kendi maceranı
yaşa. Yüksek irtifada insanın sadece bedensel güç değil, ahlaki güç de
kazandığına inanıyordu. Hem evlerinde hem evin dışında yüzlerinde bir maske ile
dolaşırlar. Üstelik sadece bir maske değil, birçok maske takarlar. Çocukları
için başka, müdürleri için başka, karıları için başka, metresleri için başka
maske... Tamam, istisnalar da var ama maske maskedir. Eğer gurur duyacakları
yerde, utanılacak bir şey yaptıklarına inanıyorlarsa, o zaman sana katılıyorum.
Luis hangi eve giderse gitsin, ilk yaptığı iş eski fotoğrafları gün ışığına
çıkarmaktır. Bu onun tutkusudur! Bu fotoğraflardan seni tanımaya çalışır.
Konstandis, insanları böyle tanırsın. Ne kadar poz verseler de, ne kadar iyi
giyinse de, biraz dikkatlice bakarsan, her fotoğrafta, kim olduğunu, geçmişini,
eskiden nasıl biri olduğunu ve şimdi nasıl olduğunu görürsün. Çünkü Konstandis,
ressam pozları da maskeleri de kaldırıp, sana insanın aslında ne düşündüğünü
verebiliyor. Bu hoşuma gidiyor. Resimde o kadının kim olduğunu anlayabiliyorum,
çünkü içi dışarıya çıkıyor, fotoğraftaysa, kendini saklar, masum pozları
takınır, ifadesiz durur. Ne isterdim biliyor musun? Seksen yaşımıza
geldiğimizde, seninle karşılaşmak ve bana hayatında nelerden pişmanlık
duyduğunu söylemeni. Senin gönlün başka yerde, sense başka yerlerde boşuna
zaman kaybediyorsun.
DÖNÜŞÜM:
İyi ile kötünün, neyin yapılıp neyin
yapılmaması gerektiği arasındaki çizgiyi o kadar çok şaşırdı ki ne yapacağını
bilemiyordu. Dün ve bugün son kez karşı karşıya geliyordu. Geçmiş, anılar,
reddetmeler, her şey kendi içinde çarpışıyordu. Birazdan derin derin iç
çekecekti. Birazdan "Kahretsin, hayatımı harcadım. Hayatın nereye
gitti!" diyecekti.
İSA'NIN HAVARİLERLE SON AKŞAM YEMEĞİ:
Çünkü düzene yumruk atmaya cesaret
edebilmiş. Bir gün doğru yoldan çıkanlarda geri döner.
KAÇIŞ:
Hayatının, aile sorunlarından
etkilenmesini hiç sevmezdi. Birçok değil, sadece tek bir hayatım var. Alt
tarafı kendi düşen ağlamaz. Her şeyin bir bedeli vardır. Ulan, bu kadar
kişiliksiz olmak istemiyordum. Kendimden iğrenmeye başladım. Geleceği var mı?
Hayatına nasıl yön veriyor? Hayatını düzene sokmak başka hayatını tamamen
düzenlemek başka.
AKŞAM EĞLENCELERİ:
Böylece Luis’in evini de gördüm. Evini
değil, gecekondusunu. Hayır tam gecekondu da değil. Tiyatro sahnesindeki bir
gecekondu dekoru. Aklımı kaçırdım. İulia gecekonduyu gördüğünde gözlerine
inanamıyordu. Üstelik herhangi bir tiyatro dekoru da değildi. Yaratıcıydı.
Gerçeküstü bir dekor. Çılgın herif, duvar yerine koskoca dekor parçaları kullanmıştı.
Katranlı kâğıtlar ile dorik sütunlar, kral yatak odaları ile kiremitler ve
briketler, Anne Frank’ın gizlendiği duvarlar ile kıpkırmızı çizilmiş
tuğlalardan yapılma, “Romeo ve Juliet”teki aşk sahnesinin aynısı hurda bir
balkon ve balkon kapısı, Çehov’un “Martı”sından koskoca bir camekân birbirine
karışmıştı… Bakıp bakıp çıldırıyordum. Dekorların çoğu masif ağaçtan
yapılmıştı. Salon mutlaka bir randevuevinden gelmişti. Bana “Üç Kuruşluk
Opera”yı hatırlattı. Odalardan bir tanesi. Dostoyevski’nin “Budala” adlı
eserinde, Ragozin’in Anastasia Filipovna’yı öldürdüğü dekorun aynısıydı.
Bahçede, gecekondunun balkonuna çıkan merdiven herhalde bir ortaçağ kalesi
dekorundan alınmıştı. Görkemli ve gri renkliydi. Bir an birinci basamağı
çıkmayı denediğimde, basamak olduğu gibi çöktü. Merdiven nerdeyse tamamen
çürümüştü. Gecekondunun girişi, antik bir saray, kerhane ve kilise karışımı bir
şeydi. Özellikle de pencereler. Pencereler küçük oklardan ve renkli küçük
camlardan yapılmıştı! En iyisi mi ne eşyaları, ne de her dönem ve her krala ait
olan hurda tahtları anlatayım. Eski tiyatro sahnelerinden gelen solmuş
perdelerin çoğu kıpkırmızı renkteydi. Her taraf heykel ve maske doluydu. Ancak
dokunduğun zaman içlerinin boş olduğunu, kartondan yapıldıklarını anlıyordun.
Yahu Luis, sen kafayı mı yedin? Bütün bunları nasıl yaptın? Nerden buldun? Daha
ne olup bittiğini anlayamamıştım. Koskoca bir duvarı (şimdi fark ediyorum)
resimli bir kanaviçe ile kaplamıştı: Commedia Dell’Arte’den bir sahne.
Bacanağım Gümrük Müdürü ile birlikte buldum. Luis bacanağına Gümrük Müdür
derdi. Bir zamanlar gümrükte çalıştığı için ona bu adı takmıştı. Onunla
birlikte bütün bu dekorların bazılarını kendileri yapmış, bazılarını terk
edilmiş tiyatro depolarından “gidişi var dönüşü yok” şeklinde yürütmüşler,
bazılarını da satın almışlardı. Her şeye rağmen bu gecekondunun genel olarak
bir estetiği, bir stili vardı, zevksiz değildi. Luis bize evini gezdirirken,
İulia bütün bu görkemli ve kurt yenikli pılı pırtıyı gördükçe az kalsın
bayılacaktı. Sanki yüz yıllık toz yuttuğunu sandı. O kılıçları, maskeleri,
delik deşik duvar kâğıtlarını, düşmek üzere olan avizeleri ve özellikle
yaldızlı kâğıttan yapılma sahte aynaları görmeye dayanamadı. Ben yavaş yavaş,
yine Luis’in dünyasına girdiğim için kendimi büyülenmiş gibi hissediyordum.
Şimdi de size Marguerite Gautier’nin yatak odasına götüreceğim… Konstandis,
Verdi’nin “Traviata”sını operada görünce, işte dedim, Litsacık böyle bir yatak
odasında uyumalı. Luis odanın aynısını yapmıştı. Ve Marguerite Gautier’nin
makyaj odasına girdik. Luis kapıyı açar açmaz hafif bir menekşe kokusu başımızı
döndürdü. Oda yarı karanlık olduğundan, içerdeki yüzleri ve eşyaları zorlukla
seçebiliyorduk. Dev, her dört köşesinde de birer uzun sütunu olan bir yatak.
Şeffaf cibinlikli. Yatak, demir ve tunçtan yapılmıştı. Yanında vişne renginde,
mahmur bir berjer. Hatta mermer bir komodinin üzerinde, o dikine olan antika,
“altın sarısı” telefonlardan bile bir tane vardı. İulia telefonu açtı ama
sinyal sesi yoktu. Çalışmıyordu. İulia duymadın mı, bütün bu eşyalar tiyatrodan
geldi. Telefonu bıraktı. Odanın her tarafında ateş kırmızısı bir renk hâkimdi.
Perdeler de aynı renkte, kalın kadifeden yapılmıştı. Kapıda durmuş, bu dekora
büyülenmiş gibi bakıyorduk. Bu noktada İulia bile çarpıldı. Duvarda, çıplak bir
kadının resmedildiği koskoca, röprodüksiyon bir tablo vardı.
Ressam da mı oldun? Luis'e bakarken,
birden aklıma, aslında Luis'in var olmadığı fikri geldi. Daha çok hayali bir
kişi, bizim takımın bir buluşu gibiydi. Sanki hepimiz, bir kader anında, sırf
rahatlamak için onu yaratmıştık... Sanki yaşayan var olan bir insan değil de,
bir sanat eserinden dışarı çıkan bir kişi, bir kahramandı. Moshos, Luis'i deli
diye nitelendirdi. Doğuştan böyleymiş. Deli, uyumsuz, ahlaksız. Her zaman
böyleydi. Küçüklüğünden beri. Onu böyle hatırlıyormuş. Deli. Liakopulos bir
daha ağzını açmadı. Sadece bir an, tamam, doğuştan böyle ama herkesi ne kadar
etkilediğine bakarsanız, bütün bunları kendini kabul ettirmek için kullanıyor.
Kendi yarattığı efsanenin tuzağına düştü. Efsaneyi de iyi biliyor, dedi. İulia,
Luis'e toplum dışı ve tehlikeli sıfatlarını yakıştırdı. Bak, Martha. Galiba
onun yanında hepimiz acınacak haldeyiz. Bu kadar basit. Beş para etmeyiz. Bu
yüzden onu küçük görmek istiyoruz. Belki de Luis'ten korkuyoruz. Sana
katılıyorum. Biraz da vicdanımızı rahatsız ediyor. Sana katılıyorum. Bizi rezil
edebildiği için ondan kaçınıyoruz, boş lafları da bir kenara bırakalım çünkü
evet tehlikeli. Kabak onun başına patlıyor, yoksulluk içinde yaşayan o, biz
değil. Alt tarafı çılgınlığının bedelini kanıyla ödüyor. Üstelik yapılması en
zor şeyi başardığını da unutmayalım. Yani özgürlüğünü kaybetmeden, özgün,
olduğu gibi kalarak her tarafa uyum sağlamayı başardığını. Hepimiz bazen
Luis'in deliliklerine özendik ama mantık ve medeniyet bizi durdurdu. Ama hayır,
sadece şans da değil. Tabii her şeyi şansa bırakıp, suçu üzerimizden atmak
işimize geliyor ama her zaman mutlaka yapılan bir yanlış vardır. Şans, yanlışın
küçük ya da büyük olduğunu belirler ama yapılan yanlış şans eseri değildir.
İşler sandığım kadar basit değilmiş.
AH! BU NASIL HÜZÜN:
Biz sadece aydınların ya da bazı
uğursuz, dırdır eden, her şeyden şikâyet eden heriflerin ya da hayattaki
çeşitli zorluklarla açmaza düşen insanların uykusuzluk çektiğini sanıyorduk.
YÜRÜYÜŞ:
Hayatını keyfine göre yaşamayı başaran,
hoşuna gitmeyen her şeye bir tekme savuran bir insan. Luis bu. Bizlerse…
KÜÇÜK ŞEMSİYELER:
Düş ve çaresizlik dolu bir bakış.
VEDA:
Kuzen, son hesaplaşma anı bir gün herkes
için gelir. Bize de gelecek. Gelmeyecek mi? o anı ne kadar ileriye atsan da, ne
kadar seni ilgilendirmiyormuş gibi yapsan da, ne kadar "kim öle kim
kala," desende, krize tutulduğun an, o an yine yerden biter gibi karşına
çıkacaktır. En beklemediğin anda ortaya çıkar. Bazen hayalet ya da kâbus, bazen
birden yanına oturan, azarlayıcı, davetsiz, küstah, lanet olasıcanın nerden
bittiğini, ne istediğini bile sormaya cesaret edemediğin mükemmel giyimli bir
beyefendi şeklinde ortaya çıkar. Her neyse, nasıl olacağını bilmiyorum ama bir
şekilde mutlaka karşına çıkar, buna emin ol. Ne zaman garip, anlaşılmaz olaylar
yaşasan, ne zaman yüksek bir yerden, geceleyin, ışıl ışıl bir şehri ya da
karanlık bir denizi seyredip, sadece dalgaların böğürmesini dinlerken tek
başına ama gerçekten tek başına, hiçbir şey sakınmadığın ya da düşünmediğin
anda, kendinle yüz yüze olduğunda karşına çıkar. Demek ki kuzen, nerde, nasıl,
kiminle olursan ol, o anla karşılaşacaksın, bundan kaçamazsın. Zil zurna sarhoş
olsan da, üzerinde paçavralar olsa ya da kodaman biri olsan, kralların kralı
olsan da, o an gelir, gelmemesi olmaz. Kusma isteği gibi, kabarma, boğazında
yutulamayacak bir düğümlenme gibi ortaya çıkar, işte bu kadar. İstediğin kadar
dayılık taslayıp "Tek bir hayatımız var," "Boş ver, ha bir gün
önce ha bir gün sonra," de, kimseyi inandıramazsın. Bunları söylemiş olmak
için söylüyorsun, inandığın için değil. Kalbinde önemsiz küçük bir sızı, böbrek
ile karaciğer arasında derin, ani bir acı bile yeter, mesajı alırsın. Tabii
kriz anı geçer, sen de kurnaz olduğun için, ellerini mutluluktan ovuşturup,
"Kurtulduk," diyeceksin, "Bu değildi," deyip yine
unutacaksın. Tamam, ama ne sandın? Sadece uzatma aldın. Sakın aldanıp
"Tamam, bu kadardı, geçti," deme. Çekirge bir zıplar iki zıplar. Tam
büyük bir iş almışken, tam büyük bir sözleşme imzalamışken, birilerinden büyük
bir imza almışken, tam birini kazıklamışken, şak diye o lanet olasıca an ortaya
çıkar ve büyük olasılıkla o an, sondur, nihaidir, artık ne bahaneler, ne
kurnazlıklar işe yarar. Başkalarını aldatabiliriz, kendimiziyse asla. Ayrıca
dikkat et, sözünü ettiğim o acı da, bazen hiç haber vermeden genellikle de
geldiğinde hayatını, kişileri, olayları tekrar gözden geçirmen için çok geçtir.
Tabii o anda da ne kadar yanlış yaşadığını kabul edecek kadar erkek
değilsindir. Kısacası, paçanı kurtaramazsın kuzen. Ne yaparsın, hayat artık ne
kadar maskelerimizi düşürüp, gerçek, çıplak ve iğrenç yüzlerimizi ortaya
çıkarmış olsa da, yine de o buluşmalarımızda, içimizde "o eski güzel
günlerden" bir ateş, yanıp sönüyordu. Yaşamamış gibi hissediyorum. Anlıyor
musun? Yaşamadım. Her şeyden önce hayatımda hiçbir doğru dürüst kötülük
yapmadım, bir kötülük yapmaya cesaret edemedim, gerçekten birine zarar
veremedim. Bir kere bile. Gerçekten birilerine zarar vermiş olmayı isterdim.
Kendimi daha iyi tanımış olurdum. Ona zarar versem, o da benim karabasanım
olsun, canımı sıksın. Bu belki beni özgürleştirirdi. Şaka yapmıyorum, böyle
hissediyorum. Kötülük seni sertleştirir, seni evrenle kaos ile karşı karşıya
getirir. Ancak o zaman belki başkalarının iyilik yapmasını ne kadar çok
istediğini keşfedersin, kaosu bir düzene sokardın. Yine yaşamadım, hedefi
ıskaladım, ellerimin içinde gitti, kayıverdi, hayır hayat değil, hayatı nasıl
olsa yaşadık, yaşıyoruz, gidiyoruz, ama diğeriyse, o elle tutulamayan, aklının
bir köşesine, ruhunun derinliklerine attığın şey gidiverdi. İşin aslının orda
saklı olduğunu bilmene rağmen, onu düşünmek istemezsin, alıp atarsın, arşive
kaldırır, unutursun. Sen haklısın alçak herif. Sonunda unutulamıyor. Seni orda,
köşede bekler ve sözünü ettiğin kriz sana kazık atar. İnsan bir gün olgunlaşır.
Bu çok zaman alır ama olgunlaşır. Eskileri unut ve yukarıya, gökyüzüne bak.
Dolunay eksikti, işte şimdi ona da sahipsin.
HAYAT ARTIKLARI:
Bir ömür boyu beni kendine benzetmek
istiyordu. Kendine benzetmeye çalıştığın bir insanı nasıl sevebilirsin? Hayatım
boyunca davranışlarımızda bir anlam bulmaya çalışıyorum, neden bu şekilde
yaşıyoruz, neden insan hayvanlaşıyor, neden sefil düşüncelere, sefil duygulara,
sarılıyoruz, neden bu kadar sahtekârız. Kötülüğün ne olduğunu anlamak
istiyordum. Bir şeyler oluyor da insanlar birçok kez kötülüğü böyle
soğukkanlılıkla yapıyor, içimizde bir şeyler var. Zaten neden hayatın bir
anlamı olsun ki? anlama ne gerek var? Hiçbir anlamı yok. Olur, da hayata bir anlam
verirsen doğallığı öldürüp anlam içinde hapsolursun. Bir anlam aramaktan,
anlamdan konuşanları duymaktan bıktım. Onu engellemem yanlış. Böyle bir karar
alacak noktaya varıp, tam fırlayacağın anda birilerinin seni durdurması nasıl
bir şeydir bilir misin? Haytamız geçmiş, ona söylemem gerekeni söylememiştim.
UMUTSUZLUK YOLCULUK EDİYOR:
Bilmiş ol, insan her şeyi hesaplar.
Tahmin edemeyeceğin kadar çıkarcıdır. Sadece parayı kastetmiyorum. Tamam, her
şeyin içinde o da var. Sanki içinde, tabii kendi ölçülerine göre ya da
kişiliğinin ölçülerine göre milyonlarca bölüme ayırdığın görünmez bir mezura
koymuşsundur, o günden sonra da mezuran olmadan da tek adım atmazsın. Ölçüp,
hesaplayıp, eyleme geçersin. İnsanları ve eşyaları paramparça eder, onları çok
kolay yönlendirir, hatta onlar cellâtlarının kim olduğunu anlamadan, onlar
idama bile götürüp, idam edersin. Beyefendi sorumluluk taşımayan
egemenlerdendir. Hiçbir zaman kurbanın ona neden şu ya da bu şekilde
davrandığını öğrenemeyecek. Örneğin bilmem hangi bayana niye ona söz vermene
rağmen telefon etmediğini, onu sevmemene rağmen neden onunla evlendiğini ya da
onu sevmene rağmen neden onunla evlenmediğini asla öğrenemeyecek. Onların tümü
senin içinde, kafalarını kesene kadar ne alçakça dolaplar döndüğünü nerden bilsin.
Dışardan her şey dingin, insancıl, medeni gibi görünür ama bu arada bıçak
kemiğe dayanmıştır. Çok büyük ve kesinlikle çözümler, tartar ve ona göre eyleme
geçeriz. Birkaç saniyelik bir süre içinde aynı kişi ya da aynı şey için, bazen
lehine bazen de aleyhine olan sonsuz miktarda, binlerce çeşit, binlerce farklı
karar alırsın. Tabii bu kararlara başka bir şeyden değil yapılan yanlışlardan
varırsın. Yanlış, iğrenç, gülünç, insanlık dışı ya da tam tersi kararlar, ama
bu giderek daha ender olur. Tabii her seferinde de bu kararları kendi
hesaplarına göre alırsın. Bazen düşüncelerimizi engellemeye çalışırız.
Düşüncelerimizin ne kadar tüyler ürpertici, ne kadar pis ve adi olduğunu
görürüz. Şu adam ölse de ev bize kalsa, der ama bu düşüncemizi tekrar gözden geçiririz.
Evet, ama ölürse emekli maaşını kaybederiz,
deyip hemen başka bir karar alırız "Ölmesin," deriz. Sonra bu
düşüncemizden korkarız ama artık çok geçtir, o düşünce ete kemiğe bürünmüştür,
geri alınamaz. Tabii düşüncemizin açığa çıkmaması, kişisel arşivimizde, gizli
bölmelerimizde, dokunulamazlar arasında kalması, bizi kurtarır, birazda
rahatlatır. Sana tekrar söylüyorum: Sonsuza dek doğallığı, özgünlüğü yok ettik.
Samimiyet kalmadı. İnce hesaplar her şeyi rezil etti. Tamam, başka türlü olmaz,
biliyorum. Meşhur kendini koruma içgüdüsü seni önlem almaya zorlar. Ama Tanrı
aşkına, bizler o içgüdünün saflığını bozduk, çarpıttık, aldattık. Hayatında bir
kere olsun bir bahane bulmaya çalışma, bu ana önceden hazırlanma, bu anı
mahvetme. Cetvel ve hesapları bir kenara atıp, kaderine doğru git. Ömrün
boyunca istediğin şeyin zevkini çıkaracaksın. Hayatı canını sıkmıyordu. Hep
"Boş versene," diyordum. Buna
rağmen beyefendi, bir gün bütün bunların hesabını verirsin. Üstelik hesap
pahalıya da patlar.
BÖYLE... BÖYLE... BÖYLE:
Hikâyeler, eylemler, kuzen önemlidir.
Bunları hatırlayıp çocuklarına, arkadaşlarına anlatırsın. "Ama Luis,
hikâyeler bittiği zaman da hüzünlenirsin, için boş kalır. Belleğini doldurdukça
için boş kalır. Buna inanmıyorum." "Belki ama, bu başka türlü bir
boşluktur. Bilemiyorum. Sessizlik gibi. Sessizlik de hiç tam değildir".
Hayallerin bile ulaşamadığı yere gitmek istiyorum. O yeri hayal etmemiş olayım.
Orda hem derini, hem hücrelerini, hem de düşüncelerini değiştirirsin.
Manolopulos, hayatta her zaman bir risk vardır. Bırak bir keresinde de işler
bir sonuca varsın. Kimi aldatmaya çalışıyorsun? Düşüncelerinden pislik ve kötü
kokular çıkıyor. Böyle düşündüğün zaman ne kadar rezil olduğunu anlayabiliyor
musun?
Yatağın önünde ayakkabıları vardı. Uzun
topuklu, parlak, kadın ayakkabıları. Martha hiç alçak topuklu ayakkabı ile
yürümezdi. Sadece yüksek topuklu ayakkabı giyerdi. Belki de bu yüzden mağrur,
sallanarak, kışkırtıcı bir biçimde yürürdü. İçeri girdiğimde, Martha
yataktaydı, üzerini gri bir battaniyeyle örtmüş, sırtını dönüp, duvara
bakıyordu. Tekrar yatağa girmeye fırsat bulmuştu. Komodinin üzerinde bir konyak
şişesi ve yarısı boş bir bardak vardı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Yatağın
başucuna oturdum. Bana yer açmak için yatağın içine doğru kaydı. Üşüyordum.
Yarısı boş bardağı alıp içtim. İçim ısındı. Saçları kızıla boyalıydı ve kısa
kesilmişti, erkek saçı gibi.
İDAM:
Ne isterdim biliyor musun? Tanımadığım
bir insana, bir yabancıya âşık olayım, ama çile çekmiş bir insan olsun, yüzü,
gözleri buruş buruş bir insan. Ona baktıkça, "Bu insanı hayat, tuz, deniz,
acı, yiyip bitirdi," diyesin. Ezilmiş bir insan. Artık sadece böyle bir
insanı sevebilirim. Kariyerlerini düşünenlerden, başarılı olanlardan,
işadamlarından, sefillerden bıktım. Bu adamın yorgun, bıkkın, düzensiz adımları
olsun istiyorum. Parmaklarında da, alnında da damarları çok belirgin olsun.
Bilge bir insan olsun. Hiçbir şeyin hesabını yapmasın. İnsanların her şeyi
ölçüp tartmasını görmekten bıktım. Beni de bu küçük hesaplar yiyip bitirdi. Çile
çekmiş ama boylu poslu bir insan olsun. Uzun boylu olmasın ama öyle görünsün.
Seninle konuştukça gözünde büyüsün. Daha fazla hayal kurmasın. Hem hayaller hem
de kendimizi aldatmak bitsin. Bütün saçmalıklar bitsin. Hepsi. Hepsi bitsin.
Sen bir ömür boyu bir şuraya bir buraya doğru gidip geliyorsun, iki arada bir
deredesin, hiçbir yere dayanmıyorsun. Bazen hayatını mahvetmek için birilerinin
seni gönderdiğini düşünüyorum. Hayatında yaptığın hiçbir şey, istediğin
şeylerle bağdaşmıyordu. Tam o anda hayatımda ilk kez kendimi var olmamış, çöp
yığınına atılmış bir çöp gibi hissediyordum. Sanki bacaklarım yere basmıyor,
evrenle ilişkim kesilmiş, ilk kez bazı sınırların dışında, kendi bugünümden
uzakta gibiydim.
GÜNEŞ DE GENELEVİN ÜZERİNDEYDİ:
Şunu bilmek istiyordum: Ben mi olayları
zorlamıştım yoksa olaylar mı beni bir top gibi hikâyenin dışına fırlatmıştı?
İçimde geri sayım mı başlamıştı yoksa gidişim tesadüfler ve rastlantılar
sayesinde mi olmuştu? Bu hikâyede ipler kimin elindeydi? Olacak şey değil,
değirmen taşı seni öğütsün ama sen kimi seni oraya attığını bilme! O halde
bekleyeceğim. Sadece onu beklemek bana umut ve yaşama isteği, hikâyelerim de
sana anlatma hevesi veriyor. Luis ses duvarını aştı, boktan hayatımızdaki bütün
bahanelerimiz alaşağı etti, öldüğünü bile kabul etsek, şu ada adını unuttuğum
bir şairin dediği gibi "Mezarının üstünde kuşlar uçacaktır." Ama siz
kurnazlar daha çok faka bastınız. Salakların, aşağılık heriflerin,
palavracıların yükseldiğini gördüğünüzde, kendinize çeki düzen vereceğinize,
halay çekmeye başladınız. "Biz de varız," deyip, bokların içine dalış
yaptınız. İdeolojiniz, vatan, aile, din palavralarınız da sizin bahaneleriniz,
mazeretleriniz, özürlerinizdi. Palavra ve bok. Ama aşağılık heriflerle de
özdeşleşmediniz, en azından tamam deyip, sizi öyle kabul edip, en azından o
tarafa geçtiler, diyecektim. Bir de yüksekten atıyor, güya bu işlerin
uzağındaymış rolünü oynuyordunuz. Hem oradaydım hem burada. Her şeyin içinde,
palavracı, amfibi hayvanlar. Amfibi hayvanları bilir misin? Basamakları
çıktığınızı sanıyordunuz, ama faka bastınız, bodrum basamaklarını çıkıyordunuz.
Bir bodrumdan diğerine kuzen. Bir gün yukarıya vardığınızda da ne bulacağınızı
sanıyorsunuz kuzen? Kanalizasyon mazgalı bulacaksınız ama artık mazgalı açıp,
ışığa, temiz havaya çıkmaya yüreğiniz olmayacak. Ama yazık kuzen, yazık çünkü
bir yazarın da dediği gibi, insan iyi ve hassas bir buluştu. Belki de sana
bütün yaşadıklarımı, üstelik böyle karmakarışık, düzensiz bir şekilde
anlatmamın tek nedeni, bütün bunların benim için bir başka ağırlık, bir başka
anlam kazanmalarını sağlamak ve senin de uzaktan, daha fazla anlayışla, daha az
duyguyla, sanki ne sen (sen zaten değilsin) ne de ben (içinde olmama rağmen)
olayların içinde değilmişiz gibi bizleri değerlendirmen içindir. Artık istesem
de istemesem de beni sen değerlendireceksin. Bunu diliyorum, çünkü artık
yalanlar sona erdi, gerçi ben hiçbir şeyin de başlamadığına inanmıyorum.
Bitiyormuş gibi görünür, başlıyormuş gibi görünür. Aslında her şey tekrar
yoluna girer, hem içimiz, hem etrafımız, hem insanlar, hem olaylar her şey bir
gün dengelenir. Dengelenip, dingileşir. Tıpkı deniz gibi. Bu yüzden denizi
severdi Luis. Hacikiryakio'da, Barba Lambros'un meyhanesinde birlikte uzo içip,
yukarıdan, açık denizde hareket eden denizi seyrederken, Luis her seferinde
"Kuzen, denizi hiç hareketsiz göremezsin. Ama denizi dingin
görebilirsi!" derdi.
Arka Kapak:
‘Mourselas’ın duvar resmi, Hieronymus
Bosch’un tablolarına benziyor: İçinde bir sürü kadın ve erkek, bir sürü farklı
an ve durumda resmedilmiş! Bu tablonun içinde, yıkıcılığa varan bir mizah
anlayışıyla insan manzaraları sergileniyor. İnsanların aşk, sosyal, seks
yaşamları, bazen acımasızca, bazen de insancıl ve şefkat dolu bir yaklaşımla
betimleniyor. Fondaysa müthiş bir berraklıkla siyasi görünümün ana hatları
çiziliyor. Mourselas’ın kitabı anlatılmaz. Okunu. Tadı çıkarılır. Bu kitabı
edinin. Kostas Stamatiou
Kostas Mourselas'ın "Kızıla Boyalı
Saçlar" dalı yapıtı okura meydan okuyan, okuru uyaran, kızdıran bir roman,
erotik, duygusal, bayağı, çirkin, dehşet verici... Yalın anlatımı olan, mizah
dolu, alaycı, sert eleştirilerle dolu bir kitap. Asıl olarak da, egemen sisteme
ve o sistemi bir nedenle içselleştirenlere karşı müthiş bir eleştiri.
Çağdaş Hamletler, zorbalar, kutsallaştırılan
serseriler, fahişeler, genelevler, mahalleler, gecekondular, erkek delisi
kadınlar, üçkâğıtçılar, küçük burjuvalar, eski solcular, geçmişin idealistleri
olan günümüzün "başarılı" işadamları, dolandırıcılar, rezil kişiler,
insanlara değil aynadaki görüntülerine âşık olanlar, bir dönemin ve insanların
resmi.
“… Sefil düşünceler ve
küçüklükler arasında kaybolup, hayattaki büyük sırrı çözemedik, soru da
cevapsız ve acımasız kalakaldı: Nasıl yaşadın, neden öyle yaşadın, neyi
yapabilecekken yapmadın, başka bir yol, başka bir anlam arıyordun, yanlış
zilleri, yanlış kapıları çaldın, yanlış yollara saptın, yanlış insanları
sevdin, yanlış yataklarda uyudun, yanlış evlerde yaşadın. Neden hayal
ettiklerini, düşündüklerini bu kadar küçümsüyorsun?...”
İnceleme Notu:
Yazarının “insan özgürlüğüne yazılmış
bir övgüdür” diye tanımladığı kitap hiçbir sayfasında, hiçbir satırında bu
sözün hakkını vermekte cimri davranmazken, sisteme, dönemlere, olgulara ve
kişilere meydan okuyan Mourselas giriştiği iç hesaplaşmanın içerisine okuru da
çekmeyi ustalıkla başarıyor.
Luis adlı bir anti kahramanın etrafında
dönen olaylar bize Yunanistan’ın resmi olmayan tarihinde bazen yumruklarımızı
sıkarak, bazen kahkaha atarak, bazen de nefes nefese kalarak küçük bir gezinti
fırsatı tanıyor.
Bu gezinti sayesinde “Nazi İşgali”
ardından yaşananları, iç savaşı, her devrin adamlarını, uzo’yu, melekleri,
muhbir vatandaşları, varoşları, fişlenmeleri, tavernaları, temiz kâğıtlarını,
sisteme küfür ederken sistemin ta içine ne zaman çekildiklerini fark
etmeyenleri öğrenip, cunta rejimine, idamlara, eski solculara, işbirlikçi
ispiyonculara, küçük burjuvalara; varoşlara, gecekondulara, genelevlere,
fahişelere, serserilere, dolandırıcılara yakından bakabiliyoruz “fonda çalan şarkılar ne kadar da tanıdık...”
demekten alıkoyamıyoruz çoğu zaman kendimizi.
Luis ve arkadaşları.
Peki, kim bu Luis?
Luis;
Peki, kim bu Luis?
Luis;
Bazılarının nefret edeceği, aynı kentte
oturmak bile istemeyeceği, bazılarının çok seveceği, “arkadaşım olsaydı be”
diyeceği, bazılarının da “O” olmak isteyeceği kişidir.
Sırf küçük bir ispiyon yüzünden bir
kadını nikâh masasında bırakabilecek, bir beladan kurtulmak için ifşa ettiği
gerçekle cinayete sebep olabilecek biridir.
Meteliğe kurşun atarken hayatını
kurtaracak (!) olan “drahoma”ya defalarca sırtını çevirebilecek, arkadaşı için
cebindeki son kuruşa kadar harcayıp evine yürüyerek dönebilecek olandır.
Seni tüm korkaklıklarınla
yüzleştirebilecek, her kaçtığında bunu yüzüne vurabilecek, bir anda yıllarca
ortadan kaybolabilecek gölgedir.
Annelerin kesinlikle nefret edeceği,
babaların büyük olasılıkla seveceği bir serüvencidir.
Her şeyi ardında bırakıp bir sirk cambazının peşinden giderken gözünü bir an bile kırpmayandır.
Her şeyi ardında bırakıp bir sirk cambazının peşinden giderken gözünü bir an bile kırpmayandır.
Zorba’nın “Bre! Bir kadın yatağına
çağırsın da sen gitmeyesin… Ruhun mahvoldu demektir! Bu kadın, Allah’ın büyük
mahkemesinde içini çekecektir ve kadının bu iç çekişi, kim olursan ol, ne kadar
iyilik yapmış olsan da seni Cehenneme attırır!” (**) sözünü şiar edinmiş
hemşerisidir.
Koltuklarımıza, kravatlarımıza,
unvanlarımıza, zamana, korkularımıza tonlarca ağırlıktaki zincirlerle bağlı
olan bizlerin çekip gidebilen yarısıdır, hiçbir zaman tamamlanmayacak olan.
Kavafis’in şiirleriyle tanışıp kendi İthaka’sına sayısız sefere çıkandır.
Dile ki uzun sürsün yolun.
Nice yaz sabahları olsun,
Eşsiz bir sevinç ve mutluluk içinde
Önceden hiç görmediğin limanlara girdiğin!
Durup Fenike’nin çarşılarında
Eşi benzeri olmayan mallar al,
Sedefle mercan, abanozla kehribar
Ve her türlü baş döndürücü kokular;
Bu baş döndürücü kokulardan al alabildiğin kadar;
Nice Mısır şehirlerine uğra,
Ne öğrenebilirsen öğrenmeye bak bilgelerinden.
Hiç aklından çıkarma İthaka’yı.
Oraya varmak senin başlıca yazgın.
Ama yolculuğu tez bitirmeye kalkma sakın.
Varsın yıllarca sürsün, daha iyi;
Sonunda kocamış biri olarak demir at adana,
Yol boyunca kazandığın bunca şeylerle zengin,
İthaka’nın sana zenginlik vermesini ummadan.
Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka.
O olmasa, yola hiç çıkmayacaktın.
Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka (***)
Luis bunlardan hiçbiridir yahut hepsidir ama birkaçı değil.
İşte bu yüzden ondan ya nefret edersin ya da çok seversin, asla biraz değil...
(*) Kitabın kahramanı Luis’in sevdiği kişilere hitap şekli.
(**) Nikos Kazancakis / Zorba
(***) Konstantinos Kavafis / İthaka (Çev. Cevat Çapan)
Yine Kostas’tan işittiğimize göre; Luis
trenle yolculuk etmeyi tercih ediyor, uçaklardan hazzetmiyor. Zaten hiçbir
zaman da uçakla yolculuk edecek kadar parası olmuyor. Ama parasız bir adam
derken boş gezenin boş kalfası, aylak bir adam da değil asla. Bir mesleği ve kimileyin
cebinde tek bir kuruşu olmasa da farklı farklı işlerde çalışmaya çalışırken
görüyoruz Luis’i. Her telden çalıyor; yeri geliyor kuaför, kuyumcu, kitap
satıcısı, heykeltıraş oluyor; yeri geliyor gemi kaptanı, asker… Hatta sihirbaz
olmaya bile soyunuyor. Ama memur olmak, kart basmak, kravat takmak, düzenli
çalışma saatleri kesinlikle ona göre değil. Ve şu var ki hangi işle meşgul
olursa olsun asla kimseye boyun eğmiyor Luis; keyif alacağı işlerin peşinden
koşuyor, özgürlüğünden kesinlikle taviz vermiyor.
“Kısacası, yıkıcı, öldürücü bir kişi
diyebilirim”
Lakin şunu
da söylemek gerek; Luis aynı zamanda tehlikeli de bir adam. Eminim hiçbir anne,
çocuğunun böyle her aklına eseni yapan bir adamla arkadaşlık etmesini
istemeyecektir –tıpkı Kostas’ın annesi gibi-. Çevresindeki herkesi adeta
büyüleyen bu adam, garip ama hem örnek alınması hem de kaçınılması gereken
biri. Bu noktada Kostas’a kulak vermek gerek. Bakın Luis’i taparcasına
sevdiğinden bahsederken neler söylüyor Kostas: “(…) Bu tam olarak taparcasına sevmek
değil. Aslında sadece taparcasına sevmek değil, sadece hayranlık da değil.
Şaşkınlık, hayranlık biraz da kıskançlık. Belki. Uygun sözcüğü bulamıyorum. Ama
ne olursa olsun bu adam sihirli bir şeyler yayıyor etrafına. Etrafındakileri
büyülüyor. Hayatın ne kadar önemli olduğu konusunda birilerini inandırmaya
çalışıp, bu görüşümü destekleyecek kanıtlar aradığımda, tıpkı şu an sana
anlattığım gibi Luis’in hikâyelerini anlatmaya başlarım. Ama birisini hayatın
içinde saklı olan tehlikeli yollardan korumak istediğimde de yine Luis’in
hikâyelerine başvururum. Yani Luis, benim için hem örnek alınması gereken hem
de kaçınılması gereken biri. Kısacası, yıkıcı, öldürücü bir kişi diyebilirim.
Bu yüzden onun yakın dostlarından bazıları, en azından toplumda kabul edilen
anlamıyla, başlarını yaktılar ve hiçbir zaman bir baltaya sap olamadılar (…)”
Ayrıca şunu da belirteyim; Luis’i daha iyi anlayabilmek için ‘yoldan çıkarmaya’
çalıştığı Kostas’ı da daha yakından tanımanız gerekiyor. İstemediği bir kadınla
parası ve anne baskısı yüzünden evlenen, kariyeri için türlü tavizler veren,
düzenin istediği gibi bir adam olan ve aslında hayatı ıskalayan ‘anlatıcı ses’
Kostas, başlı başına bir yazı konusu. Kitabı okursanız onunla da bilahare
tanışacaksınız ve Luis’e biraz daha farklı bir gözle bakacaksınız…
Bu, kitabın
deli mi akıllı mı, başa bela mı yoksa iyi bir dost mu, iyi mi kötü mü bir türlü
karar veremediğiniz kahramanı Luis ve elbette onun tüm hikâyeleri için
yapılabilecek en iyi özetleme bence. “Kızıla Boyalı Saçlar”, hayatlarının
baharında denilebilecek bir grup gencin hayli çılgın, hesapsız, biraz
başıbozuk, çokça erotik maceralarını silsileler halinde anlatıyor. Kışladan
tavernaya, gecekondu mahallelerinden kalantorların yatlarına, mutaassıp bir
mahalleden bir genelevin bekleme salonuna dönüp duran hikâyelerde belki de
değişmeyen tek şey Luis’in tavizsiz bir şekilde özgürlüğüne sahip çıkışı.
Romanın anlatıcısı Kostas, Luis’le maceralarını en ince detayına kadar anlatır.
Luis hayatına giren insanların bir daha çıkmasına izin vermemesiyle ünlüdür.
Aradan yıllar geçse bile onların peşine düşer ve neler yaşadıklarına, neyken ne
olduklarına dair merakını gidermeden pes etmez. Bunun için ne gerekirse yapar
ve bazen göze aldıkları korkutucu, itici, “yok artık” dedirten türden olabilir.
Ama Luis, şu “şeytan tüyü var” denilen insanlardan: ona kızmak, onu yargılamak,
ona sırtınızı dönmek kolay kolay gelmiyor içinizden. İşte bu nedenle her
maceranın ardında daha bir merakla, “yine ne haltlar karıştıracak bakalım bu
hergele” diyerek okumaya devam ediyorsunuz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder