İnsan arzuyla doğar; eksikliğin farkındalığıyla büyür ve tamamlanma hayaliyle yaşar. Fakat bu hayal, çoğu zaman bir sınavın kılığına bürünür. Zira bu dünyada neyi çok istersen, o şey seni sınar; seni bekletir, seni yorar, seni dönüştürür. İstek, yalnızca bir yöneliş değil, aynı zamanda bir yükümlülüktür. Ve insan, en çok istediği şeyin ağırlığını taşımaya hazır değilse, o arzu bir nimet değil, bir mihenk taşına dönüşür.
İmtihan, dışsal bir engel değil, içsel bir çatışmadır. Çok istenen şey, insanın en zayıf noktasını hedef alır; sabrını, sadakatini, niyetinin saflığını ölçer. Bir sevgiyi, bir başarıyı, bir huzuru çok istemek, o şeyin gölgesinde yaşamayı göze almak demektir. Ve gölge, ışığın yokluğu değil, ışığın sınırıdır. İnsan, arzunun gölgesinde kaldığında, kendi hakikatinden uzaklaşır; çünkü çok istemek, bazen körleşmektir—görmek değil, sadece ulaşmak ister hâle gelmektir.
Bu yüzden, çok istenen şey bir ödül değil, bir aynadır. O aynada insan, kendi sabırsızlığını, kendi zaaflarını, kendi tutkusunun sınırlarını görür. İmtihan, arzunun kendisi değil, o arzuyla ne yaptığıdır. Bekleyebiliyor mu? Vazgeçebiliyor mu? Kirletmeden sahip olabiliyor mu? İşte bu sorular, arzunun etrafında örülen sınavın gerçek sorularıdır. Ve bu sorulara verilen cevaplar, insanın içsel olgunluğunu belirler.
Sonuçta, bu dünyada neyi çok istersen, o senin imtihanındır; çünkü o şey, seni sen yapanla seni senden uzaklaştıran arasındaki çizgiyi belirler. Arzunun peşinden gitmek, bir yolculuktur; ama bu yolculukta kaybolmamak, niyetin berraklığına bağlıdır. İmtihan, arzunun karşısında değil, arzunun içinde gizlidir. Ve insan, o gizli sınavı geçebildiğinde, istediği şeye değil, hak ettiği şeye ulaşır.