28 Mart 2014 Cuma

rainy days


Yağmurlu günler, zamanın ritmini değiştiren nadir anlardan biridir; gökyüzünün içe döndüğü, doğanın kendi üzerine kapandığı bir melankoli hâlidir. Güneşin yokluğu, yalnızca ışığın eksikliği değil, aynı zamanda dış dünyanın taleplerinden arınmış bir içsel boşluk yaratır. Bu boşluk, insanın kendine dönme cesaretini bulduğu bir aralıktır. Yağmur, dışarıyı silerken içeriyi belirginleştirir; her damla, dışsal olanı yıkarken içsel olanı ortaya çıkarır.

Camın ardında süzülen su izleri, zamanın görsel bir metaforudur. Her iz, bir düşüncenin, bir hatıranın, bir pişmanlığın izini taşır. Yağmurlu günler, belleğin en derin katmanlarını harekete geçirir; çünkü dışarının gri tonları, zihnin gölgeleriyle uyumlanır. Bu uyum, bir tür içsel yankılanmadır: insan, dışarıdaki yağmurda kendi içsel fırtınasını duyar. Sessizlik, burada bir eksiklik değil; anlamın yoğunlaştığı bir alan hâline gelir.

Yağmurun sesi, dış dünyanın gürültüsünü bastıran bir içsel müzik gibidir. Bu ses, düşüncenin ritmini belirler; hızlı değil, ağır ve derin. Yağmurlu günlerde yazılan cümleler, daha uzun, daha içe dönük, daha kırılgandır. Çünkü bu günler, insanın kendini dış dünyadan soyutlayarak varoluşuna temas ettiği anlardır. Yağmur, burada bir doğa olayı değil; bir düşünce biçimi, bir ruh hâlidir. Her damla, bir kelimenin öncesidir; her gök gürültüsü, bir cümlenin yankısı.

Ve nihayet, yağmur diner. Geriye yalnızca ıslak sokaklar, ağırlaşmış yapraklar ve durulmuş bir gökyüzü kalır. Ama insan, artık aynı değildir; çünkü yağmurlu günler, yalnızca dışarıyı değil, içeriyi de yıkamıştır. Bu günler, varoluşun en çıplak hâline temas eden anlardır. Yağmur, insanın kendine dönme ihtimalidir; sessiz, sabırlı ve dönüştürücü. Çünkü bazen en derin değişim, en sessiz yağışla başlar.

27 Mart 2014 Perşembe

pencere


















Pencere, mimarinin en sessiz ama en anlamlı jestidir; bir duvarın suskunluğunu delen, içeriye dışarının ihtimalini taşıyan bir açıklıktır. O, yalnızca ışığın geçişine izin veren bir yapı öğesi değil, aynı zamanda varlık ile mekân arasındaki geçirgenliğin metaforudur. Pencere, içeridekiyle dışarıdakini ayırmaz; aksine, birbirine temas ettirir. Bu temas, görsel bir geçişten öte, düşünsel bir sızmadır: dışarının kaosu içeriye sızar, içerinin düzeni dışarıya taşar.

Her pencere, bir bakışın doğduğu yerdir. İnsan, pencereye yöneldiğinde yalnızca dışarıyı gözlemlemez; aynı zamanda kendi içsel boşluğuna da bakar. Camın ardında görülen manzara, çoğu zaman zihnin yansımasıdır. Yağmurlu bir sokak, melankolinin izdüşümüdür; güneşli bir bahçe, umutların çağrısı. Pencere, bu yönüyle bir aynadır: dışarının görüntüsünü sunarken, içerinin duygusunu yansıtır. Bakmak, burada bir eylem değil, bir içsel yolculuktur.

Pencereyi açmak, yalnızca havalandırmak değildir; bir tür teslimiyettir. Dışarının sesine, kokusuna, rüzgârına izin vermek; içeriye müdahale edilmesine razı olmak. Bu razılık, kontrolün bırakılmasıdır; çünkü pencere, açıldığında mekânın sınırlarını belirsizleştirir. İçerisi dışarının bir parçası olur, dışarısı içerinin. Bu geçiş, mimari bir olaydan çok, varoluşsal bir açıklıktır. Pencere, insanın kendini dünyaya açma cesaretidir.

Ve nihayet, pencere kapanır. Camın ardında kalan dünya, artık yalnızca bir görüntüdür; ses yok, dokunuş yok. Bu kapanış, bir tür içe dönüşü simgeler. İnsan, dışarının karmaşasından uzaklaşır, kendi iç sessizliğine döner. Ama pencere oradadır hâlâ; bir ihtimal olarak, bir kaçış olarak, bir temas noktası olarak. Çünkü pencere, mekânın değil, zihnin açıklığıdır. Ve her açıklık, bir düşüncenin doğum yeridir.

25 Mart 2014 Salı

street lights










Sokak lambaları, kent dokusunun en sessiz tanıklarıdır; gündüzün gürültüsüne sessizce katlanan, gecenin karanlığına ise titrek bir dirençle karşı koyan ışık sütunları. Onlar, yalnızca birer aydınlatma aracı değil; zamanın, yalnızlığın ve bekleyişin sembolleridir. Her biri, bir kavşakta unutulmuş düşüncenin, bir kaldırımda oyalanan hayalin gölgesini taşır. Işıklarının altında yürüyen bedenler, çoğu zaman kendi iç karanlıklarına eşlik eder; çünkü sokak lambası, dışarıyı değil, içeriği aydınlatır.

Geceyle birlikte sokak lambaları yanar; bu yanış, bir tür varoluşsal uyanıştır. Gündüzün görünürlük takıntısı yerini geceye, yani bilinmeyene bırakırken, sokak lambası bu bilinmeyenin içinden bir anlam devşirmeye çalışır. Işığı, karanlığı yok etmez; onu biçimlendirir. Bu biçim, insanın zihninde yankılanan sorulara benzer: net olmayan ama yön gösteren, keskin olmayan ama varlık kazandıran. Sokak lambası, bu yönüyle bir düşüncenin metaforudur—karanlıkta beliren, tam görünmeyen ama hissedilen.

Sokak lambalarının ışığı, yalnızca fiziksel bir aydınlık değil; aynı zamanda bir duygusal eşiktir. Aşıklar bu ışığın altında vedalaşır, yalnızlar bu ışığın altında bekler, kaybolmuşlar bu ışığın altında yön arar. Her lamba, bir sahne gibidir; oyuncuları değişse de duygular sabittir. Işık, burada bir göz değil, bir tanıktır; sessiz, tarafsız ama derinlemesine gören. Sokak lambası, kent yaşamının en dürüst aynasıdır; çünkü onun ışığında hiçbir şey süslenmez, her şey olduğu gibi görünür.

Ve sabah olur. Sokak lambaları birer birer söner; bu sönüş, bir kapanış değil, bir geçiştir. Gecenin düşünsel yoğunluğu, gündüzün işlevsel telaşına bırakılır. Ama sokak lambası, gece boyunca biriktirdiği hikâyeleri saklar; bir sonraki karanlıkta yeniden anlatmak üzere. Onlar, kentlerin hafızasıdır; ışıkla yazılmış, sessizlikle okunmuş birer şiirdir. Ve biz, her gece onların altında yürürken, kendi iç metnimizi yeniden okuruz.

24 Mart 2014 Pazartesi

teddy bears


Teddy bear, insanın duygusal tarihine sinmiş en sessiz tanıklardan biridir; çocukluğun kırılganlığını, yalnızlığın biçimlenmemiş dilini ve korunma arzusunun somutlaşmış hâlini temsil eder. Onun pelüş dokusu, dış dünyanın sertliğine karşı bir yumuşaklık önerir; gözleri, konuşmayan ama gören bir varlığın sabrını taşır. Ayıcık, yalnızca bir oyuncak değil; insanın en savunmasız hâliyle kurduğu ilk ilişki biçimidir. Bu ilişki, zamanla unutulmaz; çünkü ayıcık, unutulmak için değil, saklanmak için vardır.

Bir teddy bear, çoğu zaman konuşmaz ama her şeyi duyar. Onun sessizliği, bir tür içsel yankıdır; çocuklukta kurulan bu sessiz bağ, yetişkinlikte bile çözülmeyen bir duygusal düğüm olarak kalır. Ayıcık, travmanın, özlemin ve hayalin taşıyıcısıdır; onunla kurulan ilişki, dışsal değil içseldir. Çünkü insan, en çok konuşamadığı şeyleri ayıcığına anlatır. Bu anlatı, kelimelerle değil, temasla kurulur; pelüş bir yüzeye bırakılan gözyaşı, çoğu zaman bir cümleden daha anlamlıdır.

Teddy bear, zamanla bir nesne olmaktan çıkar; bir hafıza mekânına dönüşür. Onun varlığı, geçmişin izlerini taşır; kokusu, dokusu, hatta yıpranmışlığı bile bir zamanın tanığıdır. Bu tanıklık, yalnızca bireysel değil, kültürel bir anlatıdır. Ayıcık, modern toplumun çocuklukla kurduğu ilişkiyi de temsil eder: koruma ile kontrol arasında salınan bir duygusal ekonomi. Onun varlığı, hem bir güvenlik simgesi hem de bir bağımlılık metaforudur; çünkü insan, en çok kendini korunduğu yerde unutmak ister.

Ve nihayet, teddy bear bir gün bir kutuya kaldırılır, bir rafa yerleştirilir ya da bir başkasına verilir. Ama bu ayrılık, bir kopuş değil; bir dönüşümdür. Ayıcık, artık bir çocukluk nesnesi değil, bir içsel arşivdir. Onunla kurulan ilişki, zamanın ötesine geçer; çünkü pelüş bir ayı, insanın en çıplak hâliyle kurduğu ilk bağdır. Ve bu bağ, ne yıpranır ne silinir—yalnızca sessizleşir.

22 Mart 2014 Cumartesi

Zaman-Uzam-Hız İlişkisi



Birçok Amerika ve Avrupa üniversitelerinden onursal doktora ödülü alan Albert Einstein, bu üniversitelerin yanı sıra uzak doğuda dersler verdi. Dünyanın belli başlı bütün akademilerinin üyelik ve fahri üyeliklerine kabul edildi ve sayısız ödülün sahibi oldu. Onun zaman ve hız ilişkisi üzerine olan kuramına bir göz atalım:
“Hareketi ölçmek için bizim kullandığımız saatleri temel alamayız. Her cisim ve varlık, hızı ölçüsünde zamanın ritmini değiştirir. Işık hızının yüzde seksen yedisi bir hızla giden uzay gemisinde zaman, yerde olduğundan iki kez daha yavaş geçecektir. Bu hızın yüzde doksan dokuza ulaşması halinde ise zamanın yavaşlaması on misli artacak, yani gemide bir ay yeryüzünde hemen hemen bir yıla eşit olacaktır.
Hani ikiz kardeşlerden biri, böyle bir uzay gemisine binip ışık hızına yakın bir hızla iki yıl kadar dolaşsa, geri döndüğünde, kendisi sadece iki yıl yaşlandığı halde, ikiz kardeşini sakalı bir karış uzamış, beli bükülmüş bir ihtiyar olarak bulacaktır.
Uzayda hareket eden cismin boyu da hızına bağlı olarak değişmektedir. Hareket halinde, diyelim on metre boyunda bir tramvay, hızı ölçüsünde hareket ettiği yönde boyu kısalır. Hızı ışığın yüzde doksanına yaklaştığında uzunluğu yarıya, yani beş metreye iner. Hız ışık hızına ulaştığında ise cismin kütlesi kaybolur, enerjiye dönüşür ve zaman durur. Demek ki, bir cisim ışık hızına ulaştığında kendini zaman, uzam ve kütle bağlılığından koparmış oluyor” .

21 Mart 2014 Cuma

yaşam dersi



Kızılderili bilge kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlarmış. Köpeklerden biri beyaz, diğeri siyahmış ve genç torun o köpekleri dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlarken görürmüş hep. Çocuk, dedesinin kulübesini korumak için neden bir değil de iki köpeğe ihtiyaç duyduğunu merak edermiş. Üstelik niye siyah ve beyaz köpek? Dede, torununa onların kendisi için sembol olduğunu söylemiş. " Onlar benim için iyiliğin ve kötülüğün simgesidir” demiş. "Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları." Çocuk merak etmiş. "Peki, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?" Dede, bilgece bir gülümsemeyle bakmış torununa. "Hangisi mi evladım? Ben hangisini daha iyi beslersem!” Bu köpeklerin besini düşüncelerimiz. Her birimizin Kızılderili bilge gibi kapımızın önünde sürekli boğuşan siyah ve beyaz köpeği var. 
“Eğer sıkça işlerin kötüye gideceğini söylüyorsan kâhin olma şansın yüksektir” demiş Isaac Singer. Hayat sıkça barındırdığımız düşüncelerimizi bize yansıtan dev bir ekrandır. Neden? Üç boyutlu realitede düşüncelerimizi somut olarak yaşayarak deneyim kazanmamız için. Hayata olumsuz baktığımız sürece sağlıklı mutlu ve huzurlu olmak imkânsızdır. Hayat daha fazla acı çekene ödül vermiyor çünkü. Tersine, madem bu kadar çok seviyorsun olumsuz bakmayı, al sana biraz daha aynısından diyor. Zihin her gün sağlıklı düşüncelerle kurulan bir saat gibidir. Kurulmazsa bir süre sonra çalışmasını durdurur. Bize sürekli yanlış saati gösterir. O saatin günde iki kez doğruyu göstermesine kanmak büyük yanılgı.
Her şey ama her şey bizim düşüncelerimizin sonucu. Düşündüğümüzü oluruz. Yere düştüğümüzde bile düşüncelerimizi değiştirmek mümkün. Çünkü sırtımız yerdeyken bakacağımız tek yer yukarısıdır. Tabii gözümüzü kapamazsak. Kendisine acıyan, karamsar, şikâyet etmeyi huy haline getiren insana bunun kendi seçimi olduğunu anlatmaya çalıştığın oldu mu? Senin her yardım çabana o mazeretlerle yanıt verecektir. Kendisinin ne kadar haklı ama bir o kadar da şanssız ve talihsiz olduğunu kanıtlamaya çalışacaktır. Bu tür insanın bakış açısını değiştirmesine yardımcı olmaya çalışmak tam anlamıyla değerli anların ziyan edilmesidir. Zamanı ziyan etme lüksümüz yok çünkü hayat çok kısa. İnsanlar için elinden geleni yap. Ama akıntıya karşı kürek çekmeden ve kendini paralamadan. Yoksa o kişi seni aşağıya çekecektir.
Dağa tırmanmaya ya da denizin derinliklerine dalmaya serüven diyoruz. Gerçek serüven günlük hayatın engelleri karşısında yeni olanaklar aramak, bilinmeyen karşısında potansiyel kaynaklarımızı ortaya çıkararak test etmek, kendi özgün yeteneklerimizi keşfetmektir. Kimi her zorluk içinde olanakları görür, kimi her olanak içinde zorlukları. Bir şeyden hoşlanmıyorsan değiştir, değiştiremiyorsan tavrını değiştir. Şikâyet etmek bugüne kadar sana ne kazandırdı?
Çoğumuz aslında günlük yaşıyoruz. Yarının ne getireceğini bilmeden. Kendi hayatımızın senaryosunda kurban da olabiliriz kahraman da. Kendimize verdiğimiz rolü biz biçiyoruz. Yüreğin ve düşüncelerin iyimser yaklaşımının mucizesini hiçbir ilaç sağlayamaz. İyileşecek hasta “Kendime nasıl yardımcı olabilirim?” der. Hastalığına sığınan kişi ise, “Bütün bunları yapmak zorunda mıyım?” der. Kendini iyileştirmek bile bir yüktür onun için. Zaten kendi sorumluluğunu üstlenen kişi, hastalığı da sağlığı da yaratanın kendisi olduğunu bilir. Hayat aksiyonu sever. Ayağa kalkıp yürüdüğünde bir şeylere takılmak doğaldır. Sadece oturduğu yerde oturan insanın ayağı hiçbir şeye takılmaz. Tabii buna hayat denirse. Hayatın kimseye borcu yok. O biz yokken de buradaydı. Bizden sonra da olmaya devam edecek. İyi ve kötü günü belirleyen sadece ve sadece tutumumuzdur. İnsanlar arasındaki farkı belirleyen de budur.
“Olumlu tutum bütün sorunlarını çözmez ama insanı yeterince rahatsız edeceği için çabaya değer” diyor bir komedyen. İnsanın, kimsenin elinden alamayacağı son özgürlüğü her koşulda tutumunu kendisinin seçmesidir. Geçmişi değiştiremeyiz ama geçmişe bakış açımızı değiştirebiliriz. İnsanların davranışlarını değiştiremeyiz ama onlara bakış açımızı değiştirebiliriz. Başımıza gelen bazı şeylerden kaçamayız ama elimizde kalan tellerle kemanımızı farklı bir notayla çalmayı seçebiliriz. Verdiğimiz tepkilerle karakterimizi inşa ederiz. İnsanlar arasındaki fark çok küçük. Olaylara yaklaşım farkı. Ama sonuçları çok büyük. Saygı duyduğun insanla acıdığın insan arasında farkı yaratan da bu. Özgüven ve özsaygı denilen şey de bu.

20 Mart 2014 Perşembe

Vipassana Farkındalık Meditasyonu



Vipassana, "Olanı olduğu gibi görmek" demek. Hindistan'ın en eski meditasyon yöntemlerinden biri Vipassana meditasyonu, içgörü ve farkındalık meditasyonu olarak da bilinir. Bu teknik, 2500 yıldan daha uzun bir süre önce Gautama Buddha tarafından yeniden keşfedilmiş ve evrensel hastalıklara evrensel bir çare, yani bir "yaşama sanatı" olarak öğretilmeye başlanmıştır. Buda'nın keşfetmiş olduğu nefes izleme yöntemine de bu isim verilir. Vipassana, "Olanı olduğu gibi görmek" demek. Hindistan'ın en eski meditasyon yöntemlerinden biri Vipassana meditasyonu, içgörü ve farkındalık meditasyonu olarak da bilinir. Bu teknik, 2500 yıldan daha uzun bir süre önce Gautama Buddha tarafından yeniden keşfedilmiş ve evrensel hastalıklara evrensel bir çare, yani bir "yaşama sanatı" olarak öğretilmeye başlanmıştır.
Buda'nın keşfetmiş olduğu nefes izleme yöntemine de bu isim verilir. Bu yöntemde izlenecek dört nokta vardır. Nefesi görerek, nefesi hissederek sessizce oturma sonucunda, içeri giren nefes ilk nokta olur. Sonrasında nefes içeri girdiğinde bir saniyeliğine durur. Bu da izlenecek ikinci noktadır. Sonra nefes döner ve dışarı çıkar; bu, izlenecek üçüncü noktadır. Sonra tekrar nefes dışarı çıktığında bir saniyeliğine durur, bu ise izlenecek dördüncü noktadır. Ardından yeniden nefes içeri girmeye başlar. Böylece nefes döngüsü ortaya çıkar. Buradaki amaç, zihni bloke etmektir. Bu işlem yoga ile aynı değildir. Vipassana'da doğal nefesin ritmi değişmez. Uzun, derin nefesler değil, normalde yapılandan hiçbir şekilde farklı olmayan bir biçimde nefes verilir. Amaç sadece nefesi izlemektir. Bu teknik, zihinsel kirliliklerin tamamen yok edilmesini ve bunun sonucunda da eksiksiz özgürlüğün en yüksek mutluluğunu amaçlamaktadır. Yalnızca hastalıkları tedavi etmek değil, insanın mutsuzluğunun, ıstırabının asıl tedavisini gerçekleştirmektir.
Düşüncelerinin Esiri Değil, Ustası Olmak 
Vipassana, kendi kendini gözlemle gelen bir kişisel dönüşüm yoludur. Beden ile zihin arasındaki derin bağlantı üzerinde odaklanır. Bu bağlantı, bedenin yaşamını şekillendiren ve zihnin yaşamına da sürekli bağlı olan ve onu koşullayan bedensel hisler üzerine disiplinli bir şekilde dikkatin yoğunlaştırılması ile doğrudan deneyimlenebilir. Bu gözlem, zihin ve bedenin ortak kökenine giden, zihinsel kirliliği eriterek dengeli, sevgi ve şefkat dolu bir zihinle noktalanan kendini keşif yolculuğudur.
İnsanın düşüncelerini, duygularını, yargılarını ve duyumlarını işleten bilimsel yasalar anlaşılır hale gelir. Yaşam, artan farkındalıkla, aldanmadan uzak, öz-denetim ve huzur ile nitelik kazanır. Dikkatin beden ve zihinde ortaya çıkan süreçler (bedensel hisler, duygu ve düşünceler) üzerinde yoğunlaştırılması sonucunda, kişi zihninin ve onun sürekli olarak ürettiği düşüncelerin esiri değil, ustası olmayı öğrenir. İnsanın yaşam kalitesini belirleyen düşünce ve duygularını üreten yasalar anlaşılır hale gelir. Doğrudan deneyimle, kişinin ilerleyişinin ya da gerileyişinin, acıyı nasıl ürettiğinin ya da ondan nasıl özgürleşebileceğinin doğası anlaşılır. Bu gözlem temelli kendini keşif yolculuğu konsantrasyon becerisi gelişmiş berrak ve dengeli bir zihinle, sevgi ve şefkat dolu bir kalple noktalanır.
Her Yerde Vipassana 
Vipassana uygulamasında doğal farkındalık durumumuzu kullanırız. Onu, "sıradan zihnimizi", diğer bir deyişle, düşünceyi, yargıyı, eleştiriyi, çözümlemeyi, geçmişe ya da geleceğe bakmayı artık kullanmadığımız noktaya gelinceye dek keskinleştiririz. Bedenin ve zihnin ya da yaşamın gerçek doğasını tümüyle anlamak için, yalnızca nesnel farkındalığı, yalın dikkati kullanırız. "Sıradışı-Olağanüstü" zihnimizi geliştiririz. Gerçeği, varoluşun gerçeğini görmek ve bilmek için kavramların ötesine geçeriz. Böylece, yükselen dikkatimiz; bir yere sabitlenmemiş, esnek bir durumda olur ve her an, her yerde, (işte, araba kullanırken, televizyon seyrederken, insanlarla herhangi bir iletişim içinde iken, aile ilişkilerimizde ya da diğer ilişkilerimizde, yaşam içinde yaptığımız her ne olursa olsun) onu kullanabiliriz.

19 Mart 2014 Çarşamba

Üstadın ölümsüz öğütleri




Almitra sözü aldı ve sordu:
- "Peki üstad; evlilik nedir?"

Cevap şöyle geldi:
- Siz birliktelik için doğmuşsunuz. Ölüm meleğinin beyaz kanatları sizi ayırana kadar ayrılmayacaksınız. Allah’ın sessiz tanıklığında bile beraber olacaksınız. Ama birlikteliğinizde mesafeler bırakın; bırakın ki, cennetin rüzgârları aranızda dans edebilsin...

- Birbirinizi sevin ama, aşk tutsaklığı istemeyin... Bırakın aşk, ruhunuzun kıyılarına vuran dalgalar gibi olsun...

- Birbirinizin bardağını doldurun ama aynı bardaktan içmeyin; ekmeğinizden verin birbirinize ama aynı somundan ısırmayın...

- Birlikte şarkı söyleyin; lakin birbirinizi yalnız bırakmayı da bilin.

- Sazın telleri de yalnızdır ve armoni içinde aynı melodiyi seslendirir...

- Birbirinize kalbinizi verin ama karşılıklı kilitleyip saklamak için değil!

- Sadece hayatın eli o kalbi saklar! Birlikte durun, ama yapışmayın, tapınakların sütunları da bitişik değildir!

- Ve unutmayın; meşe ile çınar birbirlerinin gölgesinde büyümezler...

Khalil Gibran
"Ermiş" adlı kitabından