Yağmurlu günler, zamanın ritmini değiştiren nadir anlardan biridir; gökyüzünün içe döndüğü, doğanın kendi üzerine kapandığı bir melankoli hâlidir. Güneşin yokluğu, yalnızca ışığın eksikliği değil, aynı zamanda dış dünyanın taleplerinden arınmış bir içsel boşluk yaratır. Bu boşluk, insanın kendine dönme cesaretini bulduğu bir aralıktır. Yağmur, dışarıyı silerken içeriyi belirginleştirir; her damla, dışsal olanı yıkarken içsel olanı ortaya çıkarır.
Camın ardında süzülen su izleri, zamanın görsel bir metaforudur. Her iz, bir düşüncenin, bir hatıranın, bir pişmanlığın izini taşır. Yağmurlu günler, belleğin en derin katmanlarını harekete geçirir; çünkü dışarının gri tonları, zihnin gölgeleriyle uyumlanır. Bu uyum, bir tür içsel yankılanmadır: insan, dışarıdaki yağmurda kendi içsel fırtınasını duyar. Sessizlik, burada bir eksiklik değil; anlamın yoğunlaştığı bir alan hâline gelir.
Yağmurun sesi, dış dünyanın gürültüsünü bastıran bir içsel müzik gibidir. Bu ses, düşüncenin ritmini belirler; hızlı değil, ağır ve derin. Yağmurlu günlerde yazılan cümleler, daha uzun, daha içe dönük, daha kırılgandır. Çünkü bu günler, insanın kendini dış dünyadan soyutlayarak varoluşuna temas ettiği anlardır. Yağmur, burada bir doğa olayı değil; bir düşünce biçimi, bir ruh hâlidir. Her damla, bir kelimenin öncesidir; her gök gürültüsü, bir cümlenin yankısı.
Ve nihayet, yağmur diner. Geriye yalnızca ıslak sokaklar, ağırlaşmış yapraklar ve durulmuş bir gökyüzü kalır. Ama insan, artık aynı değildir; çünkü yağmurlu günler, yalnızca dışarıyı değil, içeriyi de yıkamıştır. Bu günler, varoluşun en çıplak hâline temas eden anlardır. Yağmur, insanın kendine dönme ihtimalidir; sessiz, sabırlı ve dönüştürücü. Çünkü bazen en derin değişim, en sessiz yağışla başlar.


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder