27 Mart 2014 Perşembe

pencere


















Pencere, mimarinin en sessiz ama en anlamlı jestidir; bir duvarın suskunluğunu delen, içeriye dışarının ihtimalini taşıyan bir açıklıktır. O, yalnızca ışığın geçişine izin veren bir yapı öğesi değil, aynı zamanda varlık ile mekân arasındaki geçirgenliğin metaforudur. Pencere, içeridekiyle dışarıdakini ayırmaz; aksine, birbirine temas ettirir. Bu temas, görsel bir geçişten öte, düşünsel bir sızmadır: dışarının kaosu içeriye sızar, içerinin düzeni dışarıya taşar.

Her pencere, bir bakışın doğduğu yerdir. İnsan, pencereye yöneldiğinde yalnızca dışarıyı gözlemlemez; aynı zamanda kendi içsel boşluğuna da bakar. Camın ardında görülen manzara, çoğu zaman zihnin yansımasıdır. Yağmurlu bir sokak, melankolinin izdüşümüdür; güneşli bir bahçe, umutların çağrısı. Pencere, bu yönüyle bir aynadır: dışarının görüntüsünü sunarken, içerinin duygusunu yansıtır. Bakmak, burada bir eylem değil, bir içsel yolculuktur.

Pencereyi açmak, yalnızca havalandırmak değildir; bir tür teslimiyettir. Dışarının sesine, kokusuna, rüzgârına izin vermek; içeriye müdahale edilmesine razı olmak. Bu razılık, kontrolün bırakılmasıdır; çünkü pencere, açıldığında mekânın sınırlarını belirsizleştirir. İçerisi dışarının bir parçası olur, dışarısı içerinin. Bu geçiş, mimari bir olaydan çok, varoluşsal bir açıklıktır. Pencere, insanın kendini dünyaya açma cesaretidir.

Ve nihayet, pencere kapanır. Camın ardında kalan dünya, artık yalnızca bir görüntüdür; ses yok, dokunuş yok. Bu kapanış, bir tür içe dönüşü simgeler. İnsan, dışarının karmaşasından uzaklaşır, kendi iç sessizliğine döner. Ama pencere oradadır hâlâ; bir ihtimal olarak, bir kaçış olarak, bir temas noktası olarak. Çünkü pencere, mekânın değil, zihnin açıklığıdır. Ve her açıklık, bir düşüncenin doğum yeridir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder