7 Nisan 2014 Pazartesi

alone



















Yalnızlık, insanın varoluşsal özüne en yakın hâlidir; çünkü kalabalıklar içinde bile hissedilen o içsel boşluk, dışsal ayrılıktan çok daha derindir. Bu hâl, bir eksiklik değil, bir farkındalık biçimidir. İnsan, yalnız kaldığında değil; yalnız olduğunu fark ettiğinde değişir. Ve bu fark ediş, çoğu zaman bir sessizlikte, bir duraksamada, bir bakışın karşılıksızlığında belirir. Yalnızlık, burada bir durum değil; bir bilinç hâlidir—kendine dönmenin, kendini duymanın en çıplak biçimidir.

Toplumsal varlık olarak insan, sürekli bir temas arayışındadır; ama bu temas, çoğu zaman kendi iç sesini bastırmak için kurulur. Yalnızlık ise bu bastırılmış sesin yükselmesidir. Kalabalıkların gürültüsünden arındığında, insan kendi yankısını duyar; ve bu yankı, çoğu zaman tanıdık değildir. Çünkü kendini tanımak, başkalarının aynasında değil, kendi sessizliğinde mümkündür. Yalnızlık, bu yönüyle bir kaçış değil; bir karşılaşmadır—özle değil, özlemin kaynağıyla.

Yalnızlık, zamanla bir mekâna dönüşür. Dış dünyanın ritmi yavaşlar, iç dünyanın dokusu belirginleşir. Bu mekânda düşünceler daha ağır, duygular daha keskin, hatıralar daha derin olur. İnsan, yalnızken geçmişi yeniden kurar, geleceği yeniden biçimlendirir. Çünkü yalnızlık, zamanın çizgisel akışını kırar; onu döngüsel, içsel ve sezgisel bir düzleme taşır. Bu düzlemde, insan artık bir özne değil; bir tanık olur—kendi varlığına, kendi kırılganlığına, kendi sessizliğine.

Ve nihayet, yalnızlık sona ermez; yalnızca biçim değiştirir. Kalabalıklar geri geldiğinde bile, o içsel boşluk yerini korur. Çünkü yalnızlık, bir anın değil, bir bilincin adıdır. Onunla yaşamak, ondan kaçmak değil; onu anlamakla mümkündür. Ve insan, yalnızlığı anlamaya başladığında, artık yalnız değildir—çünkü yalnızlık, kendini tanıyanın en sadık eşlikçisidir. Sessiz, sabırlı ve derin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder