20 Nisan 2014 Pazar

eski istanbul



































Eski İstanbul, yalnızca bir şehir değil; zamanın kıvrımlarında saklanan bir hafıza mekânıdır. Onun sokakları, taş döşemeleriyle değil, sessizce akan hikâyeleriyle örülüdür. Her çeşme başı, bir bekleyişin; her han avlusu, bir geçişin; her cami gölgesi, bir içsel sükûnetin izini taşır. Bu şehir, mimarinin değil, anlamın inşa ettiği bir organizmadır. Çünkü İstanbul, geçmişin yalnızca bir dekoru değil; onunla konuşan, onu taşıyan ve onu dönüştüren bir varlıktır.

Kültür burada, gündelik olanın içindeki derinliktir. Kahvehanelerdeki sessiz satranç taşları, sahaflarda sararmış kitapların kokusu, Boğaz’ın sabah sisinde kaybolan martıların çığlığı… Bunlar, bir yaşam biçiminin değil, bir düşünce biçiminin parçalarıdır. Eski İstanbul’da zaman, saatle değil, ezanla, çanla, rüzgârla ölçülürdü. İnsanlar, mekânla değil, ritüelle yaşardı; çünkü kültür, burada bir alışkanlık değil, bir aidiyet biçimiydi.

Bu aidiyet, yalnızca mekâna değil, zamana da duyulan bir sadakatti. Mahalle kültürü, komşuluk ilişkileri, sokak satıcılarının sesleri… Bunlar, modernitenin hızına karşı bir dirençti. Eski İstanbul, insanı yalnızca barındırmaz; onu biçimlendirirdi. Çünkü burada yaşamak, bir coğrafyada bulunmak değil; bir anlamın içinde var olmaktı. Her semt, bir karakter; her yapı, bir anlatıydı. Ve bu anlatılar, sessizce birbirine eklenerek bir kültürel dokuyu örerdi.

Bugün o kültür, hâlâ bazı taşlarda, bazı seslerde, bazı kokularda yaşamaya devam eder. Ama artık bir bütün değil; bir yankı, bir iz, bir hatıra olarak. Eski İstanbul, artık bir şehir değil; bir özlem biçimidir. Onu arayanlar, sokaklarda değil, kendi içlerinde gezinir. Çünkü İstanbul, geçmişte değil; geçmişin içimizde bıraktığı boşlukta yaşar. Ve o boşluk, ne modernlikle dolabilir ne nostaljiyle silinebilir—yalnızca sessizlikle anlaşılabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder