Aşık olduğun kişi hep başkasına aşıktır.
Zaten sen de hiçbir zaman sana aşık kişiye aşık olmazsın
ki...
Sana âşık olanın bakışı, bir aynadır; ama bu ayna, senin kendini görmek istemediğin hâlini yansıtır. O bakışta, senin çıplaklığın, kırılganlığın, eksikliğin vardır. Ve insan, kendi eksikliğiyle yüzleşmektense, başkasının eksikliğini tamamlamaya yönelir. Bu yüzden sana âşık olanı sevemezsin; çünkü onun sevgisi, seni tanır. Oysa sen, tanınmaktan değil, keşfedilmekten hoşlanırsın. Aşk, burada bir kaçış biçimidir; tanınan değil, tanımayanın peşinden gidilir.
Bu döngü, yalnızca bireysel bir kader değil; aynı zamanda varoluşsal bir çelişkidir. İnsan, arzunun yönünü belirleyemez; çünkü arzu, mantığın değil, eksikliğin dilidir. Ve eksiklik, daima başkasında tamamlanmak ister. Bu yüzden aşk, çoğu zaman bir zincirdir: birinin peşinden giden, onun başkasına yöneldiğini görür; ve bu zincir, karşılıksızlığın estetiğinde sonsuzlaşır. Karşılıksız olan, tamamlanmamış olandır; ve tamamlanmamış olan, daima daha güzeldir.
Sonuçta, aşkın en derin hâli, karşılıksız olan değil; karşılık beklenmeyen olandır. Çünkü beklemek, arzunun yönünü sabitlemek ister; oysa aşk, sabitlenemez. Sana âşık olanı sevmemek, bir kusur değil; bir içsel dürtüdür. Ve âşık olduğunun başkasına âşık olması, bir tesadüf değil; arzunun doğasıdır. Bu doğa, insanı yalnızlaştırır ama aynı zamanda derinleştirir. Çünkü aşk, karşılıkta değil, yönelimde anlam bulur—ve yönelim, çoğu zaman seni değil, senden uzak olanı seçer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder