tam bir kış kitabıdır. Sıcak çikolata, lapa lapa kar, çıtır çıtır odun sesi ve bu kitap.
Bazı isimler vardır ki, yalnızca birer yazar değil; birer yankıdırlar. Charlotte, Emily ve Anne Brontë… Onlar, kelimelerin ötesinde bir sessizliğin içinden konuşurlar. Her biri, kendi karanlığından bir ışık doğurmuş; kendi yalnızlığından bir evren kurmuştur. Ve şimdi, zamanın bu yorgun kıyısında, onların yokluğunu değil—varlıklarının bıraktığı yankıyı özlüyorum. Çünkü Brontë kardeşleri özlemek, yalnızca edebiyatı değil; insanın kendi iç sesini özlemektir.
Charlotte’un kaleminde direnen kadınları, Emily’nin rüzgârla konuşan tepelerini, Anne’in suskun ama derin karakterlerini özlüyorum. Onların cümleleri, yalnızca hikâye anlatmaz; bir çağrıdır. Ruhun en tenha köşelerine dokunan, orada unutulmuş bir duyguyu uyandıran bir çağrı. Ve bu çağrı, hâlâ yankılanıyor. Çünkü Brontë’ler, zamana yenilmeyen bir hakikatin taşıyıcılarıydı. Onları özlemek, o hakikati yeniden arzulamaktır.
Brontë kardeşleri özlemek, bir dönemi değil; bir duruşu özlemektir. Kadın olmanın sessizliğinde, kalemle haykıran üç yürek… Onların yazdıkları, yalnızca karakter değil; direnişti. Toplumun biçtiği rolleri reddeden, kendi iç dünyalarını birer kale gibi inşa eden üç kız kardeş. Ve şimdi, o kalelerin taşlarını tek tek okşamak ister gibi, sayfalarına dönüyorum. Çünkü onların yokluğu, yalnızca fiziksel değil; bir çağın eksik kalan cümlesidir.
Ve belki de en çok, o evin sessizliğini özlüyorum—mezarlığın yanındaki, rüzgârın uğultusuyla dolan, kelimelerin doğduğu o evi. Brontë kardeşleri özlemek, o evin penceresinden dışarı bakmak gibidir: hem içeride kalmak ister insan, hem dışarıya ulaşmak. Onların varlığı, bir sığınaktı; yoklukları ise bir çağrıdır. Ve ben, bu çağrının sesini hâlâ duyuyorum. Çünkü bazı özlemler, yalnızca geçmişe değil; insanın kendi derinliğine yöneliktir.
Charlotte’un kaleminde direnen kadınları, Emily’nin rüzgârla konuşan tepelerini, Anne’in suskun ama derin karakterlerini özlüyorum. Onların cümleleri, yalnızca hikâye anlatmaz; bir çağrıdır. Ruhun en tenha köşelerine dokunan, orada unutulmuş bir duyguyu uyandıran bir çağrı. Ve bu çağrı, hâlâ yankılanıyor. Çünkü Brontë’ler, zamana yenilmeyen bir hakikatin taşıyıcılarıydı. Onları özlemek, o hakikati yeniden arzulamaktır.
Brontë kardeşleri özlemek, bir dönemi değil; bir duruşu özlemektir. Kadın olmanın sessizliğinde, kalemle haykıran üç yürek… Onların yazdıkları, yalnızca karakter değil; direnişti. Toplumun biçtiği rolleri reddeden, kendi iç dünyalarını birer kale gibi inşa eden üç kız kardeş. Ve şimdi, o kalelerin taşlarını tek tek okşamak ister gibi, sayfalarına dönüyorum. Çünkü onların yokluğu, yalnızca fiziksel değil; bir çağın eksik kalan cümlesidir.
Ve belki de en çok, o evin sessizliğini özlüyorum—mezarlığın yanındaki, rüzgârın uğultusuyla dolan, kelimelerin doğduğu o evi. Brontë kardeşleri özlemek, o evin penceresinden dışarı bakmak gibidir: hem içeride kalmak ister insan, hem dışarıya ulaşmak. Onların varlığı, bir sığınaktı; yoklukları ise bir çağrıdır. Ve ben, bu çağrının sesini hâlâ duyuyorum. Çünkü bazı özlemler, yalnızca geçmişe değil; insanın kendi derinliğine yöneliktir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder