Günlüğünüz karşısında ruhen çırılçıplak kalmayı göze alabileceğiniz belki de tek dostunuz.
31 Ekim 2013 Perşembe
Bilge Aristo'dan Öğütler...
22 Ekim 2013 Salı
beni sevmediğin zamanlarda Alıştım Susmaya...
Beni sevmediğin zamanlarda, kelimeler anlamını yitiriyordu; çünkü sevgi, sözcüklerin değil, sessizliğin içinde yankılanan bir hâldi. O anlarda, konuşmak bir direnç değil, bir boşluktu—ve ben, bu boşluğun içinde susmayı öğrendim. Susmak, yalnızca bir tepkisizlik değil; varlığın en derin savunmasıydı. Çünkü sevgi eksildiğinde, sesin yankısı değil, sessizliğin ağırlığı kalır geriye. Ve ben, bu ağırlığı taşımayı, onunla yaşamayı, onun içinde kendimi yeniden kurmayı seçtim.
Alışmak, zamanla değil, kırılmayla başlar. Senin sevgisizliğin, bir eksiklik değil; bir aynaydı bana. O aynada, kendi suretimi değil, yokluğunun biçimlendirdiği hâlimi gördüm. Suskunluğum, bir kabulleniş değil; bir içsel direnişti. Çünkü sevgiye dair her beklenti, senin sessizliğinde eriyip gitti. Ve ben, bu eriyişin içinde, sesimi değil, anlamımı kaybettim. Alışmak, bu kaybı tanımakla mümkündü—ve ben, tanıdım.
Susmak, çoğu zaman unutulmakla karıştırılır. Oysa ben, unutmadım; yalnızca anlatmaktan vazgeçtim. Çünkü anlatmak, karşılık bekleyen bir eylemdir; ve senin sevgisizliğinde, karşılık yoktu. Bu yokluk, beni susturdu. Ama bu suskunluk, bir eksilme değil; bir derinleşmeydi. Her kelimenin yerine bir düşünce koydum, her cümlenin yerine bir içsel yankı. Ve bu yankılar, beni senin yokluğundan daha çok tanımladı. Artık ses değil, sessizlik konuşuyordu içimde.
Son kertede, beni sevmediğin zamanlarda alıştım susmaya; çünkü susmak, varlığımı korumanın en zarif biçimiydi. Sevginin eksildiği yerde, ben kendimi çoğaltmadım—azaldım, sadeleştim, derinleştim. Bu hâl, bir vazgeçiş değil; bir dönüşümdü. Senin sevgisizliğin, beni susturdu ama yok etmedi. Ve ben, bu suskunlukta kendimi yeniden kurdum—daha sessiz, daha ağır, ama daha hakiki.
21 Ekim 2013 Pazartesi
Uzakdoğu Seromonisi...
🎎 Seremoninin temel unsurları:
- Sadelik (wabi): Gösterişten uzak, doğal ve sade olanın güzelliği.
- Geçicilik (sabi): Her şeyin zamanla değişeceği ve bu değişimin kabulü.
- Sessizlik: Dış dünyanın gürültüsünden arınarak içsel derinliğe ulaşma.
- Ritmik hareket: Her jestin, her dokunuşun anlam taşıdığı bir akış.
Bu seremonilerde kullanılan mekânlar da birer anlatı aracıdır. Tatami döşeli odalar, bambu perdeler, taş fenerler ve zen bahçeleri, yalnızca dekor değil; zihinsel bir atmosferin taşıyıcısıdır. Katılımcılar, bu atmosferde yalnızca bir etkinliğe değil, bir hâle dahil olurlar. Her hareket, bir düşünceyi; her sessizlik, bir duyguyu taşır. Bu nedenle Uzakdoğu seremonisi, bir gösteri değil; bir içsel yolculuktur.
19 Ekim 2013 Cumartesi
yaşam felsefesi...
18 Ekim 2013 Cuma
Halil İbrahim bereketi...
Büyüğü Halil.
Küçüğü ise İbrahim...
Halil, evli çocuklu.
İbrahim ise bekârmış...
Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin...
Ne mahsul çıkarsa, iki pay ederlermiş.
Bununla geçinip giderlermiş...
Bir yıl, yine harman yapmışlar buğdayı.
İkiye ayırmışlar.
İş kalmış taşımaya.
Halil, bir teklif yapmış :
İbrahim kardeşim; Ben gidip çuvalları getireyim. Sen buğdayı bekle.
Peki, abi demiş İbrahim...
Ve Halil gitmiş çuval getirmeye... .
O gidince, düşünmüş İbrahim:
Abim evli, çocuklu. Daha çok buğday lazım onun evine
Böyle demiş ve
Kendi payından bir miktar atmış onunkine...
Az sonra Halil çıkagelmiş.
Haydi İbrahim. Demiş, önce sen doldur da taşı ambara.
Peki abi.
İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşer yola.
O gidince, Halil düşünür bu defa:
Der ki:
Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var.
Ama kardeşim bekâr.
O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek.
Böyle düşünerek,
Kendi payından atar onunkine birkaç kürek.
Velhasıl, biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine.
Bu, böyle sürüp gider.
Ama birbirlerinden habersizdirler.
Nihayet akşam olur.
Karanlık basar.
Görürler ki, bitmiyor buğdaylar.
Hatta azalmıyor bile.
Hak Teala bu hali çok beğenir.
Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki...
Günlerce taşır iki kardeş, bitiremezler.
Şaşarlar bu işe...
Aksine çoğalır buğdayları.
Dolar taşar ambarları.
Bugün "Bereket" denilince, bu kardeşler akla gelir.
Bu bereketin adı: Halil İbrahim bereketidir…
17 Ekim 2013 Perşembe
tavuk ciğer mousse
Ciğer, doğası gereği içe dönük bir organdır—filtreleyen, arındıran, saklayan. Onun mutfakta kullanımı, bu içe dönüklüğün dışa vurumudur; bir iç organın dış dünyaya sunulması, bir mahremiyetin paylaşılmasıdır. Mousse hâline getirildiğinde, bu mahremiyet inceltilir, yumuşatılır, zarif bir forma bürünür. Baharatlarla, şarapla ya da konyağın sıcaklığıyla terbiye edilen ciğer, artık yalnızca bir malzeme değil; bir anlatı olur. Bu anlatı, bedenin içinden gelen bir sesi, sofranın estetiğiyle buluşturur.
Tavuk ciğeri mousse, Fransız mutfağının aristokratik dokusunu taşır; ama aynı zamanda, her kültürde iç organların dönüştürülerek değer kazanması fikrini evrenselleştirir. Bu tat, hem geçmişin yoksunluklarını hem de bugünün seçkinliğini içinde taşır. Bir zamanlar zorunluluktan tüketilen ciğer, şimdi bir gurme tabakta, kristal bir kadehin yanında sunulurken; bu dönüşüm, yalnızca gastronomik değil, sosyolojik bir okumayı da beraberinde getirir. Mousse, bu dönüşümün en rafine biçimidir—yoğun ama hafif, keskin ama zarif.
Son kertede, tavuk ciğeri mousse, mutfağın bir düşünce biçimi olduğunu kanıtlar. Onun hazırlanışı, sunumu ve tüketimi, bir ritüel gibi yaşanır. Her kaşık, bir içsel yüzleşme gibidir; çünkü ciğerin tadı, hafızayı uyandırır, bedeni hatırlatır, geçmişi çağırır. Bu çağrı, yalnızca damakta değil, ruhun derinliklerinde yankılanır. Tavuk ciğeri mousse, bu yankının en sessiz ama en etkili hâlidir—bir lezzet değil, bir düşünce.
